Merhaba

Merhaba

Güz Maraş’ta bütün hoyratlığı ile bizimle. Ahırdağ orada, Başkonuş sisli, Yavşan gülümsüyor ötelerden. Cır cır böceklerinin geceye eşlik eden sesleri bitti. Güneşle birlikte evlerin içine de bir ateş düştü.
Nar kızardı, ayva sarardı ve sular biraz daha soğudu.
Memleket nasıl?
Türk’ün var oluş neşesini daha duymadı Anadolu’nun bu günkü insanları. Dedekorkut’u bilmeyen, Battal gazinin haykırışlarını unutan bu nesile elbet Cebrail naraları şart. Turan ülkesinin sınırları ezelden ebede uzanır. Karlı tanrı dağlarında bizlere eşlik eden gövşen gözlü bozkurtların ulumalarını duyuyorum Maraş’ın tenha sokaklarında.
Elimizde Zülfikar ezel ebed devlet sevdamız bir ulu yemin, dünya mı koy verin gitsin.
Gökler ötesinden gelen bir muştu var şimdi.
İnsanı peygamber yapan aşkın kullarıyız biz. Demokrasiyi eşikte bırakıp daha ulu görevlere hazırız yol uzun bizde yemen türküleri, bozlaklar ve hüzün.
Sağ yanımız cennet yüreğiniz Kerbela hedefimiz Turan olsun.

Ali Büyükçapar

Biyoğrafi: İsmail Göktürk


Biyoğrafi: İsmail Göktürk

Kasvetli sıkıcılık şu sesle değişti.
“ Yektir Allah … yek…”
Hafif kıpırtılar içerisinden hareketin başladığı anlaşılıyordu derken naralar atan ezel ebed sevdalıları “Vira Bismillah” dediler ve alemler vücuda geldi.
“Allah Allah , Celilül –cebbar ,Müinüs-Settar Halikul-leyli Ven-Nehar,Layezal,Zülcelal,birdir Allah. Anın birliğine ,Resulü Enbiya peygamberimiz Cenab_ı Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mustafa Al-i evlad-ı Resül-ü müçteba imdad-ı ruhaniyetine; piran mürşidin ,aşikin,kuragerin,vasilin,hamele-i kuran ,güzeştegan,ehli iman ervahma,avni inayetine ,hilafetül İslam Es-Sultan,ibnis Sultan bilcümle islamın necat ve saadet ve selametine pirler,erenleriüçler,yediler,kırklar,göçenler demine devranına “Hu”diyelim”Huuuuu”
İşte İsmail bu!
Maraşta imkansızlık denilen ifadenin mümkün olmadığını tanımanız uzun sürmez. Dört mevsimin hoyratça yaşandığı bu coğrafya ışık parıltılarıyla özünüze düştüğünde dile gelir iki tarafı kesen kamaya dönüşürsünüz.
Yıllar önce yayınlanan kitapta İsmail gergefini işleyen Ahmet Doğan İlbey’e kulak verecek olursak İsmail Göktürk’ü daha yakından tanıyabiliriz.
“İsmail! Alışılmışın ötesinde bütünüyle resmi ideolojiden uzak, statükoculuk kokmayan, teemmüllerin dışında aykırı bir meşrep sahibidir.
İsmail! saf bir itiraz sahibidir…yüreğinizin üzerindeki kir katmanları onunla yavaş yavaş sökülür..onda itiraz ve aykırılık som bir Türk-İslam düşüncesidir. Düzene bir başkaldırıştır. Evet bir başkaldırış. Ama muhtevasında bin yıllık asaleti taşıyan ve yüzüstü süründürülen bir irfana omuz verişin cehaletli bir başkaldırışı vardır.
İsmail ! tarihi fikirli ,mistik ve kutsal inançlarımızın bir kahramanı.. Ferhat gibi aşk dağına kazma sallayan feragat ve fedakârlığın sembolü.
Kurban, Hz.İbrahim ve İsmail’in tanıklığını çağa taşımaktır. Bunu kimileri sembolik olarak taşır, kimileri de şu anda. islam topraklarında yaşandığı gibi bilfiil taşır, çağın İsmail’i olur. Çağın İsmail’i, çağın İsmail’leri bize et, size cennet düştü”

Nefsi kendi elinde kar gibi erimeyenin elinde, din kar gibi erir. Varlığımızın asıl yurdu cennettir. Bir arşetipol gerçeklik her ruhta gizli olan bir ilksel düşüncedir. Ruhu metafizik içinde olduğu kadar fizik içinde de aramalıyız. Yaşarken varlığımıza bir leke gibi düşen ölümlülükten azad oluşu İsmail tanıyınca daha sıkı anlar kozmik alemlerdeki neşeye gark olursunuz.
İsmail’e göre kâinat dışsal bir nesne değildir. Hakikat arayıcısının onunla birlikte seyahat edeceği ve arayıcının benliğiyle bütünleşeceği bir şeydir diye Fritjof Schuon’da İsmail’i anlatmıştır.
İsmail’in yapıp ettiklerini Seyyid Hüseyin Nasr’ın diliyle anlatacak olursak şöyledir:’’ Kozmik itibar psişenin içsel yapısını nesnelleştirir ve böylece ruhu kendi düğümlerinden kurtarır, onun karanlık bölgelerini aydınlatır. Ruhun kendi merkezine doğru yolculuğunda, yolcuya manevi yola döşenmiş tuzakları gösterir. infernoya düşüşle ruh; ölümcül ve karanlık derinliklerinde kayıp unsurları yeniden bulur, bu keşif cennete yükselebilmek için gereklidir. Ölmeden evvel ölün öğüdü insanı arzuları tutsaklığından kurtulup manevi dünyada yeniden dirilmeye çağırı. Geneleksel psikoloji iki emel boyutta işlev gösterir. Nefsi ve modalitelerini varoluş katları hiyerarşisine yerleştiren bir kozmoloji ve manevi hedefe yönelik bir ahlak. Kozmoloji bir anlamda nefsi çerçeveler, manevi ahlak ise nefsin derinliklerine ine. Kâinat kişinin elinden tutan bir yardımcıdır.
İsmail uruc ve nüzul yolundadır. İnsanla alem arasındaki sır perdelerini aralamış kendini huzursuz eden derin sebepleri bulduktan sonra, onları hiç muhasebe ve murakabe ile yavaş yavaş yenerek hakikat la varlığının arasını hüzünle doldurmuştur. Şeyh Galip gibi diyecek olursak:’’aşkla yanıp yakılmadıkça yaşamayı uzun bir ömre sahip olmayı istemeyiz; kıvılcım gibi ölünceye dek böyle yanarız biz.
Bi-suziş-i aşk istemeyiz tuli hayatı
Manend-i şerer böyle gideriz biz.

Kişi kâinatın aynası olmalıdır. Gündelik hayatta var olan yaşam maceraları içindeki engeller gerçek benliğine ulaşmamızı engellemekte sonuçta sıradanlık oluşmaktadır.
İsmail iki ödevden söz eder fena: şimdiki durumun erimesi, yok edilmesi, Beka: yeniden bütünleşmek, perdelerin kaldırılması.
Yalnızca bir Allah vardır. Hakikat ulaşmada yeryüzündeki insanlar sayısınca yol vardır. Fakat bütün yollar egonun yok edilmesini ve insanlığa benliksiz hizmet etmeyi gerektirir. En esaslı yasa mütekabiliyet yasasıdır. Sadece ve sadece hassas bir adalet duygusuna sahip olduğunuzda insan emsallerimizle uyum içinde yaşayabiliriz ve bu duygu sadece kendini bencillik ve kibirden kurtarmış bir zihinde gelişebilir. Dünya sadece ve sadece adaletin hakim olduğu bir yer olabilir. İnsanların kardeşliği herkesi Allah’ın kulu olarak birleştirir. Aşk ahlakın temelidir. Feragatten doğar ve başkalarına hizmetle gösterir. Bütün farklılıkları giderir ve tüm yaraları iyileştirir. En temel gerçek kendini bilmektir çünkü ‘’nefsini bilen rabbini bilir.’’
İsmail’in davasına olan bağlılığı için şunları söylemek lazım, O hakikate kaybolmakla ulaşılabileceğini sezmiş bu işi de Beyazıt Bestami şöyle yapmıştır.’’Beyazıd şeyh’inin dizinde otururken, Şeyh’i birden:
Beyazıd penceredeki kitabı bana getir’’ der. Pencere mi? Hangi pencere diye sorar Beyazıd. Neden Der Şeyhi bu kadar zamandır burada bulunuyorsun da pencereyi görmedin mi.Hayır dedi Beyazıd. Pencereyle ne işim olurdu ki. Önümde iken, gözüm sizden başkasını görmez. Buaraya etrafı seyretmek için gelmedim. Artı der hocası Bestam’ı geri dön vazifen bitti.’’
‘’Şahlar şahı divan açar
Divan gümbür gümbürlenir
Mert dayanır, namert kaçar
Meydan gümbür gümbür gümbürlenir.’’
İsmail konuşunca Yemen sızısı kaplar sizi. Serdengeçti atalarımızın ruhu O’nun meclisine gelir ve esrik vakitlerin seheri başlar. Geceyi ışıtan insanlar içinde İsmail’i de bulursunuz. Onlar güneş battıktan sonra günün kaygılarını ağır karanlıklarda sabırla yıkar ve güneşi sabahleyin aydınlıkla süslerler.
Yenişehir apartmanın üst katlarında Türkiye Yazarlar birliğinin bir odası vardı. İç içe açılan bu salonda edeplice oturulur gizemin yaprakları içinde var olan hakikate çay ve tütünle ulaşılırdı. İsmail Maraş’ta despot yapılanmanın başkaldırıcısı Hak muştucusuydu, O’nun etrafında oluşturulan Ehram önümüzdeki yıllarda sırlarını bizlere ifşa edecektir.
Dostluğu saygınlığıyla anlamlı olan İsmail esrik demlerinin insanıdır. O kadim zamanlarda yaşamış destan kahramanı yetimin gözyaşı, Mecnunun yoldaşı, Maraş’ın deli poyrazıdır.
İsmail turan ülkesinin dipsiz uçurumudur.

Ali Büyükçapar.

İsmail

İSMAİL

Diriliş baharının düşü İsmail
Çölde vaha umut eleğimsağmada ışık
Karanlık kuytularda fısıltı
Atan gümbürdeyen yürek İsmail

İbrahim'in seherinde yıldız İsmail
Çölde ayak izi kınında kılıç
Yakıcı ateşte kor İsmail'i bana sor

Kıvrılır kuyularda su düşlerde gulyabani
Yüce dağların başında kar
Güneşte onu yakma telaşesi
Cıncık kırığı soğuklar
Dergaha gel İsmail ol

Gül medeniyeti kurulur avuçlarımızda
Cebrail hayran kurban o aslında
Hüzün iki damla göz yaşı
Kayar pınarlardan aşağı
Düşümde sen bıçak ve
kurban İsmail dağa güneş çökecek
Eşikte bekleyecek
Şah İsmail Kimseler bilmeyecek sırrını
Cebrail'in İsmail gözleri bağlı kelebek sanki

Önde İbrahim bayramlık elbisesiyle o
Yollar çileli iğde ağaçlarında vaveyla
Dönüp durmada kırlangıçlar
Akıl gerilmiş yay İbrahim de
Kurban et İsmail'i kuytularda

Yanlış mı duydum Çalabım
Gözümün nuru yüreğimin esintisi o
Zemheride açan yediverenim
Toprakta son umudum o
İbrahim kurban olsun seherde
Ya doğru değilse ayartıcı iğvası
Örümcek yuvası bataklık çamuru
Nemrut'un gözünde pırıltı
İsmail ulu çınarlar ülkesi
Kurban et İsmail'i
Beni al eşiğine dağlarına çağır
Dostun değil miyim evini yapan
Eşiğinden bin bahar vaz geçmeyen
Rabbim sınama İsmail'le beni
Hacere veda Kabeye elveda
Zemzem Ana yüreğinde uça dursun turnalar
Gökler telaşlı Cebrail gizlenmiş
Kınından çekildi işte kılıç
Yerde İsmail
Işığı düşünce Zülfikar'ın
İkiye bölündü kayaları Heron'un
İsmail mütevekkil ırmaklar gibi
Eriyen aysberg düşen okyanuslara
Zerre ırmak çiğ tanesi
Ve indi gökten Cebrail'in armağanı
Davam işte bekler İsmail'lerini
Deli poyrazlar ese dursun kentte
Yığınların hülyalarından bana ne
Ekmek telaşesi bırak onların olsun
Deniz kıyılarında tatlı su özlemi
Bahar çiği tomurcuk güllerde
İsmail şahlar şahı Anadolu da
Her yer Kabe bu gün
İsmail çağrısı piştovlarla vurur

Zalimlere yeter mazlum İsmail
İsmail çağların diriliş muştusudur

Ali Büyükçapar

Köroğlu Hikayesi

MARAŞ AĞZI KÖROĞLU HİKÂYESİ - 2
Hacı Ali ÖZTURAN

BURADANNNNNNNNNNNN

Yusuf atı inceledi. Hayret… Hiç de övülecek bir at değildi. Eklâvi de değilde seklâvi de… Ne İngilizdi, ne Arap… Tüyleri yıldır yıldır yanan, boylu poslu, iyi bakımlı bir attı. Belki soylu bir atasına rastlanabilirdi ama şu hâliyle hiç de emek edilecek bir at değildi.
Sağ elinin dört parmağını keski gibi yapıp, atın kasığına yandan, hızlıca dörttü. At acı ile kıvrıldı, büküldü, yay gibi oldu. Kafasını iki yana sallayarak çenesini Yusufun elinden kurtardı. Şahlandı. Ön ayaklarıyla Yusufun göğsüne vuruşun, Yusuf ahırın duvarına çarpıp yere düştü. Deli Yusuf bayılmıştı. At şaha kalkıp kişniyor, kinci darbeyi vurmak için Yusufun ayağa kalkmasını bekliyordu. Deli Yusuf kendine geldi. Karşısında şaha kalkıp kalkıp inen; kişneyerek ortalığı birbirine katan atı gördü. Tam bu sırada Lala Hüseyin Paşa, yanında birkaç kişi ile ahıra girdi. Kapı Deli Yusufun arkasında kaldığı için, gelenleri görmedi.Yekinip ayağa kalktı. At kulaklarını makas misâli yapmış, ikinci hamle için atılmıştı. Deli Yusuf davrandı. Yerden kuzu kerpiç misâli bir taş aldı. Sol eliyle atın alt çenesini yeniden kaptı. Hengeyledi, hüngeyledi; elindeki taşla atın alnına hıngeyleyince, taş atın alnına gömüldü. At ne aldı, ne verdi: Devrilip öldü. Deli Yusuf atın başına dikildi:
-Kahpe malı, diye gürledi, az kaldı beni öldürecekti.
Lala Hüseyin Paşa bir anda Deli Yusufun kellesini vurdurmayı düşündü. Sonra “Ya sabır!” çekti. Erzuruma geleli beş on gün olmadan kelle vurdurmak hoş olmazdı. Şimdi bunun kellesini vurdursa, İstanbula duyulur, “Paşa yine zulme başladı.” denirdi. Yutkundu. Başını iki yana sallayarak kızgınlığını ve üzüntüsünü belirtti:
-Ulan seni konağın saçağına örnek olsun diye asardım ama, şükret ki bugün sabrım üzerimde. De bakalım, bu atı niye öldürdün?
-Paşam az kaldı at beni öldürüyordu…
-Peki o hayvan… Sen de mi hayvansın ki ona uydun? Bu at benim ahırımın en has atıydı.
Deli Yusuf şaşırdı:
-Bu mu en iyi at Paşam? diye sordu. Bunun neresi iyi? Eklâvi değil, seklâvi değil. Arap değil, İngiliz değil. Soyu sopu belirsiz bir at. Paşa Paşa: Bu at iyi koşabilir, ama suyu geçemez, çalı atlayamaz, hendek geçemez. Sen bu ata boşuna arpa yedirmişsin. Bu at binek atı olmaz; olsa olsa değirmene buğday götürür. Dur sana bir hikâye anlatayım: Esrarcının biri esrarı içmiş, bir nalbant damındaki gübreliğe yatmış. Hayal kurmaya başlamış. Kendisini hamamda bulmuş. Esrarı çekmiş ya, güyâ kendisi kentin vâlisine benziyormuş. Tellaklar, uşaklar, “Aman Vâli Bey!” diye dört dönerek hizmet ediyorlarmış. Esrarcıyı yıkamışlar. Vâlinin elbiselerini giydirip, vâli konağına götürmüşler. Esrarcı düşü ya… Konakta vâlinin hanımı bile durumu ayrımına varamamış. “Sıhhatler olsun Bey!” demiş. Bir şişe gülsuyu çıkarıp sahte vâliye serpmeye başlamış. Hülyânın burasında esrarcı sıçrayıp uyanmış. Meğer bir köpek gelmiş, karanlıkta esrarcıyı göremeyip, yüzüne gözüne işemeye başlayınca adam ayılmış. Hikâyede olduğu gibi, bu at iyi bir ata benzer ama bu benzeme sahtedir Paşam. Bu sahteliğe aldanma. Sen paşasın, seni aldatmak isteyen çok olur. Paşa kısmı dalkavukları ve sahtekârları tez tanımalı, yoksa doğru karar veremez. Pâdişahın da, Paşanın da; hattâ eşkıyanın da dalkavuğu olur. Bunlara kanmamak gerek. Sen diyeceksin ki iyi at nasıl olur? Ata önden baktın mı, geyik gibi olmalı, yandan baktın mı kayık gibi olmalı, arkadan baktın mı hüyük gibi olmalı. Duruşu şimşir gibi; sağnanışı eleğimsağma gibi, yumuluşu kirpi gibi olmalı. Önden geleni kapmalı, arkadan geleni tepmeli… At öyle olmalı ki; binicisi öne devrilse, at kafasını yastık misâli göğsüne yaslamalı… Arkaya devrilse at kuyruğunu yastık misâli sırtına dayamalı…
Paşa bu güzel benzetmelerle kendinden geçmişti. Ağzı ayrılmış, Yusufu dinliyordu. Deli Yusufun sövmesini bile unutmuştu. Yusuf iyi atı anlatmayı sürdürüyordu:
-At dediğin inişe aşağı keklik gibi süzülürken ön ayaklarını uzatır, arka ayakların kısaltır; binicisine rahat ettirir. At dediğin yokuşa yukarı tavşan gibi atılırken arka ayaklarını uzatır, ön ayaklarını kısaltır; binicisine rahat ettirir.
Hüseyin Paşa Deli Yusufun sözünü kesti.
-Gerçekten böyle at olur mu Yusuf? diye sordu.
-Bulunur Paşam. Elde neler var…
-İti öldürene sürütürler, demişler Yusuf. Bana bu atı bulacaksın. Ne kadar zamanda bulabilirsin?
-Tanrı bilir… Aramak gerek. Urum da mı bulunur, Şamda mı? İranda mı, Turanda mı? Ama arayan bulur. Üç günde mi, üç ayda mı, üç yılda mı bulunur, Tanrı bilir.
-Sana istediğin kadar zaman veriyorum Yusuf, dedi Paşa. Bana bu anlattığın gibi bir at bulacaksın. Bulamazsan sen bilirsin. (Adamlarına dönerek.) Yusufa 1000 altın verin!
Deyip ahırdan çıktı. Paşa, Deli Yusufun anlattığı ata sevdalanmıştı. Aylarca atı ve Deli Yusufu sayıkladı. Paşa o denli at sevdalısıydı ki, yemeden içmeden kesildi. Her gün, “Yusuftan haber var mı?” diye sormaya başladı.
………..………………………………………………………………

Lala Hüseyin Paşa, Deli Yusufun anlattığı olağan üstü atın düşüyle yaşaya dursun; alalım haberi Deli Yusuftan:
Deli Yusuf konaktan ayrıldıktan sonra evine döndü. Deli Yusuf, dağda eşkıya iken evlenmiş, oğlu Ali dünyaya gelince dağdan inip eşkıyalığı bırakmıştı. Daha sonra bir de kızı olmuştu. Oğlu Aliyi (Köroğlu hikâyesinde Deli Yusufun karısı ve kızı hiçbir zaman öne çıkmamaktadır.) karşısına alıp; olanı biteni anlattı. Verdiği sözü yerine getirmesi için, belki çok uzun bir zaman eve dönemeyeceğini söyledi. Kendisinin olmadığı bu zaman içerisinde nasıl geçineceklerini uzun uzun anlattı. Yanlarına yeterince para bıraktı. Sonra bir de telden anlattı:
Bir at övdüm Erzurumun beyine
Paşaya şan olda beye şan oldu
1/10 Bu atı isterim dedi boyuna
Peki Paşam dedim gönlü şad oldu

Atı bulur isem şanım yücelir
Bulamazsam garip ömrüm kocalır
1/11 Yağlı ipten kalın boynum incelir
Âlem ibret aldı cellat can aldı

Şimdi burdan kalkıp yola düşmeli
Diyar diyar gezip çok eğleşmeli
1/12 Ciritte koşuda atı seçmeli
Bundan sonra konalgamız han oldu

Paran biter ise önce atları
Uygun bir fiyata sat tarlaları
1/13 Çerçiye kasaba say paraları
Demesinler Ali perişan oldu

Deli Yusuf ben oğlumu severim
Babalık hakkımı helal eylerim
1/14 Allah izin verir birgün dönerim
Demezler kırklara karışan oldu.
Deyip kesti. Deli Yusuf ailesiyle helalleşti. Al atına bindi. “Al Allah delini, zapteyle kulunu!” deyip yola dizildi.
Deli Yusuf önce kentin güneyini dolaştı. Sonra Anadolunun batısına dek gitti. Kent kent, köy köy dolaştı. İstanbuldan Karadeniz kıyılarına dek uzandı. Hayalindeki atı bir türlü bulamıyordu. Buradan Dağıstana geçti. Gürcistanı dolaştı.Oradan da güneye inerek Kerkükü, Musulu, Bağdatı, Basrayı, Halepi, Şamı gezdi. Yok, yok! Aradığı atı bulamıyordu. Lala Hüseyin Paşanın yanına eli boş dönmek istemiyordu. O denli at sevdalısı birini umutlandırıp, sonra da “Paşam bulamadım, kusura kalma!” demek olmazdı.
Aradan iki yıl geçti…
Hayalindeki atı bulamamış, ama sabırla geziyor, arıyor, soruşturuyor; nerede bir at yarışı varsa, nerede bir cirit oyunu varsa oraya koşuyor, atları titizlikle inceliyor, ama her birine bir kusur buluyordu.




DELİ YUSUF ARADIĞINI BULUYOR

Nil kıyısındaydı…
Tepenin eteğine kurulmuş büyükçe bir köyün içinden geçiyordu. Güneş iyice alçalmış, Nil kıyısını kavuruyordu. Yusuf yorgun, atı yorgun ilerliyorlardı. Atın boynu sünmüş, kulakları el terazisi gibi düşmüştü. Adım atarken tırnaklarını yere sürüyor, gereğinden fazla toz kaldırıyordu. Yine de Yusufun yorgun gözleri köyün atlarındaydı. Gerçi hepsi de yük beygiriydi bunların. Yusuf bunlara dönüp bakmazdı bile, ama yine de “Bir umut.” diyerek göz gezdiriyordu. Köyün gübreliğinin önünden geçerken burnu tıkandı. Pis kokudan bir an önce kurtulmak için atını mahmuzladı. Hayvan gübreleri öbek öbek yığılmıştı. Birkaç tavuk, birkaç kaz eşinip yem arıyorlardı. İki tane de küçük tay vardı. Deli Yusuf tayları görünce, atın üzerinde zangır zangır titredi. Dizlerinin bağı çözüldü. Başı kıçından ağır geldi. Dalında yetmiş Hacı Hamza armudu gibi “Paat!” diye düştü. Deli Yusufun düşmesinden tavuklar ürktü, gıdaklamaya başladı. Kazlar faş faş etti. Taylar yerlerinden bile kımıldamadı.
Yusuf kendine gelince koşup tayları yakaladı:
-Tanrım sana şükürler olsun, beni Hüseyin Paşaya utandırmadın, diye mırıldandı.
Deli Yusuf aradığı tayı bulmuştu. Hem bir ararken iki bulmuştu. “Birini Paşama veririm, birini de ben alırım.” diye düşündü. Düşündü ama, bu taylar nasıldı:
Tayların biri al, biri doru idi. İkizdiler. Gerçi biri al, biri doruydu ama, görenler bunlara ne al derdi, ne doru… Çünkü bu iki tay bakımsızlıktan uyuz olmuş, yaralarına ise katran sürülmüştü. Tayların yüzüne bakılacağı yoktu. Ama Deli Yusuf, engin at bilgisiyle bu iki tayın çok özel hayvanlar olduğunu biliyor, bu nedenle kalbi küt küt atıyordu.

Okunacak Kitap


Okunacak Kitap

Varidât

VARİDAT - Ölmeden önce Öl
Şeyh Bedreddin


Ölmeden önce öl, ta ki ölümsüz kalasın. Zira dünyadan, dünyanın tatlarından ve şehvetlerinden uzak duran kişi, başlangıcı ve sonu olmayan gerçek varlığa kavuşur. Bu tür hayatta ölüm yoktur; sonsuza kadar devam eder. Fakat insanlar bu yaşantıyı değil, dünya yaşantısını istemektedirler. Diğer bir şık ise, ölmeden önce ölen ilahi ahlakı elde eder ve adı sonsuza kadar kalır. Adı sonsuza kadar kalan kişi ebediyen yaşar. Ayrıca üçüncü bir anlamı da şöyle: Geçici ve mecazı varlıktan vazgeçen, kendi varlığının Allah'ım varlık kaynaklarından bir kaynak olduğunu bilen ve ikilikten kurtulan kişi, sonsuza kadar diridir. Zira varlıktan başka bir şey geride kalmaz ve varlığın da yok olması imkânsızdır.

Hadiste cennetin sekiz, cehennemin ise yedi kapısı bulunduğu belirtilmiştir. Bundan da şu anlaşılır ki, arş cennetin tavanıdır ve burçların göğü de cennetin yeridir. Burçların göğünün içbükeyi cehennemin tavanıdır ve bunların altındaki göklerin her biri de, bir kapıdır. Böylece cennetin sekiz kapısı vardır. Zira atlas adı verilen göğün altında sekiz gök vardır ve bu gökler şunlardır: Burçların göğü, Zühal göğü, Müşteri göğü, Merih göğü, Güneş, Zühre, Utarit ve Ay. Ay göklerin sonuncusudur. Yıldızlara ait göğün içbükeyi cehennemin tavanım oluşturuyorsa, altında yedi gök kahır. Her göğü bir kapı sayarsan, cennetin sekiz ve cehennemin yedi kapısı olur. Bunu yazınca Kur'ân'dan birkaç ayet okuyayım diye Mushaf’ı açtım ve şu ayetle karşılaştım: "ayetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz ve cennete giremezler". Bu da, göklerin cennetin kapıları olduğuna dair söylediklerimize bir işarettir. Diğer bir deyişle, cennetin kapıları olan gökler onlara açılmayacaktır. Şafiî mezhebi ve diğer bazı kişilere göre kaza namazlarının düzenli bir şekilde kılınması vacip değildir. Hâlbuki diğer bazı kişilere göre ise bu vacibdir. Durum namazın selamında da böyledir. Hanefî mezhebi ve bazıları, selamın namaz kılan kişi tarafından başını iki yana çevirip vermesi gereği üzerinde durmuşlar. Maliki mezhebi ve diğer bazıları ise, selamın öne doğru verilmesi düşüncesini savunmuşlardır. Tahiyyât duasında da durum böyledir. Şafiî mezhebinde olduğu gibi, bazıları bu duanın tıpkı normal halk konuşması türünde yapılabileceğini savunurlar. Bu duaya misal olarak da, evlenme duası gösterilebilir. Hanefî mezhebinde de olduğu gibi, diğer bazı kimseler ise, bunun caiz olmadığı düşüncesindedirler. Bu tür söylentiler birçok kez dışa dönük işler için yayılmıştır. Bu ve buna benzerleri hakkında düşünen kişiler, bütün dikkatlerini iç âlemin düzeltilmesi, arıtılması, ahlakın tezhip edilmesi yönüne çevirirler. Dışa dönük çabalar da, bunun bir aracı sayılır. Çabalar harcanacaksa, ne türde yapılacaktır ki, istenilen elde edilsin. Bundan dolayıdır ki, bu ve buna benzer durumlarda bunu gerçekleştirmek imkânsızdır.

Dışa dönük görünüşlerle uğraşan bilginleri Allahuteâlâ işlerini ıslah etmiş ve onları içi bırakıp, kabuklarla uğraşmaya yönlendirmiştir. Bu bilginlerin çoğunun içi yarılıp, bakıldığında, dünya sevgisi ve başkanlık hırsından başka, dinle ilgili hiç bir ize rastlanmaz. Allah onları rezil etsin. Ulu Tanrı, Taha suresinde "Ey Muhammedi Sana dağları sorarlar; de ki; Rabbim onları ufalayıp savuracak, yerlerini düz, kuru bir toprak haline getirecek; orada ne çukur, ne tümsek göreceksin" diye duyurmuştur. Bu sözlerle kıyamette Allah varlığının ortaya çıkışı ve bir olan Allah'ın her yeri kaplaması anlamı çıkarılabilir. Bu durumda eğikliği bulunmayan ve bir olan Allah karar sahibi olur ve böylece dağların özellikleri ortadan kalkar. Bu zamanda ise, sadece birlik görünecek ve halk da bu birliğe davet edilecektir. Allah eğim ve eğiklikleri açıklayacak ve gönülleri yumuşatacaktır. Allah ve Rahman adları ile adlandırılan özün kararlarının kabulü için nitelikler belirlenecek ve böylece özün kararları ortaya çıkarken, niteliklere dair kararlar ortadan kaybolacaktır, izi kalmayacaktır. Yüce Allah, Enbiya suresinde şöyle buyurmuştur: "İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı görmediler mi?". Bu ayetin tefsirinde şöyle deniyor: Göklerle yeryüzü yapışıktı. Ben de derim ki, bununla insan kaydediliyordur her halde. Gökler de, melekut âlemine dair bir işarettir ve yeryüzü ise mülk aleminin belirtisidir ve insan her ikisinin karışımıdır. Rahimde bir damla ve sıvı iken, onları yarıp ruhu üfürdük ve böylece mülk ve melekut izleri onda belirmeye başladı. Gerçek sevgi odur ki, gönlün Allah'ım sevgisiyle dolsun ve dünya sevgisinden uzak dursun.
İhyâü'1-UIûm, Kimyâü's-Sa'âde ve benzerleri, gerçek (Tahkik) ilmi ile özenme (Taklit) ilmi arasında bir mesafe oluşturur. Bu da, dünyayı doğru yola götürme ve gerçeği arayan kişilere görünmüş güzel bir yoldur. Zira bunlar, gerçeği ararken neyin kendilerine uygun, neyin ters düştüğünü anlayacak kabiliyette değiller ve bilmeden tıpkı av köpekleri gibi boşuna çaba harcarlar. Şunu bil ki:

Cinler, meleklerden, şeytandan ve iblisten daha yaygındır ve bunların hepsi ruhlar âlemindendirler; cisimler alemiyle hiç bir ilgileri yoktur. Bunlar bütün ve bölümden oluşan güçlerdendir. Allah'a yakınlaşmayı gerçekleştiren araç ve sebeplerden meydana gelen güçlere, melekler adı verilir. Allah'tan uzaklaştırıp, dünyaya yaklaştıran güçlere ise, şeytan adı verilir. Ulu Tanrı'm ayet-i kerimede "Allah'la cinler arasında da bir soy bağı icabettiler" sözleri, bizim cinler meleklerden daha geneldir sözümüze dair bir kanıttır. Kâfirler, melekler Allah'ın kızlarıdır dediler. Fakat cinler ve şeytanlar Allah'ın kızlarıdır demediler. Yüce Allah bunlardan münezzehtir. Bu söylenenler, meleklerin de, cinler kavramı içinde yer aldığı anlamına gelmektedir.