Merhaba

Merhaba

Güz Maraş’ta bütün hoyratlığı ile bizimle. Ahırdağ orada, Başkonuş sisli, Yavşan gülümsüyor ötelerden. Cır cır böceklerinin geceye eşlik eden sesleri bitti. Güneşle birlikte evlerin içine de bir ateş düştü.
Nar kızardı, ayva sarardı ve sular biraz daha soğudu.
Memleket nasıl?
Türk’ün var oluş neşesini daha duymadı Anadolu’nun bu günkü insanları. Dedekorkut’u bilmeyen, Battal gazinin haykırışlarını unutan bu nesile elbet Cebrail naraları şart. Turan ülkesinin sınırları ezelden ebede uzanır. Karlı tanrı dağlarında bizlere eşlik eden gövşen gözlü bozkurtların ulumalarını duyuyorum Maraş’ın tenha sokaklarında.
Elimizde Zülfikar ezel ebed devlet sevdamız bir ulu yemin, dünya mı koy verin gitsin.
Gökler ötesinden gelen bir muştu var şimdi.
İnsanı peygamber yapan aşkın kullarıyız biz. Demokrasiyi eşikte bırakıp daha ulu görevlere hazırız yol uzun bizde yemen türküleri, bozlaklar ve hüzün.
Sağ yanımız cennet yüreğiniz Kerbela hedefimiz Turan olsun.

Ali Büyükçapar

Biyoğrafi: İsmail Göktürk


Biyoğrafi: İsmail Göktürk

Kasvetli sıkıcılık şu sesle değişti.
“ Yektir Allah … yek…”
Hafif kıpırtılar içerisinden hareketin başladığı anlaşılıyordu derken naralar atan ezel ebed sevdalıları “Vira Bismillah” dediler ve alemler vücuda geldi.
“Allah Allah , Celilül –cebbar ,Müinüs-Settar Halikul-leyli Ven-Nehar,Layezal,Zülcelal,birdir Allah. Anın birliğine ,Resulü Enbiya peygamberimiz Cenab_ı Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mustafa Al-i evlad-ı Resül-ü müçteba imdad-ı ruhaniyetine; piran mürşidin ,aşikin,kuragerin,vasilin,hamele-i kuran ,güzeştegan,ehli iman ervahma,avni inayetine ,hilafetül İslam Es-Sultan,ibnis Sultan bilcümle islamın necat ve saadet ve selametine pirler,erenleriüçler,yediler,kırklar,göçenler demine devranına “Hu”diyelim”Huuuuu”
İşte İsmail bu!
Maraşta imkansızlık denilen ifadenin mümkün olmadığını tanımanız uzun sürmez. Dört mevsimin hoyratça yaşandığı bu coğrafya ışık parıltılarıyla özünüze düştüğünde dile gelir iki tarafı kesen kamaya dönüşürsünüz.
Yıllar önce yayınlanan kitapta İsmail gergefini işleyen Ahmet Doğan İlbey’e kulak verecek olursak İsmail Göktürk’ü daha yakından tanıyabiliriz.
“İsmail! Alışılmışın ötesinde bütünüyle resmi ideolojiden uzak, statükoculuk kokmayan, teemmüllerin dışında aykırı bir meşrep sahibidir.
İsmail! saf bir itiraz sahibidir…yüreğinizin üzerindeki kir katmanları onunla yavaş yavaş sökülür..onda itiraz ve aykırılık som bir Türk-İslam düşüncesidir. Düzene bir başkaldırıştır. Evet bir başkaldırış. Ama muhtevasında bin yıllık asaleti taşıyan ve yüzüstü süründürülen bir irfana omuz verişin cehaletli bir başkaldırışı vardır.
İsmail ! tarihi fikirli ,mistik ve kutsal inançlarımızın bir kahramanı.. Ferhat gibi aşk dağına kazma sallayan feragat ve fedakârlığın sembolü.
Kurban, Hz.İbrahim ve İsmail’in tanıklığını çağa taşımaktır. Bunu kimileri sembolik olarak taşır, kimileri de şu anda. islam topraklarında yaşandığı gibi bilfiil taşır, çağın İsmail’i olur. Çağın İsmail’i, çağın İsmail’leri bize et, size cennet düştü”

Nefsi kendi elinde kar gibi erimeyenin elinde, din kar gibi erir. Varlığımızın asıl yurdu cennettir. Bir arşetipol gerçeklik her ruhta gizli olan bir ilksel düşüncedir. Ruhu metafizik içinde olduğu kadar fizik içinde de aramalıyız. Yaşarken varlığımıza bir leke gibi düşen ölümlülükten azad oluşu İsmail tanıyınca daha sıkı anlar kozmik alemlerdeki neşeye gark olursunuz.
İsmail’e göre kâinat dışsal bir nesne değildir. Hakikat arayıcısının onunla birlikte seyahat edeceği ve arayıcının benliğiyle bütünleşeceği bir şeydir diye Fritjof Schuon’da İsmail’i anlatmıştır.
İsmail’in yapıp ettiklerini Seyyid Hüseyin Nasr’ın diliyle anlatacak olursak şöyledir:’’ Kozmik itibar psişenin içsel yapısını nesnelleştirir ve böylece ruhu kendi düğümlerinden kurtarır, onun karanlık bölgelerini aydınlatır. Ruhun kendi merkezine doğru yolculuğunda, yolcuya manevi yola döşenmiş tuzakları gösterir. infernoya düşüşle ruh; ölümcül ve karanlık derinliklerinde kayıp unsurları yeniden bulur, bu keşif cennete yükselebilmek için gereklidir. Ölmeden evvel ölün öğüdü insanı arzuları tutsaklığından kurtulup manevi dünyada yeniden dirilmeye çağırı. Geneleksel psikoloji iki emel boyutta işlev gösterir. Nefsi ve modalitelerini varoluş katları hiyerarşisine yerleştiren bir kozmoloji ve manevi hedefe yönelik bir ahlak. Kozmoloji bir anlamda nefsi çerçeveler, manevi ahlak ise nefsin derinliklerine ine. Kâinat kişinin elinden tutan bir yardımcıdır.
İsmail uruc ve nüzul yolundadır. İnsanla alem arasındaki sır perdelerini aralamış kendini huzursuz eden derin sebepleri bulduktan sonra, onları hiç muhasebe ve murakabe ile yavaş yavaş yenerek hakikat la varlığının arasını hüzünle doldurmuştur. Şeyh Galip gibi diyecek olursak:’’aşkla yanıp yakılmadıkça yaşamayı uzun bir ömre sahip olmayı istemeyiz; kıvılcım gibi ölünceye dek böyle yanarız biz.
Bi-suziş-i aşk istemeyiz tuli hayatı
Manend-i şerer böyle gideriz biz.

Kişi kâinatın aynası olmalıdır. Gündelik hayatta var olan yaşam maceraları içindeki engeller gerçek benliğine ulaşmamızı engellemekte sonuçta sıradanlık oluşmaktadır.
İsmail iki ödevden söz eder fena: şimdiki durumun erimesi, yok edilmesi, Beka: yeniden bütünleşmek, perdelerin kaldırılması.
Yalnızca bir Allah vardır. Hakikat ulaşmada yeryüzündeki insanlar sayısınca yol vardır. Fakat bütün yollar egonun yok edilmesini ve insanlığa benliksiz hizmet etmeyi gerektirir. En esaslı yasa mütekabiliyet yasasıdır. Sadece ve sadece hassas bir adalet duygusuna sahip olduğunuzda insan emsallerimizle uyum içinde yaşayabiliriz ve bu duygu sadece kendini bencillik ve kibirden kurtarmış bir zihinde gelişebilir. Dünya sadece ve sadece adaletin hakim olduğu bir yer olabilir. İnsanların kardeşliği herkesi Allah’ın kulu olarak birleştirir. Aşk ahlakın temelidir. Feragatten doğar ve başkalarına hizmetle gösterir. Bütün farklılıkları giderir ve tüm yaraları iyileştirir. En temel gerçek kendini bilmektir çünkü ‘’nefsini bilen rabbini bilir.’’
İsmail’in davasına olan bağlılığı için şunları söylemek lazım, O hakikate kaybolmakla ulaşılabileceğini sezmiş bu işi de Beyazıt Bestami şöyle yapmıştır.’’Beyazıd şeyh’inin dizinde otururken, Şeyh’i birden:
Beyazıd penceredeki kitabı bana getir’’ der. Pencere mi? Hangi pencere diye sorar Beyazıd. Neden Der Şeyhi bu kadar zamandır burada bulunuyorsun da pencereyi görmedin mi.Hayır dedi Beyazıd. Pencereyle ne işim olurdu ki. Önümde iken, gözüm sizden başkasını görmez. Buaraya etrafı seyretmek için gelmedim. Artı der hocası Bestam’ı geri dön vazifen bitti.’’
‘’Şahlar şahı divan açar
Divan gümbür gümbürlenir
Mert dayanır, namert kaçar
Meydan gümbür gümbür gümbürlenir.’’
İsmail konuşunca Yemen sızısı kaplar sizi. Serdengeçti atalarımızın ruhu O’nun meclisine gelir ve esrik vakitlerin seheri başlar. Geceyi ışıtan insanlar içinde İsmail’i de bulursunuz. Onlar güneş battıktan sonra günün kaygılarını ağır karanlıklarda sabırla yıkar ve güneşi sabahleyin aydınlıkla süslerler.
Yenişehir apartmanın üst katlarında Türkiye Yazarlar birliğinin bir odası vardı. İç içe açılan bu salonda edeplice oturulur gizemin yaprakları içinde var olan hakikate çay ve tütünle ulaşılırdı. İsmail Maraş’ta despot yapılanmanın başkaldırıcısı Hak muştucusuydu, O’nun etrafında oluşturulan Ehram önümüzdeki yıllarda sırlarını bizlere ifşa edecektir.
Dostluğu saygınlığıyla anlamlı olan İsmail esrik demlerinin insanıdır. O kadim zamanlarda yaşamış destan kahramanı yetimin gözyaşı, Mecnunun yoldaşı, Maraş’ın deli poyrazıdır.
İsmail turan ülkesinin dipsiz uçurumudur.

Ali Büyükçapar.

İsmail

İSMAİL

Diriliş baharının düşü İsmail
Çölde vaha umut eleğimsağmada ışık
Karanlık kuytularda fısıltı
Atan gümbürdeyen yürek İsmail

İbrahim'in seherinde yıldız İsmail
Çölde ayak izi kınında kılıç
Yakıcı ateşte kor İsmail'i bana sor

Kıvrılır kuyularda su düşlerde gulyabani
Yüce dağların başında kar
Güneşte onu yakma telaşesi
Cıncık kırığı soğuklar
Dergaha gel İsmail ol

Gül medeniyeti kurulur avuçlarımızda
Cebrail hayran kurban o aslında
Hüzün iki damla göz yaşı
Kayar pınarlardan aşağı
Düşümde sen bıçak ve
kurban İsmail dağa güneş çökecek
Eşikte bekleyecek
Şah İsmail Kimseler bilmeyecek sırrını
Cebrail'in İsmail gözleri bağlı kelebek sanki

Önde İbrahim bayramlık elbisesiyle o
Yollar çileli iğde ağaçlarında vaveyla
Dönüp durmada kırlangıçlar
Akıl gerilmiş yay İbrahim de
Kurban et İsmail'i kuytularda

Yanlış mı duydum Çalabım
Gözümün nuru yüreğimin esintisi o
Zemheride açan yediverenim
Toprakta son umudum o
İbrahim kurban olsun seherde
Ya doğru değilse ayartıcı iğvası
Örümcek yuvası bataklık çamuru
Nemrut'un gözünde pırıltı
İsmail ulu çınarlar ülkesi
Kurban et İsmail'i
Beni al eşiğine dağlarına çağır
Dostun değil miyim evini yapan
Eşiğinden bin bahar vaz geçmeyen
Rabbim sınama İsmail'le beni
Hacere veda Kabeye elveda
Zemzem Ana yüreğinde uça dursun turnalar
Gökler telaşlı Cebrail gizlenmiş
Kınından çekildi işte kılıç
Yerde İsmail
Işığı düşünce Zülfikar'ın
İkiye bölündü kayaları Heron'un
İsmail mütevekkil ırmaklar gibi
Eriyen aysberg düşen okyanuslara
Zerre ırmak çiğ tanesi
Ve indi gökten Cebrail'in armağanı
Davam işte bekler İsmail'lerini
Deli poyrazlar ese dursun kentte
Yığınların hülyalarından bana ne
Ekmek telaşesi bırak onların olsun
Deniz kıyılarında tatlı su özlemi
Bahar çiği tomurcuk güllerde
İsmail şahlar şahı Anadolu da
Her yer Kabe bu gün
İsmail çağrısı piştovlarla vurur

Zalimlere yeter mazlum İsmail
İsmail çağların diriliş muştusudur

Ali Büyükçapar

Köroğlu Hikayesi

MARAŞ AĞZI KÖROĞLU HİKÂYESİ - 2
Hacı Ali ÖZTURAN

BURADANNNNNNNNNNNN

Yusuf atı inceledi. Hayret… Hiç de övülecek bir at değildi. Eklâvi de değilde seklâvi de… Ne İngilizdi, ne Arap… Tüyleri yıldır yıldır yanan, boylu poslu, iyi bakımlı bir attı. Belki soylu bir atasına rastlanabilirdi ama şu hâliyle hiç de emek edilecek bir at değildi.
Sağ elinin dört parmağını keski gibi yapıp, atın kasığına yandan, hızlıca dörttü. At acı ile kıvrıldı, büküldü, yay gibi oldu. Kafasını iki yana sallayarak çenesini Yusufun elinden kurtardı. Şahlandı. Ön ayaklarıyla Yusufun göğsüne vuruşun, Yusuf ahırın duvarına çarpıp yere düştü. Deli Yusuf bayılmıştı. At şaha kalkıp kişniyor, kinci darbeyi vurmak için Yusufun ayağa kalkmasını bekliyordu. Deli Yusuf kendine geldi. Karşısında şaha kalkıp kalkıp inen; kişneyerek ortalığı birbirine katan atı gördü. Tam bu sırada Lala Hüseyin Paşa, yanında birkaç kişi ile ahıra girdi. Kapı Deli Yusufun arkasında kaldığı için, gelenleri görmedi.Yekinip ayağa kalktı. At kulaklarını makas misâli yapmış, ikinci hamle için atılmıştı. Deli Yusuf davrandı. Yerden kuzu kerpiç misâli bir taş aldı. Sol eliyle atın alt çenesini yeniden kaptı. Hengeyledi, hüngeyledi; elindeki taşla atın alnına hıngeyleyince, taş atın alnına gömüldü. At ne aldı, ne verdi: Devrilip öldü. Deli Yusuf atın başına dikildi:
-Kahpe malı, diye gürledi, az kaldı beni öldürecekti.
Lala Hüseyin Paşa bir anda Deli Yusufun kellesini vurdurmayı düşündü. Sonra “Ya sabır!” çekti. Erzuruma geleli beş on gün olmadan kelle vurdurmak hoş olmazdı. Şimdi bunun kellesini vurdursa, İstanbula duyulur, “Paşa yine zulme başladı.” denirdi. Yutkundu. Başını iki yana sallayarak kızgınlığını ve üzüntüsünü belirtti:
-Ulan seni konağın saçağına örnek olsun diye asardım ama, şükret ki bugün sabrım üzerimde. De bakalım, bu atı niye öldürdün?
-Paşam az kaldı at beni öldürüyordu…
-Peki o hayvan… Sen de mi hayvansın ki ona uydun? Bu at benim ahırımın en has atıydı.
Deli Yusuf şaşırdı:
-Bu mu en iyi at Paşam? diye sordu. Bunun neresi iyi? Eklâvi değil, seklâvi değil. Arap değil, İngiliz değil. Soyu sopu belirsiz bir at. Paşa Paşa: Bu at iyi koşabilir, ama suyu geçemez, çalı atlayamaz, hendek geçemez. Sen bu ata boşuna arpa yedirmişsin. Bu at binek atı olmaz; olsa olsa değirmene buğday götürür. Dur sana bir hikâye anlatayım: Esrarcının biri esrarı içmiş, bir nalbant damındaki gübreliğe yatmış. Hayal kurmaya başlamış. Kendisini hamamda bulmuş. Esrarı çekmiş ya, güyâ kendisi kentin vâlisine benziyormuş. Tellaklar, uşaklar, “Aman Vâli Bey!” diye dört dönerek hizmet ediyorlarmış. Esrarcıyı yıkamışlar. Vâlinin elbiselerini giydirip, vâli konağına götürmüşler. Esrarcı düşü ya… Konakta vâlinin hanımı bile durumu ayrımına varamamış. “Sıhhatler olsun Bey!” demiş. Bir şişe gülsuyu çıkarıp sahte vâliye serpmeye başlamış. Hülyânın burasında esrarcı sıçrayıp uyanmış. Meğer bir köpek gelmiş, karanlıkta esrarcıyı göremeyip, yüzüne gözüne işemeye başlayınca adam ayılmış. Hikâyede olduğu gibi, bu at iyi bir ata benzer ama bu benzeme sahtedir Paşam. Bu sahteliğe aldanma. Sen paşasın, seni aldatmak isteyen çok olur. Paşa kısmı dalkavukları ve sahtekârları tez tanımalı, yoksa doğru karar veremez. Pâdişahın da, Paşanın da; hattâ eşkıyanın da dalkavuğu olur. Bunlara kanmamak gerek. Sen diyeceksin ki iyi at nasıl olur? Ata önden baktın mı, geyik gibi olmalı, yandan baktın mı kayık gibi olmalı, arkadan baktın mı hüyük gibi olmalı. Duruşu şimşir gibi; sağnanışı eleğimsağma gibi, yumuluşu kirpi gibi olmalı. Önden geleni kapmalı, arkadan geleni tepmeli… At öyle olmalı ki; binicisi öne devrilse, at kafasını yastık misâli göğsüne yaslamalı… Arkaya devrilse at kuyruğunu yastık misâli sırtına dayamalı…
Paşa bu güzel benzetmelerle kendinden geçmişti. Ağzı ayrılmış, Yusufu dinliyordu. Deli Yusufun sövmesini bile unutmuştu. Yusuf iyi atı anlatmayı sürdürüyordu:
-At dediğin inişe aşağı keklik gibi süzülürken ön ayaklarını uzatır, arka ayakların kısaltır; binicisine rahat ettirir. At dediğin yokuşa yukarı tavşan gibi atılırken arka ayaklarını uzatır, ön ayaklarını kısaltır; binicisine rahat ettirir.
Hüseyin Paşa Deli Yusufun sözünü kesti.
-Gerçekten böyle at olur mu Yusuf? diye sordu.
-Bulunur Paşam. Elde neler var…
-İti öldürene sürütürler, demişler Yusuf. Bana bu atı bulacaksın. Ne kadar zamanda bulabilirsin?
-Tanrı bilir… Aramak gerek. Urum da mı bulunur, Şamda mı? İranda mı, Turanda mı? Ama arayan bulur. Üç günde mi, üç ayda mı, üç yılda mı bulunur, Tanrı bilir.
-Sana istediğin kadar zaman veriyorum Yusuf, dedi Paşa. Bana bu anlattığın gibi bir at bulacaksın. Bulamazsan sen bilirsin. (Adamlarına dönerek.) Yusufa 1000 altın verin!
Deyip ahırdan çıktı. Paşa, Deli Yusufun anlattığı ata sevdalanmıştı. Aylarca atı ve Deli Yusufu sayıkladı. Paşa o denli at sevdalısıydı ki, yemeden içmeden kesildi. Her gün, “Yusuftan haber var mı?” diye sormaya başladı.
………..………………………………………………………………

Lala Hüseyin Paşa, Deli Yusufun anlattığı olağan üstü atın düşüyle yaşaya dursun; alalım haberi Deli Yusuftan:
Deli Yusuf konaktan ayrıldıktan sonra evine döndü. Deli Yusuf, dağda eşkıya iken evlenmiş, oğlu Ali dünyaya gelince dağdan inip eşkıyalığı bırakmıştı. Daha sonra bir de kızı olmuştu. Oğlu Aliyi (Köroğlu hikâyesinde Deli Yusufun karısı ve kızı hiçbir zaman öne çıkmamaktadır.) karşısına alıp; olanı biteni anlattı. Verdiği sözü yerine getirmesi için, belki çok uzun bir zaman eve dönemeyeceğini söyledi. Kendisinin olmadığı bu zaman içerisinde nasıl geçineceklerini uzun uzun anlattı. Yanlarına yeterince para bıraktı. Sonra bir de telden anlattı:
Bir at övdüm Erzurumun beyine
Paşaya şan olda beye şan oldu
1/10 Bu atı isterim dedi boyuna
Peki Paşam dedim gönlü şad oldu

Atı bulur isem şanım yücelir
Bulamazsam garip ömrüm kocalır
1/11 Yağlı ipten kalın boynum incelir
Âlem ibret aldı cellat can aldı

Şimdi burdan kalkıp yola düşmeli
Diyar diyar gezip çok eğleşmeli
1/12 Ciritte koşuda atı seçmeli
Bundan sonra konalgamız han oldu

Paran biter ise önce atları
Uygun bir fiyata sat tarlaları
1/13 Çerçiye kasaba say paraları
Demesinler Ali perişan oldu

Deli Yusuf ben oğlumu severim
Babalık hakkımı helal eylerim
1/14 Allah izin verir birgün dönerim
Demezler kırklara karışan oldu.
Deyip kesti. Deli Yusuf ailesiyle helalleşti. Al atına bindi. “Al Allah delini, zapteyle kulunu!” deyip yola dizildi.
Deli Yusuf önce kentin güneyini dolaştı. Sonra Anadolunun batısına dek gitti. Kent kent, köy köy dolaştı. İstanbuldan Karadeniz kıyılarına dek uzandı. Hayalindeki atı bir türlü bulamıyordu. Buradan Dağıstana geçti. Gürcistanı dolaştı.Oradan da güneye inerek Kerkükü, Musulu, Bağdatı, Basrayı, Halepi, Şamı gezdi. Yok, yok! Aradığı atı bulamıyordu. Lala Hüseyin Paşanın yanına eli boş dönmek istemiyordu. O denli at sevdalısı birini umutlandırıp, sonra da “Paşam bulamadım, kusura kalma!” demek olmazdı.
Aradan iki yıl geçti…
Hayalindeki atı bulamamış, ama sabırla geziyor, arıyor, soruşturuyor; nerede bir at yarışı varsa, nerede bir cirit oyunu varsa oraya koşuyor, atları titizlikle inceliyor, ama her birine bir kusur buluyordu.




DELİ YUSUF ARADIĞINI BULUYOR

Nil kıyısındaydı…
Tepenin eteğine kurulmuş büyükçe bir köyün içinden geçiyordu. Güneş iyice alçalmış, Nil kıyısını kavuruyordu. Yusuf yorgun, atı yorgun ilerliyorlardı. Atın boynu sünmüş, kulakları el terazisi gibi düşmüştü. Adım atarken tırnaklarını yere sürüyor, gereğinden fazla toz kaldırıyordu. Yine de Yusufun yorgun gözleri köyün atlarındaydı. Gerçi hepsi de yük beygiriydi bunların. Yusuf bunlara dönüp bakmazdı bile, ama yine de “Bir umut.” diyerek göz gezdiriyordu. Köyün gübreliğinin önünden geçerken burnu tıkandı. Pis kokudan bir an önce kurtulmak için atını mahmuzladı. Hayvan gübreleri öbek öbek yığılmıştı. Birkaç tavuk, birkaç kaz eşinip yem arıyorlardı. İki tane de küçük tay vardı. Deli Yusuf tayları görünce, atın üzerinde zangır zangır titredi. Dizlerinin bağı çözüldü. Başı kıçından ağır geldi. Dalında yetmiş Hacı Hamza armudu gibi “Paat!” diye düştü. Deli Yusufun düşmesinden tavuklar ürktü, gıdaklamaya başladı. Kazlar faş faş etti. Taylar yerlerinden bile kımıldamadı.
Yusuf kendine gelince koşup tayları yakaladı:
-Tanrım sana şükürler olsun, beni Hüseyin Paşaya utandırmadın, diye mırıldandı.
Deli Yusuf aradığı tayı bulmuştu. Hem bir ararken iki bulmuştu. “Birini Paşama veririm, birini de ben alırım.” diye düşündü. Düşündü ama, bu taylar nasıldı:
Tayların biri al, biri doru idi. İkizdiler. Gerçi biri al, biri doruydu ama, görenler bunlara ne al derdi, ne doru… Çünkü bu iki tay bakımsızlıktan uyuz olmuş, yaralarına ise katran sürülmüştü. Tayların yüzüne bakılacağı yoktu. Ama Deli Yusuf, engin at bilgisiyle bu iki tayın çok özel hayvanlar olduğunu biliyor, bu nedenle kalbi küt küt atıyordu.

Okunacak Kitap


Okunacak Kitap

Varidât

VARİDAT - Ölmeden önce Öl
Şeyh Bedreddin


Ölmeden önce öl, ta ki ölümsüz kalasın. Zira dünyadan, dünyanın tatlarından ve şehvetlerinden uzak duran kişi, başlangıcı ve sonu olmayan gerçek varlığa kavuşur. Bu tür hayatta ölüm yoktur; sonsuza kadar devam eder. Fakat insanlar bu yaşantıyı değil, dünya yaşantısını istemektedirler. Diğer bir şık ise, ölmeden önce ölen ilahi ahlakı elde eder ve adı sonsuza kadar kalır. Adı sonsuza kadar kalan kişi ebediyen yaşar. Ayrıca üçüncü bir anlamı da şöyle: Geçici ve mecazı varlıktan vazgeçen, kendi varlığının Allah'ım varlık kaynaklarından bir kaynak olduğunu bilen ve ikilikten kurtulan kişi, sonsuza kadar diridir. Zira varlıktan başka bir şey geride kalmaz ve varlığın da yok olması imkânsızdır.

Hadiste cennetin sekiz, cehennemin ise yedi kapısı bulunduğu belirtilmiştir. Bundan da şu anlaşılır ki, arş cennetin tavanıdır ve burçların göğü de cennetin yeridir. Burçların göğünün içbükeyi cehennemin tavanıdır ve bunların altındaki göklerin her biri de, bir kapıdır. Böylece cennetin sekiz kapısı vardır. Zira atlas adı verilen göğün altında sekiz gök vardır ve bu gökler şunlardır: Burçların göğü, Zühal göğü, Müşteri göğü, Merih göğü, Güneş, Zühre, Utarit ve Ay. Ay göklerin sonuncusudur. Yıldızlara ait göğün içbükeyi cehennemin tavanım oluşturuyorsa, altında yedi gök kahır. Her göğü bir kapı sayarsan, cennetin sekiz ve cehennemin yedi kapısı olur. Bunu yazınca Kur'ân'dan birkaç ayet okuyayım diye Mushaf’ı açtım ve şu ayetle karşılaştım: "ayetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz ve cennete giremezler". Bu da, göklerin cennetin kapıları olduğuna dair söylediklerimize bir işarettir. Diğer bir deyişle, cennetin kapıları olan gökler onlara açılmayacaktır. Şafiî mezhebi ve diğer bazı kişilere göre kaza namazlarının düzenli bir şekilde kılınması vacip değildir. Hâlbuki diğer bazı kişilere göre ise bu vacibdir. Durum namazın selamında da böyledir. Hanefî mezhebi ve bazıları, selamın namaz kılan kişi tarafından başını iki yana çevirip vermesi gereği üzerinde durmuşlar. Maliki mezhebi ve diğer bazıları ise, selamın öne doğru verilmesi düşüncesini savunmuşlardır. Tahiyyât duasında da durum böyledir. Şafiî mezhebinde olduğu gibi, bazıları bu duanın tıpkı normal halk konuşması türünde yapılabileceğini savunurlar. Bu duaya misal olarak da, evlenme duası gösterilebilir. Hanefî mezhebinde de olduğu gibi, diğer bazı kimseler ise, bunun caiz olmadığı düşüncesindedirler. Bu tür söylentiler birçok kez dışa dönük işler için yayılmıştır. Bu ve buna benzerleri hakkında düşünen kişiler, bütün dikkatlerini iç âlemin düzeltilmesi, arıtılması, ahlakın tezhip edilmesi yönüne çevirirler. Dışa dönük çabalar da, bunun bir aracı sayılır. Çabalar harcanacaksa, ne türde yapılacaktır ki, istenilen elde edilsin. Bundan dolayıdır ki, bu ve buna benzer durumlarda bunu gerçekleştirmek imkânsızdır.

Dışa dönük görünüşlerle uğraşan bilginleri Allahuteâlâ işlerini ıslah etmiş ve onları içi bırakıp, kabuklarla uğraşmaya yönlendirmiştir. Bu bilginlerin çoğunun içi yarılıp, bakıldığında, dünya sevgisi ve başkanlık hırsından başka, dinle ilgili hiç bir ize rastlanmaz. Allah onları rezil etsin. Ulu Tanrı, Taha suresinde "Ey Muhammedi Sana dağları sorarlar; de ki; Rabbim onları ufalayıp savuracak, yerlerini düz, kuru bir toprak haline getirecek; orada ne çukur, ne tümsek göreceksin" diye duyurmuştur. Bu sözlerle kıyamette Allah varlığının ortaya çıkışı ve bir olan Allah'ın her yeri kaplaması anlamı çıkarılabilir. Bu durumda eğikliği bulunmayan ve bir olan Allah karar sahibi olur ve böylece dağların özellikleri ortadan kalkar. Bu zamanda ise, sadece birlik görünecek ve halk da bu birliğe davet edilecektir. Allah eğim ve eğiklikleri açıklayacak ve gönülleri yumuşatacaktır. Allah ve Rahman adları ile adlandırılan özün kararlarının kabulü için nitelikler belirlenecek ve böylece özün kararları ortaya çıkarken, niteliklere dair kararlar ortadan kaybolacaktır, izi kalmayacaktır. Yüce Allah, Enbiya suresinde şöyle buyurmuştur: "İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı görmediler mi?". Bu ayetin tefsirinde şöyle deniyor: Göklerle yeryüzü yapışıktı. Ben de derim ki, bununla insan kaydediliyordur her halde. Gökler de, melekut âlemine dair bir işarettir ve yeryüzü ise mülk aleminin belirtisidir ve insan her ikisinin karışımıdır. Rahimde bir damla ve sıvı iken, onları yarıp ruhu üfürdük ve böylece mülk ve melekut izleri onda belirmeye başladı. Gerçek sevgi odur ki, gönlün Allah'ım sevgisiyle dolsun ve dünya sevgisinden uzak dursun.
İhyâü'1-UIûm, Kimyâü's-Sa'âde ve benzerleri, gerçek (Tahkik) ilmi ile özenme (Taklit) ilmi arasında bir mesafe oluşturur. Bu da, dünyayı doğru yola götürme ve gerçeği arayan kişilere görünmüş güzel bir yoldur. Zira bunlar, gerçeği ararken neyin kendilerine uygun, neyin ters düştüğünü anlayacak kabiliyette değiller ve bilmeden tıpkı av köpekleri gibi boşuna çaba harcarlar. Şunu bil ki:

Cinler, meleklerden, şeytandan ve iblisten daha yaygındır ve bunların hepsi ruhlar âlemindendirler; cisimler alemiyle hiç bir ilgileri yoktur. Bunlar bütün ve bölümden oluşan güçlerdendir. Allah'a yakınlaşmayı gerçekleştiren araç ve sebeplerden meydana gelen güçlere, melekler adı verilir. Allah'tan uzaklaştırıp, dünyaya yaklaştıran güçlere ise, şeytan adı verilir. Ulu Tanrı'm ayet-i kerimede "Allah'la cinler arasında da bir soy bağı icabettiler" sözleri, bizim cinler meleklerden daha geneldir sözümüze dair bir kanıttır. Kâfirler, melekler Allah'ın kızlarıdır dediler. Fakat cinler ve şeytanlar Allah'ın kızlarıdır demediler. Yüce Allah bunlardan münezzehtir. Bu söylenenler, meleklerin de, cinler kavramı içinde yer aldığı anlamına gelmektedir.

Merhaba

Merhaba!

Ali Büyükçapar

Faizci, liberal, kapitalist, sosyolist ve ateist dünya ‘nın gözü kararıyor. Nerede bu fikir sistemlerinin kapıkulları? Çöken dünya borsalarının tozu dumanı Anadolu insanın öfkesini biraz daha kabartıyor.
Dünya insanlığı bunu hak etmedi.
Faize hayır! Kapitalizme hayır! Dünyanın sömürülen insanlar Amerikanın dünya tasallutuna hayır derken kutsala uzak olduklarını biliyorlar mı? Aydınlanma felsefesinin kutsalla münasebeti hep alaycı oldu insan aklının bu çabaları beyhude çalışmalar olarak algılandı, hâlbuki aklın ürettiği kutsaldan hareket ederek tanrının kutsalına ulaşabilirdi.
Liberalizme de hayır! Muhafazakâr demokratlığı kapı dışında bıraktım. Demokrasi Türk insanın dipsiz kuyusu biz demokrat kimliğinin daha fevkinde standartlar oluşturduk Ergenekon’da. Karlı tanrı dağlarında, gövşen gözlü Bozkurtların izinde Turan ülkesini kuruduğumuzda sünepe demokratlar kendilerini Atlantis’e atsınlar.

Devletimizin bekası Türk milletinin atan yüreğinin iksiridir.
Ezanların okunduğu, Bozkurt haykırışları’nın dünyayı inlettiği demler yakında. Maraş’tan Ergenekon’a bir yol gider şahlar şahı divan açtığında biz Maraş Türklük sevdalıları olarak hep önde olacak serdengeçtiler bile. Kıskandırıp haykırışlarımızla Gâvur ellerini titreteceğiz.
“Fena ender fenayım her ne varım varsa sendendir.” Diyen Şeyh Galip Efendimize dualar gönderirken ulu çınarlar gibi dallarımızla mavi göklerde gökkuşaklarını tutuğumuzun farkındayız. Türklük sevdası, İslam aşkı, gaza tutkusu, Kızılelma düşüyle düştük bu tozlu yola, önmek yok.
Maraş güz günlerinde.
Cihetsiz kuş cıvıltıları, serçe sesleriyle ezelden ebede var oluş neşem artarak devam ediyor yaşamak karlı Tanrı dağlarında gök gözlü Bozkurtlarla güzel.
Sağlıcakla kalın.

Ali Büyükçapar

Baharım Sende Kaldı

Baharım Sende Kaldı

Aldanış putları önümde sıralanırken
Oradan gök gürlemesi duyuluyor
Başım kelebeğin gözünde leke
Güneş ısırıyor kuytularını varlığımın
Dönüp eşiğine yüz sürüyorum

Hayatım dağılan sisti ellerinde
Dudaklarından dökülen inci mercan
Özüme vurduğun mühüründü

Dağlandı alnım kırıldı düşlerim
İzin ver toplayıp sana geleyim

Geç kaldım senin acelen yok
Ben ki ha var ha yokmuşum
Ağırlaştı yüküm üstümde denizler
Deniz kızlarının duası olmasa
Girmezdi yunus düşlerimde

İkindi bitti güneş veda ediyor bulutlara
Ellerimi açıyorum toprağa
Bir sızı yürüyor yüreğimin tenhalarına.

Ali Büyükçapar

Nefes

Nefes

Ezildi nar şerbeti çileyle
Güneşten bitimsiz ateşle
Deli poyraz kırık testiyle
İmam Hüseyin’e salâvatla

Yeşil sancakta Enel Hak
Yüreklerde kerbela izine bak
Kor ateşle dağlandı hak
İmam bakıra salâvatla

Tutuldu oruçlar Ramazanda
Kara donlu Beytullah niyazda
Hacerül Esved tenhada
İmam Musa kazıma salâvatla

İmam Takiden bir nefsi
İmam Naki oldu bize eş
İmam Hasan ül askeri pes
İmam Mehdi ye salâvatla

Toplandı pirler dergâhta
Gökkuşakları salındı öylece
Şah âli sırrı sırladı böylece
İmam Hasana salâvatla

Ejder Polat

Gurgumda Zaman

Gurgumda Zaman

Allah’ın saftirik kulu ve 1984’ler

İmtihanı kazanmanın heyecanını yaşarken “ Allah’ın kendisi için hayır dilediği “ bir insan olmanın da erdemini sahiplendim. Çünkü ilahiyat Fakültesini ilk yüzeli kişinin içinde yedinci sırada kazanmıştım.
Kayıt için Konya’ya gidip lise diplomamı ve şair evrakları teslim edip büyük dairenin içine giriverdim. İlahiyat eğitiminin insana yapıp ettiklerini bilecek yaşta değildim. On yedisine ya varmış ya çıkmıştım. Okulumuz Meram-Yeni yol güzergâhında Eğitim fakültesinin biraz ilerisinde cephesi anayola bakan büyük bir binaydı. Hemen yanında Rektör Halil Cin’in köşkü vardı. İlahiyatın giriş kapısında Cami yer alırdı.
İlahiyata başladım.
Arapça derslerinde Latin alfabesiyle not alıyor yazılarımda Türk alfabesinin harflerini kullanıyordum. İlk yıl hazırlıktı Arapça ve Kuranı Kerim dersi vardı. İmam hatip Lisesi mezunlarıyla birlikte sınıflar oluşturulmuş bende sıralarda eksiklerimi tamamlayabilmek adına tıp öğrencilerinden fazla ders çalışmaya başlamıştım.
Mehdi gelmişti.
Arapçayı öğrenmek arzusu, Kuranı Kerim çalışmalarıyla beraber yürüyor hiç aksatmadan gayret ediyordum.
Fakültede ne olup biterdi bunları anlamaz çoğu ağabeylerin masalarına yaklaşamazdım. Okulun üst katlarına bile iki mevsim çıkamamış edep, terbiye korku ve saygıdan ezim ezim ezilmiştim.
Din okulunda yanlış olmazdı!
Derken farklı rüzgârlar esmeye başladı, havalar soğudu, kantinde oturmalarımın tadı kalmadı nefs eğitiminde merhaleler alabilmenin arzusuyla Nakşibendî yolunun doktrinlerinde ilginin üstünde yakınlık duydum. Evinde kaldığım Maraşlılar koktu Cematın’dan benim geldiğim yer Sami Efendi cematındanmış ben iki arada bir derede kaldım. “Ağır bakım” durağı karşısındaki evde kendi yalnızlığım yetmezmiş gibi çok öncelikli verdiğim cemaat çalışmaları arasında bocalamaya başladım. Nereden bilebilirdim bu işlerin folklorik iş kategorisinde algılandığını.
Dini cemaatler çeşitli psikolojik ve sosyolojik sorunların çözümü için çalışa dururken ben saftirik Allahın kulu ruhumu nefsimi eğitmenin sıkıntılarıyla evrada ezkaza kendimi vermiş gündelik hayattan kopmuş ay altında yaşayan sözüm ona Molla olup çıkmıştım.
Çarşıbaşı’ndan aldığım tavsiye yazısıyla Maraş’tan gelmenin onurunu birleştirip Doktor Baybalın en yakın zamanda yer edinmenin çabasındaydım. Baybal Konya’da Sami Efendinin görevlisi o’nun temsilcisiydi. Tıp okumuş sonunda her şeyin tarikatla toplandığını anlamış Allahın velisiydi yapıp ettiklerini benim için hücetti. Baybal beni Meram’da sert Hocanın sohbet grubuna yazdı. Durmuş sert ilahiyattan hocamdı ve Kuranı Kerim derslerime giriyor bende O’nun tarikat sohbetlerine devam ediyor bilgimi, irfanımı artırıyordum Konya’nın Meram bölgesinde oturanlar varlıklı insanlardı köşklerde yaşar benim dünyamda olmayan standartlarda bir yaşam sürdürürlerdi.
Maraşlıların evi diye bilinen daireyi korumaya çalışıyor evi sahipleniyor benden bir dönem önce burada kalanların adlarını yaşatmak adına devamlı onları gündeme getiriyor bütünlenmeye kalan Ali, Ermiya ve Mustafa’nın da gidici olmalarını belirterek evde otoritemi arttırmak için didiniyordum.
Nafile işlerle meşgul olduğum ortaya çıktı.
İki cemaat arasında kalmıştım ev arkadaşlarım Kotku hoca diyorlar bende Sami Efendi diyordum. Kışın ortalarıydı bütünlemeler bitince okulun eve yakın oluşu da göz önüne alındığından Maraşlıların evi el değiştirdi bir grup geldi ve eve yerleşti bende bir odaya sığındım derken evden gürültüler gelmeye başladı, uyumsuzluk, gelgitler benim anlamadığım teferruatlardan evden ayrılmam istendi.
Şaşırdım!
Din adına benim sahiplendiğim evden beni kovuyorlardı bunlar sonradan gelmişler bense Maraş’tan buraya gelerek yerleşmiş bunun içinde çabalamıştım, dahası Maraş’takilere diyecektim.
Korktum, yalnız kaldım ne yapacağımı öğrenmek için mektup yazdım Maraş’a ve beklemeye başladım.
Maraşlıların evinde yalnız bir Maraşlı kendimi böyle görüyor olup bitenlere bir anlam veremiyordum. Ah ilahiyat eğitimi ah sen nelere kadirmişsin de benim bundan haberim olmamış.
Evet, bütün insanlardan fazla önemsedim yaptığım işleri canımla, dişimle, özümle çalıştım başkalarının angarya gördüğü vazifeleri ben Allahın emri bildim her şeyimi bu Müslümanlık yoluna koydum.
Evden ayrılmam isteniyordu ısrarla ne yapacaktım?


Devlet yurdundan haberim yok, dahası Devlet mefhumundan ürperiyor dindarlık adına yaşadığım absürt hayatı kendi ülkü değerim sayıyor ermiş biri olacağımı zannediyordum.
Okul mu? O çok iyi devam ediyordu.
Güz geçti ilk dönem bitti.
Maraş’a döndüm. Babam halimi beğenmedi zayıflamış, çökmüş kendimi din eğitiminin irfanı adına yiyip bitirmiş bir deri bir kemik kalmıştım.
Yapılan uyarıları dinleyince gülüp geçiyor dindarlık denilen olgunun yaşam boyutunda kesişmesinin örnek modelinin benim yaşadıklarım olduğunu düşünüyor bunun mücadelesini veriyor gecemi gündüzüme katıp insanları irşat etmenin aşkıyla yanıp kavruluyordum.
İnsanlar benim bu iyi saf mükemmel yapımı istismar ettiler önemsemedikleri dindarlık yükünü benim sırtıma yüklediler böylece hayatımın dönemeçleri yaşanılır olmaktan çıkmaya başladı.





Ali BÜYÜKÇAPAR'ın Kitapları

1-Malabadi - 33 Şiir
2-Necip Fazıl
3-Kitap Pusulası
4-Ulu Kapı Sırlı Yol
6-Kırk Hadis
7-Hafız Osman Sandal
8-İsmi Azam (Esmaül Hüsna)


Temin Adresi:
P.K. 115
Kahramanmaraş


Köroğlu Hikayesi

MARAŞ AĞZI KÖROĞLU HİKÂYESİ - 1
Hacı Ali ÖZTURAN

Lala Hüseyin Paşanın kahvecisi de böyle miydi, değil miydi bilinmez; ama o akşamın sohbet konusu “güzel at”tı. Paşa:
-Ahırımdaki atların benzeri dünyada yoktur, diye övündü. Ben atı çok severim ağalar. Ne demişler? At, avrat, silah… Kaçarsak atla kaçarız; kovalarsak atla tutarız. Yorulsak bineğimizdir; yalnız kalsak yoldaşımızdır. At adama dosttur. Ne demişler? At yedi günde, it yediği günde sahibine alışırmış. Benim atlarım da öyle dosttur bana. Hele içlerinde biri var ki… Yüzüne baksanız karnınız doyar. Buranın havası mı yaramadı, ne olduysa üç beş günden beri çok huysuzlaştı. Herhalde eski seyisini arıyor. Bunun dilinden anlayan, iyi bir seyis tanıyor musunuz?
Ağalar, Beyler ellerini şakaklarına koyup düşünmeye başladı. Seyisten çok ne vardı? Gel gelelim paşa beğenecek miydi? Ya beğenmezse? Paşa bu… Paşa kısmının ne yapacağı hiçbir zaman belli olmaz. Askerlik ters ocak derler ya… Ağalar, beyler düşündü, taşındı; şu mu olsun, bu mu olsun derken, sonunda Rüstem Ağa ortaya bir isim attı:
-Bu atın dilinden anlasa anlasa Deli Yusuf anlar, dedi.
-Oooo, gerçekten Deli Yusuf at dilinden iyi anlar, dediler.
Paşa sordu:
-Kim bu Deli Yusuf?
Rüstem Ağa doğruldu. Bağdaş kurdu. Elindeki fincanı Maraş işi oyma ceviz sehpanın üzerine bıraktıktan sonra:
-Paşam, diye söze başladı. Bu Deli Yusuf bir zamanlar dağda gezmiş bir eşkıyadır. Namuslu adamdır. Mert adamdır. Özü-sözü doğru adamdır. Bizim ulusumuz adamın iyisine “deli”, atın iyisine “doru” der. Bu da öyle delilerden. At dilinden bu çevrede ondan daha iyi anlayan bulunmaz. Bir söyleyelim, razı olursa…
Lala Hüseyin Paşanın kaşları çatıldı:
-Ne demek razı olursa?
Rüstem Ağa iki taşın arasında kalmıştı. Bir yanda Lala Hüseyin Paşa, öte yanda Deli Yusuf. Adı üstünde Deli Yusuf…Gelmez mi, gelmez. Bugün eşkıyalığı bıraktıysa da yıllarca dağda gezmiş bir adam; nerde ne söyleyeceği belli olmaz.
-Paşam, dedi, Deli Yusuf nalbantlıkla geçim sağlar. Kendi başına buyruktur.
-Canım ben de buranın Paşasıyım. Ben çağırırım da nasıl gelmez? İki asker göndereyim, hemen alıp getirsinler.
Deli Yusufu iyi tanıyan Rüstem Ağa, bir terslik olmasın diye hemen araya girdi.
-Paşam bu saatte ahır karanlık olur, at iyi görünmez, uygun görürseniz Deli Yusufu yarın çağıralım. Askerleri benim dükkânıma yollayın, Deli Yusufa götüreyim.
-Haklısın. Akşamın hayrından, sabahın şerri iyi olur demişler.




DELİ YUSUF

Ertesi gün kuşluk vakti iki asker Rüstem Ağanın dükkânına geldi. Birlikte Deli Yusufun nalbant dükkânına doğru yola çıktılar. Rüstem Ağa askerlere dedi ki:
-Bu adama adıyla, sanıyla Deli Yusuf derler. “Paşa istiyor!” diye tepeden inme emir verirsek belki gelmez, belki bir laf söyler. Onun için bırakın ben onun anlayacağı dilden konuşayım.
Askerlerden biri dik kafalılık etti:
-Ne demek gelmez. Bugüne bugün bu kentin paşası çağırıyor kendisini. Nasıl gelmez; sürür götürürüm onu.
-Aman Ağa, sen ne diyorsun? Deli Yusuf bu…
-Kim olursa olsun. O deliyse, ben zırdeliyim. Ne deliler gördük biz…
Deli Yusufun nalbant dükkânının önüne gelmişlerdi. Deli Yusuf dükkânın önüne bir iskemle atmış, oturuyordu. Dükkânın iç tarafında Deli Yusufun 13-14 yaşlarındaki oğlu Ali bir şeylerle uğraşıyordu. Rüstem Ağa biraz arkalarda kaldı. ”Bırak sarhoşu, yıkılana kadar gitsin…” derler, olacakları seyre başladı.
Dikine giden asker, Deli Yusufu görünce görelim ne söyledi:
Paşam emir verdi geldim buraya
Yusuf tez hazırlan işim acele
1/4 Lala Paşa seni ister saraya
Yusuf tez hazırlan işim acele
Rüstem Ağanın da beklediği gibi, Deli Yusuf üst perdeden alınan bu dörtlüğe sinirlendi. Oturduğu yerden doğruldu. Deli Yusufun kafası kümbet gibiydi. Alnının çatı bir karıştı. Kaşları dört parmak enindeydi. Gözleri bakır tas gibi kıpkırmızıydı. Koç boynuzu gibi bıyığını kıvırıp al yanağına oturtmuştu. Göğsü taraba tahtası gibiydi; nefes olup verdikçe kalaycı körüğü gibi “Harr! Harr!” ediyordu. Elindeki sopayı saz misâli tutup kesik makamdan söyledi. Görelim Deli Yusuf ne söyledi:
Sarayın önünde beyaz gül biter
Ağana paşana başlarım şimdi
1/5 Kapının önünde dırlanma yeter
Ağana paşana başlarım şimdi
Deyince asker utancından kıpkırmızı kesildi. Dükkânın önünde duran bir semeri öfkeyle tekmeledi. Deli Yusufu alıp götürmek için bir kez daha aldı:

Deli Yusuf bırak artık inadın
Yollarım ha şimdi kolun kanadın
1/6 İçiririm sana kılıç şarabın
Yusuf tez hazırlan işim acele
Kapının önündeki semerin tekmelenmesine Deli Yusuf iyice kızdı. Bir daha söyledi. Bakalım ne söyledi:
Borçlu muyum sana, yokmu sende ar
Yediririm sana arpayla zavar
1/7 Gelirsem yanına eylerim tımar
Ağana paşana başlarım şimdi.
Aldı asker:
Varırsam yanına kolun bağlarım
Bağlarım da bıyığını yollarım
1/8 Nalbant dükkânında seni döverim
Yusuf tez hazırlan işim acele
Aldı Deli Yusuf:
Deli Yusuf der ki, kaçma ha köpek
İşte geliyorum öpme ha etek
1/9 Senin istediğin iyi bir kötek
Ağana paşana başlarım şimdi
Âşık atışmalarında, âşıklardan biri adını söylerse, sözlü atışma orada biter. Deli Yusuf da, bu işin dille değil elle sonuçlanacağını anlayınca, türküyü kesti. Elindeki sopayı kılıç misâli tutarak dükkândan dışarıya fırladı:
-Seni bana sayıyla mı verdiler ulan!
Diyerek askere birkaç tane indirdi. Bir ara toparlanan asker, kılıcını sıyırdıysa da daha elini havaya kaldırmadan Deli Yusuf sopayla bileğine vuruşun kılıcı elinden düştü. Deli Yusuf iki tane de kıçına vurunca, asker kurtuluşu kaçmakta buldu.
Deli Yusuf, ikinci askerin karşısına dikildi:
-Sen ne diyorsun ulan!
Askerin ödü kopmuştu:
-Bir şey dediğim yok Ağa…
Diyerek oradan sıvıştı.
Deli Yusuf söylenerek dükkâna girdi.
Rüstem Ağa işin buraya geleceğini biliyordu. Olan olmuştu bir kez… Yapılacak şey, Deli Yusufu anladığı dilden kandırıp saraya götürmekti. İçinden “Bismillah” deyip dükkâna daldı:
-Selamünaleyküm!
Deli Yusuf oturduğu yerden ayağa kalkarak selâm aldı:
-Aleykümselâm Ağa! Buyur, otur.
Rüstem Ağa hasır iskemleye oturdu. Karşılıklı hâl-hatır sorduktan sonra Rüstem Ağa konuya girdi:
-Yusuf Ağa, az önce askerlerle kavganı gördüm. Bir şey dikkatimi çekti…
-Buyur sor Ağa!
-Sana değil, şu delikanlıya soracağım. (Aliye dönerek) Delikanlı, baban kavga ederken sen niye yardıma gelmedin?
-Babama üç beş askerin gücü yetmez de ondan…
Rüstem Ağa kafasını yere eğerek gülümsedi. Deli Yusufun oğluna da böyle düşünmek, böyle davranmak yaraşırdı. Deli Yusufa dönerek:
-Yusuf Ağa, dedi, ben seni çoktandır tanırım, severim…
-Eksik olma…
-Dün akşam Paşanın konağındaydık. Paşanın çok iyi bir atı varmış…
Deli Yusuf at tutkunuydu. “At” dendiğinde yemeyi içmeyi unutur mu, unuturdu. Sandalyesinde biraz daha öne eğilerek Rüstem Ağayı dinlemeye başladı:
-Eeee…
-Atın cinsini bir türlü bilemedik. Ben dedim ki; bilse bilse bunu Yusuf Ağa bilir.
Deli Yusuf paşanın atını görmek için yay gibi fırlayıp ayağa kalktı:
-Ağa hemen gidip bir bakalım…
Rüstem Ağa ile Deli Yusuf yola dizildi.
Konağın selamlığına vardıklarında soluk soluğa kalmışlardı. Rüstem Ağa selam verip paşanın gösterdiği yere oturdu. Deli Yusuf da tek dizi üstüne yeleli aslan misâli oturmuş bir an önce ahıra gitmeyi bekliyordu. Rüstem Ağa, Deli Yusufu tanıttı:
-Paşam, akşam sözünü ettiğim Yusuf Ağa bu arkadaş. Erzurumda at dilinden en iyi Yusuf Ağa anlar. Dilerseniz atınızı bir de Yusuf Ağa görsün.
-Hay hay!
Paşa, ”Hay hay!” der demez Deli Yusuf yay gibi fırlayıp ayağa kalktı. Hemen ahıra gidip ata bakmak istiyordu. Paşa:
-Acele etme Yusuf Ağa, hele kahveni iç… dedi.
Fidan gibi bir genç hölbeli fincanlarla kahve getirdi. Deli Yusuf atı görmenin heyecanı ile, bir dikişte fincanın dibini gördü:
-Ben kahvemi içtim Paşam! dedi.
Paşa baktı ki, Yusuf aceleci:
-Peki, dedi, sen ahıra var, biz de geliyoruz.
Tek dizi üstüne yeleli aslan misali oturan Deli Yusuf yekinip kalktı. Merdivenleri gepir güpür inerek ahırın yolunu tuttu.
Ahırın kapısını açtı. İçeriye girdi. At yalnızdı. Boy bucak yetmeyecek, yüksek bir attı. Rengi al ile yağız arasıydı. Bacakları uzun, bilekleri inceydi. Sağrısı ve kafası iriydi. At, merakla Yusufa bakıyordu. Kulaklarını makas gibi dikmişti. Ön ayağı ile hafiften eşinmeye başlamıştı.
Yusuf birden atıldı. Sol eliyle hayvanın alt çenesini kaptı, dişlerine baktı. Altı yaşındaydı. Paşanın atı çırpınıyor, alt çenesini kurtarmaya çalışıyordu. At huysuzlaştıkça Yusufun parmakları biraz daha kasılıyor, atı kıpırdayamaz ediyordu.

Varidât

VARİDAT
Şeyh Bedreddin

Şunu bil ki, isimler, nitelikler ve işlerin hepsi kabiliyetlere bağlıdır. Bunlar olmayınca, onlardan da bir şey ortada kalmaz. Bu sırra dair haberi de kaderin sırrı bana bildirmektedir. Allah daha iyi bilir. Allah'a hamdolsun bu konulardaki bilgileri Yüce Allah bana bildirdi. Bu bilgiler kitap okuyarak ve öğrenim görerek elde edilemez. Cennet, esasında melekût âleminden ibarettir. Âdem aleyhis-selam buradan çıkıp, yoğunlaşarak yeryüzüne aldığı şekille inmiştir. Ahiret işleriyle ilgilenen bilginler, Ahiret yolu için gerekli olan bilgileri kitap ve sünnetten öğrendiler. Fıkıhla uğraşan bilginler de, dünya işlerine dair bilgileri ve alım satmalara dair meseleleri yine, o kitaplar ve sünnetten elde ettiler. Kişi, Ahiret yoluna dair bilgileri elde etmek isterse, Ahiret konularını ele alan kitapları incelemelidir. Fıkıh konularına dair bilgileri elde etmek istiyorsa, o halde, fıkıh kitaplarım okumalı ve incelemelidir. Biri kalkıp, ben de kitap ve sünnetten yararlanarak bu bilgileri, Ahiret ve fıkıh işleriyle ilgilenen bilgilerin eserlerini gözden geçirmeden elde edebilirim; onlar insandı, ben de insanım derse, doğru olmaz ve bu düşünce ömrü boşa harcamaktan başka bir işe yaramaz. Ahiret yolu da böyledir. İnsan ancak duygularla ilgisini kesip, Hakk'ı gözle göremeyeceğini idrak ettikten sonra ve Allah'm sevgisiyle coşunca, Allah ona görünüş olarak görünebilir. Fakat bu çok az tahakkuk eden bir olaydır. Buradaki esas nokta gönlün saf bir şekilde Allah'a yönelmesidir. Bu gerçekleşirse, Allah görünüş olarak değil, anlayış şekliyle ve duyularla tecelli eder ve şüphe ortadan kalkar.
Ağacın, "Ben Allah'ım" demesi, insanın bunu söylemesinin doğru olduğuna dair bir uyarıdır. Birinci şekilde belirttiğimiz gibiyse, doğrudur. Dünya Allah'ın görünüşü olduğundan dolayı, "Ben Allah'ım" diyen herkesin sözü de doğrudur. Çünkü bununla bütün (Allah) kastediliyor; bölümle hiç bir alakası yoktur ve konuşan insan değil, Allah'tır. Keza aynı şekilde insan konuşmaya başlayıp, "ben Zeyd'im" derse, bu sözleri doğrudur. Çünkü bu sözler Zeyd'in özüyle alakalıdır ve konuşan dil ile kıpırdayan ve etten oluşan bedenle yakından uzaktan hiç bir ilgisi yoktur. Sözü söyleyen dil değil, Zeyd'in zatıdır. Bundan dolayı ağaç veya insan "ben Allah'ım" derse doğrudur. Bu itibarla her zerre de, "Ben Allah'ım" derse doğrudur. Ancak başka bir kişi "O veya sen Allah'sın" derse, doğru değildir. Aynı şekilde dil ben Zeyd'im diyebilir. Fakat bir başkası dile, o, veya sen Zeyd'sin diyemez. Peygamber (S.A.V.)'in; "Allah vardı ve onunla başka hiç bir nesne yoktu" sözleri, Allah'ın birlik aşamasından daha üstün bir aşamaya denildiğine dair bir göstergedir. Bütün nesneler de, bu aşamada ortaya çıkmaktadır.
Şunu bil ki, varoluş ve yok oluş ezelî ve ebedîdir ve dünya ile Ahiret ise izafîdir. Görünen dünya fâni ve görünmeyen Ahirete baki denmiştir. İkisi de ezelî ve ebedîdir. Ancak diğer ebedî olan Ahirete verilir. Kişilerin elde ettikleri olgunlukların tatları, huriler, köşkler ve cennetlere benzetilmiştir. Bunlara verilen adlar takma adlardır. Çünkü eksik, câhil ve kıt akılları bulunan kişilere gerçek bu vesile ile anlatılabilir. Onlara açıkça anlatılsa bile, dünya işleri ve lezzetlerinden geri kalmazlar. Bundan dolayıdır ki, bu yollara başvurulmuş ve bununla bu kişilerin şevkinin arttırılması amaçlanmıştır. Böylece bunlar Allah'a ulaşmak için ibâdetlere yönelirler ve büyük bir çalışmaya girişirler ve sonuçta Hakk'ı idrak ederler. Allah yoluna girenlere başlangıçta böyle yapılmamış ve böylece dikkatleri çekilmemiş olsaydı, bilmedikleri yollara saparlardı. Allah gerçeği söyler ve doğru yolu gösterir.
Allah'm selamı ona olsun Peygamber, hadis-i şerifinde buyurmuştur ki, "İnsanların ellerinde bulunanlardan uzak dur; insanlar seni sever ve Allah'ın katımda bulunanlardan uzak dur; Allah seni sever." Mükâfat ve tehditler doğrudur ve bunlar Hak'tan Hak'a ve Hak'la Hak içindir.
Şeyh Bedreddin

Merhaba

MERHABA

Yazın MİLCAN çıkmadı çünkü yapılacak zahire işim vardı, tarhana, pekmez kış hazırlığı birde gidilmeyen tatil yerlerinin programı.
Çivi gibi çakılıp kaldık bu sene Maraş’a. Bu satırlarımızla Türkiye’nin dört bir yanına gitme fırsatını yakalıyorum gün şen olsun. Demokrasiye Ergenekon’a rağmen inanmam isteniyor hayır bu mavala inanmıyorum. Milletler dünya egemenliğini demokrasi fikriyle gerçekleştirmiyorlar. Türk milleti Turan ülküsü, Kızıl Elma düşüyle var olacak Ötüken de yaşayıp Karlı Tanrı dağların da gök gözlü bozkurtların haykırışlarını dinleyecek! Engelli demokrasi koşusu devam ediyor birileri burada insanlığa hizmet ettiğini sanıyor ama yanılıyor. Türk milletine gerçek hizmeti elbet biz vereceğiz aziz milletimizi ülkü değerlerinin aydınlığı ile yarınlara taşıyacağız.
Muhafazakar demokrasi gül geç. Erdem birliği ve hizmetli seçilmişlik bunu tamamlayan ASALET.
Kuyruk doğdu bundan sonrası güz çınar yaprakları buz gibi sulara düşecek abı hayat ırmağından içen bizler Turnaların ezgilerini seslendirmeye devam edeceğiz. Güze başlarken Köroğlu’ da MİLCAN’ın yoldaşı oldu. Dostlara kelam, tütüne devam, çaya selam!

Ali Büyükçapar

Gamzeli Ceylan

Gamzeli Ceylan

Kemiklerin sızlayacak anınca baharı
Soğuk boran kıyamet ve ötesi
Sığındığımız o kuytu
Yeminler dahası gözyaşı

Sen ben dün yarın mutlak zaman
Papatya falında güneş
Tuvallere sığmayan renk beyaz ap ak

Gülüşlerin esmer teninde Akdeniz
Dişlerin umut beyazı
Sarıp sarmalaman arzu dolu
Diz çöktüm ayaklarına
Pembe umut ellerin
Uzat narçiçeklerini
Başıma

Sevgilim gamzem
Sağnağına al beni
Yalnızım kimsesiz dahası kulun
Bir çare sarhoş ve öksüz


Ali Büyükçapar

Modern Şiirin Zemini

Modern Şiirin Zemini

Mustafa Muharrem

Modern şiir baş dönmesinin, bulanmanın, puslanmanın şiiridir. Kadim şiir ile modern şiiri birbirinden ayıran, ne dizelerin istif tekniğidir, ne estetik temellerdir. Öncelikle modern şiirin hayat karşısındaki gard alış dili ve bunun biçimidir farklı olan. Modern şiir, kadim şiirin tarihsel bir uzantısı; bir geleneğin yeni söyleyiş stilleri, yeni imge imkânları keşfederek tazeliğini koruyan veçhesi değildir. Aynı dil ırmağından beslenseler dahi modern şiir ile kadim şiir, birbirleriyle hısım görülmemelidir.
Kadim şiir, ölçüsü ve uyak düzeniyle, tematiğiyle insanoğlunun kozmik bütüne ait bir cüz, hatta bir uzuv olduğu kabulünden çıkar yola. Şiir, kozmik bütünlük ile insan arasındaki organik bağın tasviri üzerine oturur. Toplumsal düzen ve estetik kök, kozmiğe, kozmik bütüne duyulan hayranlığın ve özentinin yaşantıya tayin ettiği gramerden ibarettir. Daha doğrusu, zihinsel ve ruhsal dünyanın kendine model aldığı bir mükemmellik olan kozmik bütünlük, hayatı refere eden bir mercidir. Ritmiyle, geometrisiyle ve tematiğiyle kadim şiir de kozmik bütünü dilde kurgulamakta, dilde aksettirmekte, dilde süzmektedir. Aşk, kozmik bütünlüğe kapılmış insanın bu kaynaşmayı estetize edilmiş
bir zorunluluğun kodu olarak içselleştirmesidir. Elbette aşk önce oluş katlan arasında bir gerçekleyim perdesi halindedir. Kozmik bütün içinde oluşa karşı hissedilen saygı ve yüceltme, varlıkların kendilerini bilmelerinin, sınırlılıklarının şuuruna varmalarının eylemleridir. Neyin, hangi nedenle saygıya değer bir tarafı bulunduğuna dikkati, anlamının da ontolojik gerekçesidir. Evrenin canlılığını betimleme ve yorumlama kadim şiirin yüklendiği bir emanettir. Bu emanetin asıl sahibi, varlık hiyerarşisinin tepe noktasından bakan, gören, denetleyen tecelli yetkesidir. Şairin yaptığı, tecelli yetkesinin beklentilerini dilde cevaplamaktan ibarettir.
Merkezi vardır kadim şiirin. Bu merkez sosyal yaşantının dizaynı ile bir ve aynı delilin pratiğidir. Günübirlik bilgi ve hayat hangi tasavvurun imzasını taşıyorsa, hangi epistemden kendi bedenselliğini kazanıyorsa, şiirin de nedeni bu çekirdektir. Şair, kozmik bütünlüğün sesidir. Yaprağın veya kadının, yağmurun veya zamanın, ağlamanın veya ölümün, bir meyvanın veya bir solucanın şifrelediği hakikat ne ise, şairin dilde kotarmak istediği de budur. Şair dilin erdemi, şiir ise dilin ibadetidir. Bu anlamda şiir de canlıların gramerine tabidir. Çünkü dilin de kozmik bütünün parçaları içinde şartlarına uyması gereken bir akidleşmesi bulunmaktadır. Bu akdin ifa düzeyini, her versiyonu asıl anlamın bir belgesini simgeleyen evrensellik kontrol eder. Evrene, evrendeki güzelliğe ve ritme benzeyen şiir, bu temsil potansiyelini arttıra-bildiği ve etkinliğe dönüştürebildiğı kadar iyidir.
Müşterek anlamlılığın simgeleriyle serpilen kadim şiire karşı modern şiir, evrenin cansızlığı üstünden kendi duruş hakkını elde eder. İmge, merkez estetiğin ve bunu destekleyen bir kozmik görüş odağının de facto yokluğundan türer. Niceliksel aklın yedeğinde, insanı evrenin bencil fatihi olmak ile görevlendiren bir ötekilik disiplini, elbette göğe astronomik nesne olma talimatı verecek, anlamı tarihsel fıksiyonun koyduğu kuralların belleticiliğine bırakacaktır. Modern şiir bizi bu seküler acının yeraltına inmeye çağırır. Acı sekülerdir çünkü, aşkınlık silsilesi içinde bir evre olmaya karşı çıkmış, bunu bir düşüklük saymıştır. Üstelik, anlamımızı patronajlık ile aramızda gerçekleşen ilişkilerin içeriğine bağlamıştır. Merkezin topyekün telef edildiği bir dünyada şiirin işlevi, evrensel öznenin silinmesine karşı insanın uğradığı lanetliliği tattırmaktır. Modern şiirin kadim ahenk öğelerini kullanmaması, egemen düzensizliği kendine ritim seçmesinin sonucudur. Modern şiirdeki ahenk, modern hayatın bir taklididir. Herkesin kendisine tavan bildiği ama kolektif bir algı deneyimi yaşayacağı simgeselliğin yerini, yığınsallığın biçimsizliğinden korunmanın yegâne yöntemi olan imge almıştır. Oysa imge, şairin sübjektivitesine mahsus bir özerkliktir. Dolayısıyla, tek tecrübedir, imgeyi doğru okumak, şairin hangi yaşantı çağrışım tasarım üçlemesi çeperlerinde çalkandığını görebilmektir. Modern şiir bize, evrendeki yerimizi bir terennüm, bir zevk olarak hissettirmek yerine; bu konumumuzu yitirmişliğimizin basıncını duyurma derdindedir. Bu yüzden, modern şiirin selef rezervinden bahis açmak tutarlı değildir. Modern şiir, kendi zamansallığını kabuklarını soyamaz. En fazla, kadim olanın kazanımını kolonileştirebilir.

Şiirin fiilleri hakkında
Mustafa Muharrem
Sır Yayıncılık
Bursa 2002
Sayfa: 65

Nefes

NEFES

Gökte on iki yıldız
Uyur iken uyandırdınız
Ölü idik diri ettiniz
O Şah a kul ettiniz

Bilmezdik akı karayı
Mor Koyuna sayılırdık
Uçurumlar önümüzde
O Şah a kul ettiniz

Dilimizde ölüm şoru
Boynumuzda Yezit izi
Yüreğimizde ifrit yeli
O Şah a kul ettiniz

Dağlandı yaramız
Çiselerken yağmur
Gamzeler gülücükler
O Şah a kul ettiniz

Uludaz’dır pir otağı
Fatmalıdır berisi
Şah Ali kulu bendesi
O Şah a kul ettiniz.

Ejder Polat

Gurgum'da Zaman

Gurgum'da Zaman

Eylül 1983’lerden kesintiler

Mistik alemlerin sarhoşu olmuş yaşadığım hayatın olgularını umursamamaya başlamıştım. Kendimi kurtarmalı ruhumu Tanrıya armağan olarak sunmanın erdemini taşımalıydım. Ruhum bedenimle beraberdi ikisi arasında ben vardım ya da benimle birlikte bir bütün vardı aralarında zemberek divanesi olmuştum.

Ne yapmalıydım?

Bilgim yetersiz Şıh Efendi İstanbul’da Maraş’ta gittiğim mekanlarda varoluş sorularıma cevaplar arıyordum. Hakikatin eşiğinde buldum kendimi. Ezelden ebede insanlığı kuşatan içine alıp ötelere daha da bilinmezlere götüren bir paletin içindeyim. Peki günlük hayat ne olacaktı?
İdealize ettiğim ya da bana ettirilen nizamı ben ahret duyarlılığında nasıl yaşayacak dünya denilen süfli alemden kendimi nasıl soyutlayacaktım.

Zikirlere başladım.

Çiçekli Camiinden Kız Enstitüsüne giden ara sokaklarda koşarak Allahın yüzlerce esmasını dilime vird ediyordum. Koşuyor, koşuyor tanrının adlarını adımlarımla birlikte artırıyordum günlerce böyle koşularım oldu. İbadetleri azımsamayacak boyutta yapmaya başladım daha ben bıyıkları bile çıkmamışken dipsiz ibadet kuyularına gark oldum. Seksen ikilerde birden bire “sarık” sarma gibi adetler anlatılmaya başlatıldı, beş vakit namazı camide kılarken Maraş sokaklarında ve caddelerinde sarıklı dolaşmaya başladım.

Nasıl oluyordu bu duyarlılık?

Sakarya da camide imamlık yapan Nedimi görmeye gittik ben ve Mustafa, sohbetler yapan Nedim Hoca vaazıyla insanları bilgilendirdiği için gözümde çok değerli. İhtiyarların grup olarak oturduğu yerden geçtik Mustafa siyah bir sarık sardı bende beyaz sarık sardım öylece namazı eda ettik, namaz bitiminde etrafımızı kuşatan cami cemaatinin tebrikleri bizleri sanki Peygamberler döneminden gelmiş insanlar gibi görmeleri hala aklımda. Çarşıbaşı Camii evimden daha değerli orayı bütün ince teferruatına kadar biliyorum bütün vakitlerim orada geçiyor kendimi Çarşıbaşıyla tamamlıyorum. Ali Hocanın ağzının içine bakıyor her sözü emir telaki ederek günlerimi anlamlı kılıyorum. Arapça okunurdu Çarşıbaşında ama ne Arapça? Kimler ders alırdı kimler ne yapardı bunu anladığım da yıllar beni kendi yalnızlığımın önüne yetirmişti.
İki katlı Müftülük binası doksanlı yıllara kadar geldi benim çileler geçirdiğim bu binada Hafız Ali Efendi Müftülük icra eylermiş o vakitler.
Bir pano edindik siyah, onu alıp camiinin sol tarafına yerleştirdik Mustafa’yla beraber Kur’an-ı Kerim ayetleri yazıyor sonra da insanların o ayetlere kendilerine düzen vereceklerini konuşuyoruz, ama nafile, nafile. Odanın tavanı basık, pencereler var ışığı içeri huzmeler gibi alan bir sistemle yapılmış yerde ise kirli halı, ayakkabılık odanın bir ucunda çelik masa ve rast gele serpiştirilmiş kitaplar.

Dinin umudu umudun filizleriydik

Topluma uygulanan sistemli değişim ve dönüşümün kendi alanında hüküm edemediği anlarda biz vardık, gençler özelliklede lisede okumayan dine susamış gençler. İmam Hatip Lisesinden kimseler yoktu arkadaşlarımızın arasında dindarlık dışından daha bir cazipti. Akif falan, filan vardı ama onlarda arkadaşlık değil de daha üst bir beraberlik yaşardık. Yemeye, içmeye giyinip kuşanmaya vaktim kalmamış çünkü ibadetleri kendime iş edinmiş onların ifası için fır fır dönmeye başlamıştım. Hayat mı umurumda bile olmazdı.

Ali Büyükçapar

Köroğlu Hikayesi

Maraş Ağzı Köroğlu Hikâyesi

Hacı Ali Özturan



1. BÖLÜM
KÖROĞLUNUN ORTAYA ÇIKIŞI



Gelenek öyledir; meddah öyküye başlarken kahvede bir masanın üzerine sandalye atar ve çıkıp oturur. Omuzuna bir havlu atar. Eline kalın bir sopa alır. Bu sopayı kimi zaman saz misâli kullanır, kimi zaman kılıç misâli… Uyuklayan olursa,” Köroğlu hengeyledi, hüngeyledi, kancık katır sidiğinden su verilmiş Kirmânî kılıcıyla hıngeyleyince…” deyip elindeki sopayla masaya vurarak; ya da elindeki çay bardağını “şangırrrr!” diye yere çalarak uyuklayanları uyandırır. Köroğlu hikâyesinin her bölümünün başlangıcında meddah şiirli bir destan okur. Biz iki destan derleyerek 1. ve 2. bölüm başlarına koyduk. Çok ünlü bir destan vardır ki, bir mahkûm elleri kelepçeli olarak Kurtalandan trene bindirilir ve İstanbula dek istasyon istasyon götürülürdü. Çok araştırmamıza karşın bu destanı derleyemedik. Meddahımız çıkıp sandalyesine oturdu. Havlusunu omzuna attı. Gâhi kılıç, gâhi gürz ve gâhi de saz misâli kullandığı sopasını eline aldı. Çıt çıkmayan kahvede turna destanını söylemeye başladı:

Hak, Haaak!
İlkbahar ayında Kudüsten kalkın
Türbeye bir secde kılın turnalar
Şam eline uğran Halepi geçin
Âşığa bergüzar verin turnalar

Şama varın Kırklar Dağında durun
Halepin şöhretin şanını görün
Şol koca Kilise düşürüm verin
Antepin üstünde dönün turnalar

Turnayı kaldırdım Antep elinden
İzin aldım ağasından beyinden
Karabıyıklıdan, Narlı belinden
Ötüşe ötüşe geçin turnalar

Uçun turnam uçun yüksekten uçun
Kapıçam dağların sessizden geçin
Sol Koca Maraşta bir bâde için
Ordan öte Ahır Dağı turnalar


Ceyhan Köprüsü de bağl’olur zâti
Yapalak olur da Gavhırd’ın otu
Gürleyip akıyor koca Suçatı
Derin göllerinde yüzün turnalar

Zeytin Manastırı vardır beride
Toplanıp cem olun kalman geride
Aşın yüce dağı uğran Beruta
Berutun yaylasın görün turnalar

Koca Tokat derler (de) şehirler hası
Kesilmiş bülbülün gülden avazı
Aşın dağları da görün Sivası
Orda ziyaret var konun turnalar

Edin ziyareti dönün sağına
Seyreyleyin bahçesine bağına
Uğrak verin Erciyesin dağına
Nuhun gemisini görün turnalar

Irmaktan, Çataktan Hacına uğra
Kumbuğa konakta tellerin ığra
Göksun Köprüsünü geçti bir turna
Vardı sana Sultan Kiraz belleri

Kirazdan da ırga ırga çekilin
Eleksırttan Bağlamaya dökülün
Oralarda gündören var sakının
Avcıları derin gezer turnalar

Uçun turnam uçun yüksekten uçun
Aşın gidin Saraycıktır yolunuz
Kuruc’ova, Tekir Gölü konalga
Oradan da sessiz geçin turnalar

Yaşa telli turnam sen binler yaşa
Suçatı, Gavhırttan yolların aşa

Aş Cihan Köprüsün uğra Maraşa
Maraştan bergüzar alın turnalar

Çıkın Ahır Dağına da edin temaşa
Payıntaht kurmuşlar koca Maraşa
İçinde oturur Kalender Paşa
Ötüşmeyin sessiz geçin turnalar

Kapıçam ötesi Devrent Dağları
Hub olurmuş (da) şu Antepin bağları
Ava çıkmış derler Kilis Beyleri
Ötüşmeyin sessiz geçin turnalar

Hani bre kardeş şöhreti şanı
Gudeyfe bağlıdır Gutseyin hanı
Gürmeydan derler de Şam’ın sağ yanı
Ötüşe ötüşe gidin turnalar

Kul Eserîm der de çekmişem mihnet
Dünyâ telaşından etmişem feryat
Kudüste yatıyor ulu ziyaret
Pîrinden bir dolu için turnalar
Turna destanını okuyan meddahımız, kahvecinin getirdiği çaydan bir yudum aldıktan sonra, sevdâlısı olduğu Köroğlu Hikâyesinin şiirli girişine başladı:
Dinleyin methedem erlerin başın
Nice kalelere atardı taşın
1/1 Kim kesti ejderhâ gibi koç devin başın?
İsmi kaldı cihâne sır ile sırdır hey!

Tut için ruhsatım vardır
Bâki kalmaz bu devr-i eyyam
1/2 Ne gül vardı, ne bülbül vardı, ne de serencam
Eski çeşmim var iken deryâlarda hey!

Deryâlar deryâlanmasın
Birde vaay, ikide vaay, üçte vay!
1/3 Bir derde müptelâyım ki
Desem vaay, demesem vay!
—Diyelim mi?
(Dinleyiciler hep bir ağızdan):
-Diyeliiim!
—Hay haaay! Gûş-ı makam, el kıssa-i mâcerâ-i destan; belî ağalar, meş-hur Köroğlu Hikâyesi şöyle başlar:

Çakmak taşıyla yandan alışan Karabina tüfeğinin icadından kırk yıl ön-ceydi…
Âli Osman toprağında zulmü ile ünlü bir paşa vardı. Adına Lala Hüse-yin Paşa derlerdi. Dedesi paşaydı, babası paşaydı, kendisi paşaydı. Kardeşi Hasan Bey, Beyşehrinin (sonradan Trabzon) vâlisiydi. Hüseyin Paşanın Osmanlıya hizmeti çoktu ama, halka yaptığı zulümler, bu hizmetlerini bir kalemde silip atıyordu. Devlet idaresinde hizmet Allah için yapılır. Allah için yapılan işin halka zararı olmaz; halka zulümde de Allah rızası olmaz. Zâlimlere ise, Allahın da, kulun da rızası olmaz. Bu nedenle, Osmanlı da bu paşasını oradan oraya sürüp duruyordu. Sürmese, görevden alsa daha iyi…
Lala Hüseyin Paşa bu kez de Erzuruma sürülmüştü.
Hüseyin Paşa Erzurumdaki ilk günlerinde herkese iyi davranıyordu. Hoş geldine gelenleri kabul ediyor, Erzurumun ileri gelenleri ile akşamları helva sohbetleri yapıyordu. Konağın selamlığı, Paşa ile tanışmaya gelenlerle do-lup taşıyordu.
Paşanın Erzuruma gelişinin kırkıncı günüydü. Akşamdan sonra kentin ileri gelenleri birer ikişer konağa gelmişlerdi. Fidan gibi delikanlılar hizmet için pervane gibi dönüyorlardı. Muş tütünleri nargilelere basılmış, üzerlerine meşe közleri konmuştu. Bütün nargilelerin şişeleri billurdandı. Ağalar, beyler nargilelerden nefes çektikçe billur şişelerdeki arı-duru sular Karadeniz gibi çalkalanıyor, tokurtokur sesler çıkarıyordu. Elindeki gümüş maşa ile kapının hemen içinde atmaca gibi duran bir delikanlı, ateşi azalan nargilelere köz yetiştiriyordu.
Hölbeli fincanlarla kahveler geldi. Halı yastıklara iyice yaslanan ağalar, beyler hafiften kımıldandı. Kahvelerini alıp höpürdetmeye başladılar.
Paşa ve kahveden söz açılmışken şu fıkrayı da anlatmak gerekir:
Paşanın birinin bir kahvecisi varmış. Selamlıkta 5- 10 konuk olduğunda Paşa kahvecisini çağırır kahve söylermiş. Konukların kimi sâde, kimi az şekerli, kimi orta, kimi şekerli kahve söylermiş. Kahveci hepsine de başıyla “Peki!” işareti yaptıktan sonra kahveleri hazırlayıp getirirmiş. Paşa bu kahvecinin, bu kadar çeşit kahveyi nasıl aklında tuttuğuna şaşar dururmuş. Bir gün konukların olmadığı bir zaman kahvecisini çağırmış:
—Oğlum, demiş, bu kadar çeşit kahveyi nasıl aklında tutuyorsun?
Kahveci demiş ki:
—Paşam seninki orta şekerli değil mi?
—Evet…
—Gerisini boş ver…
Meğer kahveci herkese orta şekerli getirirmiş de, Paşaya saygı gereği kimsenin sesi çıkmazmış.

Hacı Ali ÖZTURAN

Varidât

VARİDAT
Şeyh Bedreddin

Bir gece bu ışıklı rüya beni de bağladı, kendimden geçtim; şaştım; ızdırap ve büyük haz duydum ve o esnada aşağıdaki beyti dile getirdim:
Ey nefs (göz) daima Allah'ın adını an ve kederden ölüver Yüce Allah'tan başka hiç kimseye ihtiyaç elini açma
O esnada etrafımda bir grup fakih öğrenci de vardı; durumumdan etkilenip, benim için korktular. Bu öğrenciler arasında Mısır'daki Barkukiye Medresesi müderrislerinden olan Mevlana Sey-feddin vardı. İlk başta Şeyhuniye müderrisi Mevlana Zâde'yi gördüm. Fakat ikinci defa baktığımda yerine yukarıda adı geçen Sey-feddin'i gördüm. Şunu bil ki, görünüşün değişmesi, yani bir kişinin görünüşünün başka kişinin görünüşüne geçmesi tek bir nesne gibidir. Bazan bir kişiyi başka bir kişi gibi görür. Bu da dileğini anlam olduğuna dair bir belirtidir ve o gruba uygun olup, özel kişiyle ilgili değildir. Görüntü de o kişiyle ilgili değil, başka biçimde uyarılmak için gösterilen ve birliğe delalet eden ayrı bir durumdur.
Allahuteâlâ buyurmuştur ki: "Adem'e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi." Buradaki isimler Allah'ın isimleridir. Allah'ın isimlerinin olgun görüntüsü, meleklerin değil, olgun in¬sanın belirtisidir. Bundan dolayıdır ki, bütün bu isimleri olgun insana öğretti ve onu bu adlarla şekillendirdi. Bu bir şereftir; taş gibi eşyayı belirten harfleri bilmek bir hüner değildir. Çünkü bunları bilmek kolay bir iştir ve gerek insanoğlu gerekse melekler arasında herhangi bir övünç kaynağı sayılmaz.
Gökler, yeryüzü, öğeler ve benzerlerine vekil kılman melekler, bunların içindeki Allah'ın iradesiyle ortaya çıkan güçlerdir. Onlar göz açıp kapayıncaya kadar süren kısacık süre içerisinde bile Allah'a itaat etmekten geri kalmazlar. Meleklerin başlangıçtan sonsuza kadar Allah'ın adını andıklarını Yüce Allah âyet-i kerimede şöyle belirtmiştir: "Onu hamd ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız." Şeytanlar ise, insanın kanı içinde akan ve nefsin hayvani şehvetlerini gösteren içindeki güçlerdir. Bu güçler insanı Allah ve şeriata karşı gelmeye sürükler. Allah'ın selamı üzerine olsun Peygamber hazretleri buna şu sözleri ile değinir: "Şeytan kanla birlikte dolaşıyor". Ey câhiller! Sizler Allah' in, Peygamberlerin ve velilerin söylediklerini anlamıyorsunuz. Akıllarınızın eksikliği, gönüllerinizin bulanıklığı, âhiretle ilgili gafletiniz ve aşırı derecede dünyaya bağlılığınız, sizi gerçeklerden uzaklaştırmıştır ve gerçeği öğrenmenizi engellemiştir. Fakat doğruluğunuz da yanlış yola sapmanız içinde yer almaktadır. Bundan dolayı şeriat düzenleyicisi de bunu size acıdığı için böyle tesbit etti. Çünkü sizin doğruluğunuz cehaletinizde yer almaktadır. Aynı zamanda kader meselesi hakkındaki en bilgiliniz, en cahilinizdir. Gözleriniz bunu görmemiştir, bunun sebebi Peygamber ve bütün velilerin bilmemesinden değil; onlar bunu güneş bildikleri gibi bilirler. Fakat akıllarınızın eksikliğinden dolayı, size ve aşağılık kimselere izah etmiyorlar. Sana gelince, eğer sen de içini temiz tutarsan belki söylediklerini anlayabilirsin.
Hidâyeti dileyen kişi büyük iyilik ve olgunluklarını küçük, ufacık suçlar, kusur ve zararlarını büyük görmelidir; yoksa ondan da ümit yoktur. Bilmelisin ki, kulun Kur'ân'daki dünya, yaşantı ve âhiret işleriyle ilgili konuları bilmesi gerekir ve böylece zamanını orantılı olarak dünya işleriyle âhiret işleri arasında ayarlamasını bilmelidir. Kur'ân otuz Cüzdür. Dünya işleriyle ilgili Cüz birden biraz da¬ha fazladır. Halbuki âhiret işlerine dair cüzler, geriye kalan yirmi dokuz cüzdür. Kur'ân'm bu şekilde düzenlenmesi, esasmda insanlara bir uyarıdır. Bu uyarı insanlara ve âlimlere dünya ve âhiret işlerine ne oranda süre ayırmalarını göstermektedir. Allah daha iyi bilir. Allah'tan gelen emirlerden biri de budur.

Şeyh Bedreddin

Merhaba

MERHABA


Bahar devam ediyor.21 Haziran’a gelinceye kadar bahar ondan sonrası yaz. Ahır dağının fısıltısını duyuyorum. Yavşana gidip, Ulu daz’da serinliyorum.

Zirvelerde ne arıyorum?

Maraş tuhaf bir kalabalıkla güne uyanıyor, caddelerde bir telaş harala gürele yetmiyor bu sokaklar Maraşlıya. Yahudi Mahallesi tenha, Bahtiyar yokuşunda ben, Divanlı camiinde namaz kılanda ben.

Tanıdık simalar azalıyor.

Beni de tanıyanlarda öyle ne oluyor bu kente var oldum iliklerinde yürüyen sızıyı bilirim eksilen biten ne?

Şekle kavuşmayan düşünce bulutları gibi gökyüzünde dağılıp gidiyor. Demokrasi zemini sıkleti taşıyamıyor. Aydınlanma felsefesi olmadan demokrasi mavaldan ibadet!

Demokrasiye inanmam zor!

Anadolu coğrafyasının ideal yönetim biçiminin temelinde ne olmalı diye soruyorum Milcan da bunun cevabını devamlı verdim aslında. Vatandaşlarını zenginleştiremeyen ülkelerde demokrasi azınlığın zulmüne dönüşüyor. Bürokrat oligarşi yanına aldığı Albızın dölleriyle taş üstünde taş bırakmıyor.

Nerede Şahlar Şahı?

İnsanın yönetimi Hakla irtibatlı olmalı ki yürekte kızıl Elma olsun. Gök gözlü Bozkurtlar önümüze düştüğünde, elimizde Zülfikar, gönlümüzde Haydar’ın aşkı belirecek ve biz bir Leyla’nın ahına âlemi boydan boya geçip Kenan diyarına ulaşacağız.

Sefer başladı.


ALİ BÜYÜKÇAPAR

Sürmeli

SÜRMELİ

Kurumuş hanımeli kokusunda
Vakitsiz düştü gördüğüm ansızın uyandım
Daralan sokaklarda kıvrılan hayaldin
Kaçıyordun iğde ağaçlarına usulca

Parmağımdaki ağır çıbanlar
Mühürlü kapıları açıyordu biteviye

Baktım ki
Son kırlangıcın çığlığı şuramda
Dilimledim hayatı senden sonraya
Beş vakit yanıyor içimin ateşi
Ellerimden düşecek kadehim
Uyanacağım seher vakitlerinde

Sorma beni müneccimlere
Ortamca çiçeği masum sende biliyorsun
Masam dört köşe duvarlarda izlerin
Dağılan buğuyu tutmaktı işim

Topladım işte dağdaki ceylanları
Gidiyorum bana en yakın düşe
Yârim uçurumların nerede.

Ali Büyükçapar

Mektuplar

***************************************************************************
M e k t u p l a r
***************************************************************************
Ali bey,

Birkaç kez telefonunuzu aradım, maalesef cevap alamadım.
Milcan’ları daha önce almıştım, en son Yorum’u aldım,hepsi için çok teşekkür ederim.
Yorum’daki “Gün ışığı” adlı köşenizde düşüncenin düşüncesindeki düşüncelerimizi tartışacağınızdan bahsetmemeniz beni ziyadesiyle mutlu etti. Radyo’daki tartışmaları da duymak isterdim. Köşenizde kitabımdaki düşüncelerim ile yazacaklarınızı merakla bekliyorum. Kitabımı yayınlamamdan itibaren benim kuvvetle arzu ettiğimde, kitabımda ileri sürdüğüm düşüncelerin tartışılması, üzerine bir şeyler söylenmesi idi. Bu konuda Kahramanmaraşlı arkadaşların duyarlılığı beni çok memnun ediyor. Bu nedenle size şimdiden tekrar teşekkür eder, selam ve saygılarımı iletirim.

Mehmet Uysal

***************************************************************************

Muhterem Dost;

Kum yazıları yeni yayın dönemine gecikmeli olarak 13.sayısı ile giriyor. Daha saldırgan, eleştirel ve felsefeye açılan bir zemine koymak istiyoruz şiiri azalttık. Logomuzu değiştirdik. Yazı kadromuzu tekrar gözden geçirdik. Kum yazıları şimdi ben ve Muammer Yavaş’ın ekseninde şekillenecek.

13.sayıdan sınırlı sayıda çoğalttığımız için ne yazık sana iki tane gönderebiliyorum. Derginin birisini Bünyamin Küçükkürtül’e ulaştırabilirsen memnun olurum.
Sevgiler.

Ekim 2002 Ordu
Selçuk Küpçük

***************************************************************************

Ali Büyük çapar kardeşime Allahın selamı sana ve bütün inananların üzerine olsun. Peygamberimiz Hazreti Muhammet (S.A.V) de üzerine olsun kardeşim Ali göndermiş olduğun hediye olarak İsmi Azam kitapçığı aldım çok teşekkür ediyorum.
Yüce Rabbim Razı olsun diyor doğum tarihinizi yazmış olduğunuzdan genç olduğunuzu anladım. Hayırlı ömür ve bundan sonraki hayatınızda maddi bilhassa manevi hayatınızda çok başarılar diliyorum. Allaha emanet ediyorum sizi.

Bayram İspir / Bursa (1925 Doğumlu)
22.Mayıs.2005

***************************************************************************

Sevgili Dost;

Göndermiş olduğun 22 Kasım 2001 tarihli Kahramanmaraş’ın sesi gazetesini aldım ve kum yazılarını tanıttığın o güzel yazını zevkle okudum. İlgine, inceliğine müteşekkirim. Sağ olasın.
Yazın beni epey duygulandırdı. Çabamı sizin gibi dostların anlaması, anlamlandırması, aynı kalp atışını paylaşması kuşkusuz benim şu kırılgan dünyamda müthiş bir yer kaplıyor. Allah razı olsun.
Sana yine kum tanelerini gönderiyorum. Ve umarım zahmet vermiyorumdur. Orada uğrak bir kitapevine ve şair/yazar dostlara ulaştırabilirsen çok sevinirim. Şimdiden çok teşekkür ediyorum.

Aralık 2001 Ordu
Selçuk Küpçük

***************************************************************************

Selamün Aleyküm,

Öz hemşerim Allah(c.c) sizden razı olsun. Sayenizde Maraş ve atalarımın tarihi hakkında çok şey çözdüm.
İnşallah Maraş’a gelirsem ziyaret ederim. Abim ilk ortaokulu Maraş’ta okudu. Hangi okullarda kaç yılında okuduğunuzu soruyor?



DR. Ali Sayar / Konya
22.06.2005

***************************************************************************

Merhaba Efendim;

16.15‘te kapınızı çaldım lakin yoktunuz. Bir kavil yenileriz umudundaydım. Belki başka bir yaz…

Selam ve hürmetle.


Recep Şükrü Güngör
11.07.2005

***************************************************************************

Sayın Ali Büyükçapar

‘Yorum’ gazetesindeki ‘gün ışığı ‘ kadar parlak ve bir o kadarda derin yazınızı okudum.
İlginiz ve teveccühünüz için teşekkürler…
En hakiki saygılarımla


Emre Arolat
İstanbul 25.02.2005

***************************************************************************

Ümit Meriç Yazan

Muhterem Kardeşim;

Nikâh, ev taşımak ve hocalık faaliyetlerinin arasında kıymetli mektubunu cevaplandıramadım.
Elbette babam ve hocam Cemil Meriç’le ilgili her çalışmaya elimden geldiği kadar yardımcı olmak isterdim. Bu yıl bende Kültür ve Turizm Bakanlığının arzusu üzerine babamla ilgili bir kitap hazırlayacağım inşallah.
Selamlarım ve başarı dileklerimle.


***************************************************************************

Kıymetli kardeşim

İlimiz Karatekin gazetesinde Kemal Arslan arkadaşımızın çıkan yazısını gönderiyorum. Beğeneceğinizi umarım.
Kemal bey şair. Sana telefonda bahsettiğimi anımsıyorum.
Selam ve selametle

Vadi Çiçekli
19.Eylül.2005

***************************************************************************
***************************************************************************
***************************************************************************

Nefes

NEFES

Kelamında sırrın ya Haydar
Ezel âleminde yanar cerağın
Dağılır sis çarpar yüreğim
Benlik kuru yalan Haydar

Bir varmış bir yokmuş dem
Kadehimi elimle doldurunca
Deli taylar eşer kara toprağı
Benlik kuru yalan Haydar

Kırlangıç avazında hayatım
Kuytularda bitimsiz endişem
Ne var ki aynamda silinmeyen
Benlik kuru yalan Haydar

Maraş içimde büyür biteviye
Zeytin renginde umutlarla
Şah Ali hüznün yetimi öksüzü
Benlik kuru yalan Haydar.

Ejder Polat

Gurgum'da Zaman

Gurgum'da Zaman


Bin dokuz yüz seksen beşten kesitler.

Göklerin açılmasına ne kalmıştı şurada? Melekûtun egemenliğinin seslerini duyuyor vasıfsız yaşayan sözüm ona insanlardan hep uzaklaşıyordum. İslam’ın hakim olmasını düşünmeyen insanla benim ne tür bir ilişkim, beraberliğim dahası yakınlığım olabilir diki.

Bildiğim hakikat benimdi ama bunu benden başkaları niye fark etmiyor anlamıyorlardı. Şaşırdım önceleri Allahın hikmeti der geçerdim ama sonraları düşünmeye başladım.

Hakikat dediğim olgu sadece benimiydi?

Dergâhlar kapatılmış dinin izlerini bulabileceğim yerler azalmış neredeyse tükenmeye yüz tutmuştu. Dindarlık benim hayat memat meselemdi. Kendi varlığımı kurtaramadıktan sonra malım mülküm olsa ne faydaydı değil mi? (Heyhat değilmiş, değilmiş.)

Mistik olgunun aptallıkla eşdeğer tutulduğunu bana yaşatan dostlarıma teşekkürler ederim evet ben saftirik bir “Allahlıktım ve öylede kaldım. Boyandım rengine bir defa ayrılmam artık dercesine kandım, kandım ve dahi kandırıldım, Suya mı? Aşka mı? Hakikate mi? daha başka şeylere mi?

Yangının tam merkezindeyim etrafım ateş çemberi ama ben o ateşin yakamadığı odaktayım her şey yanıyor her varlık kavruluyor ortada ben, bencileyin neler geldi başıma ah neler.

Sevdiğimi zannettim, paralı olduğumu zannettim din eğitiminin beni Maveraya taşıyacağını zannettim.

Dört kelimeyi anlamıyorlar, ilahiyat fakültesinin müfredatı öylesine basit, sıradan ama orada bulunan arkadaşlarımın zekâ seviyeleri algılama düzeyleri sıradan olguları anlamaya bile yetmiyor.

Din eğitimin muhataplarının zekâ seviyesi sorunlu ama ne kadar aşağı olduğunu bir ben bilirim ben.

İlahiyat sorunlarla yola devam eden eğitim dinin konuları zaten soru ve sorun buna birde bu olguları anlamayanları katın o zaman seyreyleyin küçük kıyameti.

Cüzi irademi, külli irademi, imam amelden bir cüzmü, Kur’an mahlukmu, kaderde ne var, kerbelada ne oldu gibi soruları düşünmeye başladım aklıma gelmedik konular kalmadı, başımda ne rüzgârlar esti.

Iranda siyasi bir yönetim tercihi olmuştu ve dünyada devrim adına başka kulvar açılmış bunun sonucu yeni tartışmaları gündeme getirmişti. Furya devam ediyor, yaftalanmalar, mavallar daha neler nelerle hakkımızda söylenmedik laf kalmıyordu.

Konya da durum böyleydi. Saflık, parasızlık, sevgisizlik, dertsizlik, işsizlik, aylaklık ve saftiriklik. Okumaya verdim kendimi başım ağrıyıncaya kadar okudum, okudum, okudum ve Yusuf Pazarlı'yı tanıdım.

Doktor Baybal namazı iş edinmişti. Namaz çetelerimiz hazırlandı ben mi hazırlattım yoksa? Geçmiş namazlarımızı kaza edeceğiz, seccademiz var ”kapı” camiine imsak la varanda benim. Ciltçi Ali Efendi de anahtar var o açar ardından da ben içeri girerdim. Caminin açılması ve ilk cemaat olmak! Hızır Aleyhisselamın Konya da namaz kıldığı yer burası, Hızırla karşılaştım mı? Bilmiyorum ama esrük melal vakitlerdeyim.

Elimde Doktor Baybal’ ın hazırladığı çeteleli takvim.

Durmaksızın namazdayım, niyazdayım günlük işlerimi yapmaya fırsat yok. Yemek, içmek giyinip kuşanıp volta atmak ne demek ne demek.

Sofuyum, dergâhın hizmetinde kıtmırim.

Namazlar bitmiyor. Namazları kıldıkça azaltamıyorum daha da çoğalıyor.

Kapı Cami çıkışında saf olup bekliyorum birazdan Sultan çıkacak, soğuk, üşüyorum, paltom yok, ceketimin içinde gömlek ayağımda Maraş işi şalvar’ım Mollayım eşiğinde bin yıl olsa beklerim.

Arabalara binip giden onlar bakakalan ben.

Kuşluk bitip muayenehaneye varınca yine namaz çetelesine bakılacak sabah namazına gelmeyenlere hesap sorulacak ah sabah, namazı ah.

Kapı camiinin etrafında küçük dükkânlar ayakkabı satanlar biraz ileride manifaturacılar daha ilerisi eski garaj. İlhan Abı vardı bal satardı Erenköy’de. Köşkü de vardı onun köşk temizliği bizler tarafından yapılır kahvaltıda bazen orada olunurdu. Yollar karışık kafam gibi yanında olmadığım farkında olmadığım bir alemin sahnesinde molla rolünü oynuyorum ve molla ama ne molla.

Molla kendini kolla.

Başarıcının kitapçı dükkânı vardı, onun biraz ilerisinde bizim bu yaptıklarımızla alay eden radikallerin kitap evi vardı onlara göre biz tam Allahlıktık.

Azize Camine çıkan yolda “bardakçı” zeytinyağları satılırdı yolun üstünde şekerci dükkânları sıralanırdı. İstanbul Caddesi biraz ileride Aziziye Caminin bitişiğinden geçerdi. Baybalı’ın muayenehanesine hastalar gelirdi, Baybal gönül doktoruydu, ihtisası ise “Basur”du. Bu ulu insandan neler öğrendik neler. Doktorların din anlayışı kendilerini bağlar ama bu alanda doktorlarla kimselerle anlaşamaz.

Dinin alanında söz kimin olacak.
Mehdi geldi de haberim olmadı mı?

Ali Büyükçapar

Varidât

Varidât

Şeyh Bedreddin

Allah'ı bilen kişilerin, ilme'l-yakin, aynel- yakin ve hakka'l-ya-kin anlamlarına dair değişik görüşleri vardır; bunu bil! Bunları buraya aktarmanın bir faydası olacağım sanmıyorum. Bu fakirin aklına gelen ve yalnız birlikte değil aynı zamanda yiğitlik ve cömertlikle de ilgisi bulunan bazı söylenenleri zikredelim. Buna örnek olarak sadece kulaktan kulağa duyulan ve görülmeyene ilme'l yakin denir. Görerek öğrendiği ise, ayne'l yakindir. Kendi yaptığı bir iş ise de, hakka'l yakindir. Böylece ilme'l yakin şüphe götürmeyen bilgidir. Fakat görülmemiştir. Ayne'l yakin ise, görerek bilmektir. Hakka'l yakin ise de, kendisidir. Birlikte gerçekleşmesi için şunlar söylenir: Kişi Hak taalanın varlığını başka bir etken olmadan ve şüphe kanıtı aramadan bilirse, ilme'l yakindir. Bunu tanık, kanıt ve gözle görüp anlamaya çalışansa, bu duruma da ayne'l yakin denir. Bu sözler esasında rüya ve gözle görmeyi değil, hünerin olgunluğunu ifade eder. Zira Allah benzerden ve benzetilmeden münezzehtir. Kişi Allah'tan başka bir varlığın bulunmadığım ve bütün varlığın Allah olduğunu bilirse, buna hakka'l yakin denir. Zira bu hak'la gerçekleşmiştir. Bu durumda varlık kalmaz; bütün varlık Allahuteâlânındır. Allah'ı anma, anan ve anılan birdir ve bu da Allah'tan başka bir varlığın bulunmadığı anlamındadır. Allah varlığın gerçeği dolayısıyla anma, anılma ve anılan üçü de birdir. Bu da ilme'l yakindir. Hakke'l yakin ise, kendini Allah yoluna adayan kişinin bunda tahakkuk etmesi anlamına gelir. Ben bu aşamada dilde dolaşan ve görülen anısın gerçek anısın sureti olduğunu gördüm. Gerçek anışım da gönülde oluştuğunu gördüm ve bundan dolayı gönüle anış adı verilmiştir. Gönüle aynı zamanda Hak adı da verilir. Bütün, bir olmuştur. Bu tıpkı suyun rüzgâr estiği zaman dalgaya dönüştüğü hale benzer. Hâlbuki gerçekte dalga sudan başka bir şey değildir. Gönül ve anışta da durum aynıdır; anış, bütün gönlü kaplar ve böylece gönül bütünüyle anışa dönüşür. Dildeki anış gönüldeki anısın suretidir ve aynı şekildedir. Fakat gönül şekilden münezzehtir. Ama aşama, kesinlikle bunu böylece yüklenmemi gerektiriyor. Bundan da şu anlaşılıyor ki: Gönülde iki düşünce birden birleşemez. Çünkü gönüle gelen düşünce, o aşamada başka bir düşünceye yer bırakmayacak kadar onu kaplar. Bu da tıpkı deniz suyu gibidir; esen rüzgârın etkisiyle dalgalanır ve bu dalga şeklini rüzgar esip dalga devam ettikçe başka bir biçimde düşünmek imkânsızdır. Bunu iyi anla! Öyle sanıyorum ki, bu ince konuyu benden önce kimse ele almamıştır. Allah daha iyi bilir. Bazen kendimi gayet latif olarak görürüm; bu görünümün sebebi ise, bedenimin şeklidir. İşte bu letafet de, bedenî şekille ilgilidir. Ortada görülen nesne bu latif görüntüdür. Latif olan buharın da, letafeti yoğunlaşmadan görünmez; yoğunlaşınca, bulut olup görünür. Bulutun bu biçimi buhardan farklı bir nesne değildir; buharın ta kendisidir; yoğunlaşmış ve ona başka hiçbir varlık eklenmemiştir. Şahıslarda görülen letafet de aynıdır; yoğunlaşınca görünen bir biçim kazanır. Bu sadece bir örnek olup, gözlemlere dair söylediklerimize işarettir. İnsanla buhar arasında hiç bir yönden benzerlik yoktur.
Bazı zamanlar okumaya dalmış meşgul olduğumda, gönlüme sanki pırıl pırıl parlayan bir takım kişilerin görüntüsü düşer. Düşüncelere dalar ve bu kişilerin görüntüsü beni meşgul eder. Her ne kadar bu düşünceyi gönlümden atmaya çalışırsam da, atamam. Bir de bakıyorum ki, ertesi gün o kişi beni ziyaret etmeye geliyor ve böylece onu bilfiil görüyorum. Hazret-i Peygamber (S.A.V.) buyurmuştur ki: "Peygamberlikten sadece müjde sözler geriye kaldı." Yine Hazreti Peygamber buyurmuştur ki: "İyi rüyalar peygamberliğin kırk altı bölümünden biridir." Böylece Peygamber, rüyaları peygamberliğin ayrıntı kısımlarından biri saymıştır. Bundan dolayı Allah'a ulaşmak isteyen kişi rüyalardan vazgeçmemeli ve yorumlarını da takip etmelidir. Zira onları bilmede büyük faydalar vardır. Onlarla birçok bilinmeyen olay aydınlatılabilir. Kendini Allah yoluna adayan kişinin sağlığı ve kötü halleriyle iyi rüya sahibinin de hal ve duyumları rüyalarla anlaşılabilir. İyi rüyalar gören kişinin aydınlanması için gösterilen Allah'ın ışıklarından bir ışık parçasıdır.

Şeyh Bedreddin

Merhaba

Merhaba

Hazırla karşılaştım

Hıdrellez Maraş’ta kapalı kutuları açan büyülü sözlerin başında gelir. Ölümsüz iki insanın dün ya da dostane beraberlikleri kadar güzel ne olabilir. Ülkeler, dönüşüm, devrim, sosyolojik ütopyalar dahası civcivli yumurtalar.
Doğrudur her bahar Kırlangıçları karşılar, gök gözlü Bozkurtlarla karlı Tanrı Dağlarında ulu bir sefere çıkmak isterim. Mete bir yanda Cengiz öbür tarafta, Kürşat ve kırk yoldaşı Pusatlarını çekmiş Haydarın aşkına dağladıkları yaralarıyla demokrasinin kumdan kalesine bakıp gülümserken ben Ötüken düşünden Kızıl Elmalar devşiririm.

İşte ülkü sancağı!

Dünya dedikleri yalandan bana ne.
Var oluş cevelanında ejderhalarla cenk eden Hürmüz’ün sızısını kim bilebilir bu gün.
Al, yeşil, gök boranı düşlerim sizlerle yaşıyorum Maraş’ı, kendi marşımı sözlerinde özgürlük, adalet, sevgi diyorsam bırakın çaşıtlar kınasın beni.
Gökler dürülmeye başlandı!

Ali Büyükçapar

Yazgı

YAZGI

Sen gelirsin bilenir acılarım
Kara gözlerine gark olur
Yalanlarının darağaçlarına çekilirim
Çöllerine mahkum ettin
Güneşini esirgeme
Medet ki medet

Kekik reyhan senden yayılır cihana
Dağlarında bir garip ceylanım
Çok görme kuytuları bana

Muştudur senden ışık
Bozlaklar benim dilimde
Gözyaşı figan huyum
Neyleyeyim sensiz cenneti

Gelirsin bütün yönlerden
Sonsuza mahkûm değilim
Fani varlığımda eser deli poyraz
Kimselere diyemem
Issızlığımı
Atın beni saçın sırrımı
Aleme nişan olsun sözlerim

Ali Büyükçapar

Nefes

Nefes

İmamım Âlidir can içinde
Şah Hüseyin’im onun yolunda
Hasan Zeynel Abidin’le
Bakır salar aleme avazı

Caferi Sadık tuta alemi
Musa Kazım’ın al sancağı
İmam Rıza Hakkın nefesi
Taki oldu Pirin otağı

İmam Naki ye can feda
Askeriye göründü Huda
Gelecek Mehdi bu çağa
Hidayetle olur safa

Kara donlu Beytullaha
Aşk dokur sırrı Huda
Kalem divit okka yaza
Ehli Beyt oldu ehli aba

Muhammed akşam güneşi
Sırlarla açıldı gökler kapısı
Şah Ali onun divanesi
Medet Pirlerin ankası


Ejder Polat

Amerika Yoktur

AMERİKA YOKTUR

Peter Bıchsel

Hikâyeler anlatan bir adamın hikâyelerini biliyorum. Ona birçok kez hikâyesine inanmadığımı söyledim. Yalan söylüyorsunuz, uyduruyorsunuz, saçmalıyorsunuz, aldatıyorsunuz dedim. Bu sözlerim onu hiç etkilemedi sakin sakin anlatmasına devam etti ve sizi yalancı, sizi sahtekâr, sizi hayalperest, sizi düzenbaz sizi diye bağırdığım zaman, uzun uzun yüzüme baktı, başını salladı, kederli gülümsedi ve sonra beni neredeyse utandıracak kadar yavaş bir sesle «Amerika yoktur» dedi.
Onu teselli etmek için hikâyesini yazacağımı vaat ettim:
Hikâye elli yıl önce bir kralın, İspanya kralının sarayında başlar. İpek ve kadife, altın, gümüş, sakallı adamlar, taçlar, mumlar, uşaklar ve hizmetçilerle dolu bir saray; bir gün evvel düello eldivenini ayaklarının önüne fırlatarak düelloya davet eden ve ertesi gün şafakta birbirlerinin karınlarına kılıçlarını saplayan saray adamları, kulede borazan çalan nöbetçiler, atlarından atlayan haberciler ve eğerlere fırlayan haberciler, kralın dostları ve ikiyüzlü dostları, kadınlar, güzel ve tehlikeli kadınlar ve şarap, nihayet bütün bunların masraflarını ödemekten başka bir şey bilmeyen insanlar.
Fakat kral da bu türlü yaşamaktan başka bir şey bilmiyordu, ister zevk ve safa veya fakirlik içinde olsun, ister Madrid' de, Barcelona'da veya bir başka yerde olsun, nasıl yaşanırsa yaşansın, sonuç olarak her gün aynı şey yaşanır ve bu inşam sıkar. İşte böyle bir yerde yaşayan insanlar Barcelona'yı güzel olarak düşlerler, Barcelona halkı da başka yerlere gitmek ister.

Fakat fakirler kral gibi yaşamanın güzel olduğunu düşlerler ve kralın fakirliğin fakirlere göre bir şey olduğuna inanmasına üzülürler. Kral sabahları uyanır, akşamları uyur ve bütün gün endişelerinden, hizmetçilerinden, altınından, gümüşünden, kadifesinden, ipeğinden, mumlarından cam sıkılır. Yatağı görkemlidir, fakat bunun içinde uyumaktan başka pek bir şey yapılmaz.
Hizmetçiler sabahları, yerlere kadar eğilerek selâmlarlar, her sabah aynı şekilde eğilirler, kral buna alışmıştır, onlara bakmaz bile.
Hizmetkârlardan biri ona çatalı, diğeri bıçağı verir, bir diğeri altına sandalyeyi sürer ve kendisiyle konuşan adamlar «majesteleri» diye hitap ederler ve daha bir sürü güzel sözler söylerler, fakat başka hiçbir şey söylemezler. Hiç kimse ona; «sen kaçık herif, sen aptal herif» demez ve bugün söyledikleri şeyi ona zaten dün söylemişlerdir. İşte böyle.
Ve bundan dolayı kralların saray soytarıları vardır. Ne isterlerse yapabilirler ve kralı güldürmek için ne isterlerde söyleyebilirler ve şayet kral söylediklerine veya yaptıklarına gülemezse, onları öldürtür (veya öyle bir şey yapar). Kralın işte böyle bir soytarısı vardı.
Sözleri ters çeviriyordu, kral bu işi eğlendirici buluyordu. «Majesteleri» yerine «telerimajes», «saray» yerine «raysa», ve «günaydın» yerine «düngaydm» diyordu.
Ben bunu saçma buluyorum, fakat kral eğlendirici buldu. Bütün bir altı ay eğlendirici buldu, ta ki 7 Temmuza kadar ve 8 Temmuzda uyandığı ve soytarı gelip «düngaydm» «telerimajes» dediği zaman, kral «soytarıyı başımdan defedin» diye bağırdı.

Pepe isimli küçük şişman başka bir soytarı ne yazık ki sadece dört gün kralın hoşuna gitti, bu da hanımların ve beylerin, prenslerin, düklerin, baronların ve şövalyelerin sandalyelerine bal sürerek kralı güldürdü. Dördüncü gün kralın sandalyesine bal sürdü. Kralın gülmesine gerek kalmadı, zira Pepe artık kralın soytarısı değildi.
Bu kez kral dünyanın en korkunç soytarımsı satın aldı. Çirkindi, hem zayıf hem şişmandı, hem uzun hem kısaydı ve sol bacağı çengel gibi eğriydi. Konuşabiliyor muydu, kasten mi konuşmuyordu veya dilsiz miydi, bunu hiç kimse bilmiyordu. Bakışları kötü, yüzü asıktı. Onda tek sevimli olan şey «Hanscık» adıydı. Fakat en korkunç yanı gülüşüydü. Önce çok ufaktan başlıyor, ta karnının derinliklerinde çınlıyor, sonra gurulduyor, yavaş yavaş geğirmeye dönüşüyor, Hanscık'm yüzü kıpkırmızı kesiliyor, sanki boğulacakmış gibi oluyor, ta ki çatlayıp, patlayıp, gürleyip, bağırıncaya kadar; bundan sonra tepiniyor, dans ediyor ve gülüyordu ve yalnız kral bundan zevk duyuyordu, ötekiler ise sararıyor titremeye başlıyorlar ve korkuyorlardı.
Sarayın etrafındaki halk ise soytarının gülüşünü işittikleri zaman, kapı ve pencerelerini kilitliyorlar, kepenkleri indiriyorlar, çocuklarını uykuya yatırıyorlar ve kulaklarını mumla tıkıyorlardı.
Dünyada en korkunç şey Hanscık'ın gülüşüydü. Kral istediği her şeyi söyleyebiliyordu,
Hansçık gülüyordu. Kral hiç kimsenin gülmediği şeylerden söz ediyordu, fakat Hanscık gülüyordu.
Ve günün birinde kral: «Hanscık, seni asacağım» dedi. Bunun üzerine Hanscık güldü, kükredi, şimdiye kadar gülmediği bir şekilde güldü.
O zaman Hanscık'ın ertesi gün asılmasına karar verdi. Bir darağacı kurdurdu, kararında çok ciddi idi. Hanscık'ın darağacı karşısında gülmesini işitmek istiyordu. Sonra bütün halka bu kötü sahneyi seyretmelerini emretti. Fakat halk saklandı ve kapılarını kilitledi ve ertesi gün kral cellât, uşaklar ve gülen Hanscık ile yalnız kaldı. Kral, uşaklarına halkı buraya çağırın diye emretti.
Uşaklar bütün şehri arayıp taradılar ve hiç kimseyi bulamadılar. Kral çok kızgındı, Hanscık ise gülüyordu.
Uşaklar nihayet bir oğlan çocuğu buldular, sürükleyerek kralın önüne çıkardılar. Çocuk küçük, solgun ve ürkekti.
Kral darağacını işaret etti ve bakmasını emretti. Çocuk darağacına baktı, gülümsedi, ellerini çırptı hayret etti ve sonra «güvercinler için ufak banklar yaptırdığınıza göre iyi bir kral olmalısınız, bakınız, iki tanesi daha şimdiden üzerine kondular» dedi.
Kral, «sen ahmağın birisin, adın neydi» diye sordu. Çocuk «Ben ahmağın biriyim kral hazretleri (kral efendimiz) adım Colombo ama, annem bana Colombin der» diye cevap verdi.
Kral: «Hey ahmak! Burada biri asılacak» dedi.
Colombin: «Pekiyi adı ne?» diye sordu ve ismini öğrendiğinde, «bu güzel bir isim, demek adı Hanscık, bu kadar güzel ismi olan bir adam nasıl olur da asılır?» diye cevap verdi.
Kral: «O kadar korkunç güler ki» dedi ve Hanscık'a gülmesini emretti Hanscık da bir gün evvel güldüğünden iki misli korkunç güldü. Colombin şaşırdı, sonra «kral hazretleri, (baş kral) siz bunu korkunç mu buluyorsunuz?» diye sordu.
Kral düş kırıklığına uğramıştı ve cevap veremedi. Colombin sözlerine şöyle devam etti: «Gülüşü pek hoşuma gitmiyor ama güvercinler hâlâ darağacının üzerinde oturuyorlar; yani gülüşü onları korkutmadı; güvercinler gülüşünü korkunç bulmuyorlar. Güvercinlerin hassas kulakları vardır. Hanscık'ı serbest 'bırakmak gerek». Kral epey düşündü ve sonra «Hanscık, defol karşımdan» dedi. Ve Hanscık'ın ağzından ilk defa bir kelime çıktı. Colombin'e dönerek «teşekkür ederim» dedi, bu sırada yüzünü insani bir gülümseme kaplamıştı, çıkıp gitti.
Kralın artık soytarısı yoktu. Colombin'e «benimle gel» dedi.
Kralın hizmetçi ve uşakları, kontları ve herkes şimdi Colombin'in yeni saray soytarısı olduğunu sanıyorlardı.
Ne yazık ki Colombin hiç de neşeli değildi. Orada kalakalmıştı ve şaşkındı, ağzından çok seyrek bir kelime çıkıyor ve gülmüyordu, sadece gülümsüyordu ve hiç kimseyi güldürmüyordu. İnsanlar «o soytarı değil, bir ahmak» diyorlar ve Colombin de «soytarı değilim, ahmağım» cevabını veriyordu. Herkes onunla alay ediyordu. Kral bunu bilseydi, kızardı, fakat Colombin krala bundan söz etmedi, çünkü alay edilmek Colombin için hiç önemli değildi.
Sarayda güçlü adamlar ve akıllı adamlar vardı, kral bir kraldı, kadınlar güzeldiler ve erkekler cesurdular. Papaz dindardı ve mutfak hizmetçisi çalışkandı sadece Colombin evet Colombin bir şey değildi. Bir kimse «gel, Colombin, benimle güreş» dediği zaman, Colombin «ben senden daha zayıfım» diye cevap veriyordu. Birisi «iki kere yedi kaç eder?» diye sorduğu zaman, Colombin «ben senden daha aptalım» cevabım veriyordu. Yine bir kimse «dereden atlamaya cesaret eder misin?» diye sorduğunda, Colombin «hayır, cesaret edemem» diye cevaplıyordu. Ve kralın «Colombin, ne olmak istiyorsun?» diye sorusuna Colombin «hiçbir şey olmak istemiyorum, ben zaten bir şeyim, ben Colombin'im» diyordu. O vakit kral «şu sakallı, kahverengi, meşin suratlı adam var ya, işte o bir gemicidir. Gemici olmak istiyordu ve oldu da. Bu adam denizlere yelken açar ve kralı için ülkeler keşfeder». Colombin «kralım, sen istersen ben de gemici olurum» dedi. O vakit bütün saray halkı güldü. Ve Colombin fırladı, salondan çıktı ve şöyle bağırdı: «Bir ülke keşfedeceğim, bir ülke keşfedeceğim». İnsanlar birbirlerine baktılar ve başlarını salladılar ve Colombin saraydan koşarak çıktı, şehirden ve tarlalardan geçti ve tarlalarda çalışan ve onun arkasından bakan köylülere şöyle bağırdı. «Bir ülke keşfedeceğim, bir ülke keşfedeceğim».
Nihayet ormana geldi ve haftalarca fundalıkların altına saklandı ve haftalarca hiç kimse Colombin'den haber alamadı, kral üzülüyordu. Ve kendisini suçluyordu, saray halkı ise Colombin ile alay ettikleri için utanıyorlardı. Fakat haftalar sonra kuledeki nöbetçi borazanını çaldığı ve Colombin tarlalardan geçerek ve şehirden gelip büyük kapıdan kralın karşısına çıktığı ve kral da, «Colombin bir ülke keşfetti» dediği zaman saray halkı çok sevindi.
Colombin ile artık alay etmek istemediklerinden ciddi bir surat takındılar ve «ülkenin ismi ne? Nerede?» diye sordular.
Colombin : «Yeni keşfettiğim için henüz ismi yok, bu ülke çok uzaklarda, deniz aşırı bir yerde» dedi.
O zaman sakallı gemici doğruldu ve «öyleyse Colombin, ben Ameriko Vespucci, bu ülkeyi aramaya gideceğim bana nerede olduğunu söyle» dedi.
Colombin «denize açılınız ve sonra daima dosdoğru gidiniz, ülkeye gelinceye kadar yolunuza devam ediniz ve asla ümitsizliğe düşmemelisiniz» dedi. Fakat yalancı olduğu ve böyle bir ülkenin olmadığını bildiği için çok korkuyordu ve artık uyuyamıyordu.
Ameriko Vespucci ise ülkeyi aramaya başladı. Nereye gittiğini kimse bilmiyordu. Belki o da ormanda gizlenmişti. Sonra bir gün borazanlar yeniden çalmaya başladı ve Ameriko geri döndü. Colombin'in yüzü kıpkırmızı oldu ve büyük gemiciye bakmaya cesaret edemedi. Vespucci kralın huzuruna çıktı, Colombin'e göz kırptı, derin bir nefes aldı, Colombin'e bir kez daha göz kırptı ve herkesin işitebileceği bir açıklıkta ve yüksek sesle: «Kralım, kralım böyle bir ülke var» dedi.
Colombin, Vespucci onu ele vermediği için o kadar mutluydu ki, gemiciye koştu, ona sarıldı ve: «Ameriko sevgili Amerikom» diye bağırdı.
Orada bulunanlar bunun ülkenin ismi olduğunu zannettiler ve var olmayan bu ülkeyi «Amerika» diye adlandırdılar.
, Kral Colombin'e dönerek «sen şimdi bir erkeksin, bundan böyle ismin Kolumbus olsun» dedi.
Böylece Kolumbus meşhur oldu, herkes ona hayranlık duyuyor ve aralarında «işte bu adam Amerika'yı keşfetti» diye fısıldaşıyorlardı. Herkes Amerika'nın var olduğuna inanmıştı, yalnız Kolumbus emin değildi, bütün hayatı boyunca bundan şüphe etti ve gemiciye hakikati sormaya asla cesaret edemedi.
Fakat hemen sonra başka insanlar Amerika'ya gittiler ve hatta pek çokları ve geri dönenler «Amerika ülkesi var» diye iddia ettiler.
Kendisinden hikâyeyi öğrendiğim adam «Amerika'da hiç bulunmadan, Amerika var mı yok mu bilmiyorum, belki de insanlar Colombin'i düş kırıklığına uğratmamak için böyle davranıyorlardı. Ve iki kişi aralarında Amerika'dan söz etseler, bugün hâlâ birbirlerine göz kırparlar ve hemen hemen hiç Amerika demezler, genellikle «devletler» veya «orada» gibi belli belirsiz açık olmayan bir şeyler söylerler.
Belki Amerika'ya gitmek isteyen kimselere uçakta veya gemide Colombin'in hikâyesi anlatılıyordu ve sonra herhangi bir yerde saklanıyorlardı ve geri dönüyorlar ve covboylardan ve gökdelenlerden, Niyagara şelalelerinden ve Misisipi'den, New York'dan ve San Francisco'dan bahsediyorlardı.
Hepsi de her zaman aynı şeyi anlatırlar ve daha yolculuğa çıkmadan evvel bildikleri şeyleri anlatırlar, fakat bu çok şüphe uyandıran bir şeydir. Fakat birçok kişi Kolumbus'un gerçekte kim olduğu hakkında hâlâ münakaşa ediyorlar. Ben bunu biliyorum.


Çocuk Hikayeleri
Peter Bıchsel
KTB Yayınları 1983.