Merhaba

Merhaba

Maraş çete bayramını kutladı. Modern zamanlara inat eden arkaik dönemin insanları Etilerden, Hititlerden kalma esvaplarını giyip, çarıklarını ayaklarına geçirdi, susmayan davulların seslerini de yüreklerinin yanına alıp yedi düvele başkaldırdıkları zamanları yad ettiler.

Padişahım çok yaşa diyen yoktu.
Maraşlı ya özgürlük ya ölüm diyordu. Padişah kim saltanat nedir o peki bilinmez Maraş’ta. Maraşlı başına buruk olmuş kendisine kol kanat gerenlere “ gölge etme başka ihsan istemem” demiştir her vakit.
Kar var Maraş’ta
Deli poyraz sert esiyor, Ahır dağından kopan fırtına Aladan da gümlüyor Çarşıbaşı’nda yeri yerden oynatıyor. Yavşan melül, mahzun başı dumanlı ya olanlara bir mana veremiyor. Mor menekşeler, nergisler, sümbüller az vakit sonra dağdan Maraş’a doğru yürüyecek dağ hep onun telaşında.
Ne olacak bu zulüm?
Yüzünün harlı ateşinde daha kaç masum kavrulacak. Bu baharda Tanrının soluğu sanacakları kıpraştırmayacak mı?
İnsanın örtüsünde Tanrının esmasını okuyanlar demokrasi mavalına inanmaz! Yanı başımızdaki Sultacı işgalci Amerikalı Mezopotamya güneşinin üzerine düşmesinden bakalım ne vakit etkilenecek.
Gel yedi düvel gel!
Kültürün potası olan bu topraklar elbet senide adam edecektir. Köseler vuruluyor, demir tam tavında, gök gözlü bozkurtlar tepelerde, ay birazdan dolunay olacak, cennetin kapıları aralanmış, boz atlarda dev insanlar pusatlarını çıkarmışlar yalama düzenlerin sonu çok yakın.
Anadolu hiçbir ihaneti ad etmedi. Maraş cennetin bir basamak öncesi küngüldeyen pınarları, boynu bükük sümbülleri ve sanemleri. Zaman yirmi beşinci saati çalıyor. Gökler kapalı umut toprakta, ellerimizi toprağa açın erenler!
Kuşanın kırlangıçların çığlıklarını Haydarın aşkına düşün dönülmez yollara. Mücadele bir harlı petek ne mutlu yolunda yürümek



Ali Büyükçapar

Güz Esintisi

Güz Esintisi

Eşiğinde beklerim geçse de bin yıl
Bak kar yağıyor tenhalarına kayaların
Saçlarına taktığın lale esintisinde bahar
Üveyiklerin esintisinde aşk iki damla gözyaşı

Uzuyor mesafeler tütün sarısı melankoli
Düşlerimde ak bir kuğu siyah eldiven
Derken kara gözlerin takılıyor
Kıvrılan hayalinle doluyor varlığım

Benlik elbisesini sunuyor
Atan yüreğinin sızısını duyuyorum
Paloma güneşinin yedi rengi sende
Müzik başlayınca seher vaktinde
Darağaçları kurulur kuytulara
Sen gelirsin Paloma

Varlık çığlığı martılara emanet
Dilim damağıma yapışık adınsa yüreğime
Atınca şanlı göklere kıyametim olursun
Medet ey beyaz kuğu medet ki medet


Ali Büyükçapar

Upanişad

Upanişad

Gerçek Ben, her şeyi bilir, her şeyi anlar. Mekânı, Tanrının nûrani tahtı olan, kalbidir.
Gerçek Ben, ancak kalbin arınması yoluyla bulunabilir. İnsan kalbindeki bu Ben, kişinin bedeninin ve ha¬yatının sahibidir. Bilge kişi, ölümsüz ve mutluluk olan bu Varlığı, düşünce kudretinin aydınlattığı bir zihin vasıtasıyla tanıyabilir.
Kişisel Ben ile evrensel Benin aynı Varlık olduğu idrak edildiği zaman, kalbindeki cehalet düğümü çözülmüş, bütün şüpheler ve yapılan işlerin bütün kötü sonuçları yok olmuştur.
Bölünmez bir olan Tanrı'nın mekânı, kalbidir. O, saf¬tır, nurların nurudur. Kendi gerçek Benini tanıyan kişiler, Ona ulaşırlar.
Onu aydınlatan Ona nûr veren, ne güneş, ne ay, ne yıldızlar ne de yeryüzünde yıkılan herhangi bir ateştir. O kendisi, her şeyi aydınlatan bir nurdur. Evrende var olan her şey, O'nun nurunu yansıtır.
O her yerdedir. Önde, arkada, altta, yukarıda, sağda ve solda olan hep O'dur.
Kişisel Ben ile ölümsüz Ben, aynı ağaç üzerine evlerini kurmuş ve arkadaşlıkta ayrılmaz şekilde birbirlerine bağlanmış iki kuş gibidir. Kişisel Ben, bu ağacın acı ve tatlı meyvelerini tadar; ölümsüz Ben ise, bunları tadamaz, sadece sükûnet içinde seyreder.
İlâhi Ben ile aynı varlık olduğunu unutan kişisel Ben, ızdırabları nedeniyle şaşkın ve acınacak bir hâldedir. Ancak, kendisini ibadet ruhunu telkin eden ilâhi Ben olarak gördüğü zaman, bütün ızdırablardan kurtulur. Kişi, O'nunla aynı varlık olduğunu gördüğü zaman, dünyanın bütün pisliklerinden arınmış, iyinin ve kötünün bütün zıtlıkların ötesine ulaşmıştır.

Upanişad

Nefes

NEFES

Yüceler ulusu gövşen gözlü
İnci mercan olmuş dolusu
Kadehinde var meyi şarabı
Şahım Uludaz’ın kor ateşi

Tutarım buyruklarını daim
İzinde bereket özünde Halk
Açar sancağını Enel Hak
Şahım Koyunoluk’un kor ateşi

Çok bilirim suçum günahım
Irmakları getirirsin düşüme
Bozkurtlar sıçrar ak sancaklara
Şahım Milcan’ın kor ateşi

Bayram ederim onun hayaliyle
Varlığı neşe katar can özüme
Şah Ali her vakit kulu bendesi
Şahım Ahırdağı’nın kor ateşi


Ejder Polat

Artık Hiçbir Şey Bilmek İstemeyen Adam

Artık Hiçbir Şey Bilmek İstemeyen Adam

Peter Bıchsel

«Artık hiçbir şey bilmek istemiyorum» dedi, hiçbir şey bilmek istemeyen adam. Artık hiçbir şey bilmek istemeyen adam «artık hiçbir şey bilmek istemiyorum» dedi.

Bunu söylemek kolay
Bunu söylemek kolay
Ve tam o sırada telefon çaldı.

Adam artık hiçbir şey bilmek istemediği için yapması gereken şeyi yani kabloyu duvardan çekmesi gerekirken ahizeyi eline aldı ve ismini söyledi.

Öteki «iyi günler» dedi
Ve adam da «iyi günler» dedi.
Diğeri devam etti «bugün hava güzel»

Ve adam «bunu bilmek istemiyorum» demedi, hatta «evet, şüphesiz, bugün hava çok güzel» diye ilâve etti.

Ve diğeri bir şeyler daha söyledi.

Bunun üzerine adam da bir şeyler söyledi. Ve sonra ahizeyi çengele taktı ve şimdi havanın güzel olduğunu bildiği içim çok kızdı. Ve o zaman kabloyu duvardan çekip kopardı ve «bunu da bilmek istemiyorum ve unutmak istiyorum» diye bağırdı.

Bunu söylemek kolay
Bunu söylemek kolay

Çünkü pencereden içeriye güneş vuruyordu ve pencere¬den güneş içeriye girerse, havanın güzel olduğu anlaşılırdı.

Adam panjurları kapadı, fakat şimdi güneş aralıklardan içeri sızıyordu. Adam kâğıt aldı pencere camlarına yapıştırdı ve karanlıkta oturdu. Ve böylece uzun süre oturdu, sonra karısı geldi, kâğıtla örtülmüş pencereleri gördü ve korktu. «Bu da nesi?» diye sordu.
Adam : «Bu güneşe mani olacak» diye cevapladı.
Kadın : «Ama o zaman hiç ışığın olmayacak» dedi.
Adam : «Bunun sakıncası var, fakat böylesi daha iyi, çünkü güneşim olmazsa ışığım olmayacak, fakat hiç olmazsa o zaman havanın güzel olduğunu bilmeyeceğim» dedi.
Karısı: «Neden güzel havaya karşısın? Güzel hava insanı neşelendirir» diye sordu.
Adam : «Güzel havaya karşı değilim, güzel havaya hiç karşı değilim, sadece nasıl olduğunu bilmek istemiyorum» cevabını verdi.
Karısı: «O vakit hiç olmazsa ışığı aç», dedi ve ışığı açmak istedi, fakat adam lambayı tavandan kopararak «artık bunu da bilmek istemiyorum, ışığın yakılabileceğini de bilmek istemiyorum» dedi.
Bunun üzerine karısı ağladı.
Ve adam «ben aslında artık hiçbir şey bilmek istemiyorum» diye vurguladı.
Karısı buna bir anlam veremediğinden, artık ağlamadı ve kocasını karanlıkta yalnız bıraktı.
Adam orada çok uzun süre kaldı. Ziyarete gelenler kadına kocasını soruyorlardı ve kadın onlara «sorun şu, yani karanlıkta oturuyor ve aslında artık hiçbir şey bilmek istemiyor» şeklinde açıklıyordu.
İnsanlar «pekiyi o neyi artık bilmek istemiyor» diye soruyorlar ve kadın da şunları söylüyordu.
Hiçbir şey, artık kesinlikle hiçbir şey bilmek istemiyor.
Gördüğü şeyi - yani havanın nasıl olduğunu - artık bilmek istemiyor.
Duyduğu şeyi - yani insanların ne söylediklerini - artık bilmek istemiyor.
Nihayet bildiği şeyi - yani ışığın nasıl yakıldığını - artık bilmek istemiyor.
Kadın: «İşte durum bu» dedi.
«Demek öyle» dediler ve bir daha da onu ziyarete gelmediler.
Ve adam karanlıkta oturuyordu.
Ve karısı ona yemeğini getiriyordu.
Ve artık neyi bilmiyorsun? Diye soruyordu.
Adam : «Hâlâ her şeyi biliyorum» diyordu.
Ve hâlâ her şeyi bildiği için çok üzgündü.
Bunun üzerine karısı onu teselli etmeye çalışıyor ve «fakat havanın nasıl olduğunu bilmiyorsun ya» diyordu.
Adam : «Nasıl olduğunu bilmiyorum, fakat hâlâ nasıl olabileceğini biliyorum, hâlâ yağmurlu günleri hatırlıyorum ve hâlâ güneşli günleri hatırlıyorum» diye cevap veriyordu.
Kadın : «Bunları da unutacaksın» diyordu.
«Bunu söylemek kolay. Bunu söylemek kolay» diye adam cevap veriyordu. Böylece adam karanlıkta kaldı, her gün karısı ona yemeğini getiriyordu, adam tabağa bakıyor ve şöyle diyordu:
«Bunların patates olduğunu biliyorum, bunun et olduğunu biliyorum ve karnı bahar tanıyorum ve hepsi boşuna daima her şeyi bileceğim ve söylediğim her kelimeyi biliyorum». Karısı ona bir dahaki seferde «hâlâ ne biliyorsun?» diye sorduğu zaman, «öncekinden daha çok şey biliyorum, sadece güzel hava nasıl olur, kötü hava nasıl olur, bunları bilmekle kalmayıp, aynı zamanda hiç hava olmazsa nasıl olur? Bunu da biliyorum. Bundan başka, hava tamamen karardığı zaman hâlâ yeter derecede karanlık olmadığını da biliyorum» diye cevap verdi.
Karısı : «Fakat senin bilmediğin şeyler var» dedi ve gitmek istedi, kocası onu durdurduğu zaman, örneğin Çince «güzel hava nasıl denir, bilmiyorsun ki» diyerek çıktı ve kapıyı ar¬kasından çekti.
O zaman artık hiçbir şey bilmek istemeyen adam düşün¬meye başladı. Hakikaten Çince bilmiyordu ve henüz Çince bilmediği için «bunu da bilmek istemiyorum» demenin ona faydası yoktu. «Önce neyi bilmek istediğimi bilmeliyim», diye bağırdı ve pencereyi açtı ve panjurları kaldırdı, yağmur yağı¬yordu, yağmura baktı. Sonra Çince hakkında kitaplar satın almak için şehre gitti ve geri geldi ve haftalarca kitaplara daldı, kâğıda Çince yazılar yazdı, insanlar ziyarete gelip de kadına adamı sordukları zaman «durum bu, şimdi de Çince öğreniyor işte böyle» diyordu.
Ve bir daha ziyarete gelmediler.
Fakat Çince öğrenilinceye kadar aylar ve yıllar geçer ve adam nihayet Çinceyi öğrendiği zaman, «fakat hâlâ yeterince bilmiyorum. Her şeyi bilmem gerek. Ancak o zaman bütün bu şeyleri artık bilmek istemediğimi söyleyebilirim. Şarabın tadının nasıl olduğunu, kötü şarabın nasıl, iyi şarabın nasıl tadıldığını bilmeliyim. Ve patates yersem, nasıl ekileceğini bilmeliyim, ay nasıl görünüyor, bilmeliyim, çünkü ona baktığım zaman, nasıl göründüğünü bunca zamandır bilmiyorum ve ona nasıl gidileceğini bilmeliyim. Ve hayvanların adlarını, ne görünüşte olduklarını, ne yaptıklarını ve nerede yaşadıklarını bilmeliyim».
Ve tavşanlar hakkında bir kitap, tavuklar hakkında bir kitap ve ormanda yaşayan hayvanlar hakkında, böcekler hakkında da bir kitap satın aldı.
Sonra gergedan hakkında bir kitap satın aldı. Onu güzel bir hayvan olarak buldu. Hayvanat bahçesine gitti orada onu buldu, hayvan büyük bir yeşilliğin ortasında duruyordu ve hiç kımıldamıyordu.
Adam, gergedanın düşünmeye ve bir şeyler bilmeye çalış¬tığım yakından gördü ve bunun onu ne kadar çok yorduğunu anladı. Ve gergedanın ne zaman aklına bir şeyler gelse, sevinçten yerinden fırlıyor, yeşillik içinde iki - üç tur atıyor ve bu sırada aklına gelen şeyi unutuyor ve sonra uzun süre - bir saat, iki saat-olduğu yerde kalıyor ve aklına bir şey geldiği zaman tekrar koşmaya başlıyordu.
Ve daima biraz erken koşmaya başladığından, aklına aslında hiçbir şey gelmiyordu.
«Bir gergedan olmak isterim», dedi adam «fakat bunun için şimdi çok geç olsa gerek».
Sonra eve gitti ve gergedanını düşündü. Ve başka hiçbir şey hakkında konuşmadı. Benim gergedanım çok yavaş düşünür ve çok erken koşmaya başlar ve işin doğrusu bu» dedi ve bu sırada artık bilmek istememek için, bilmek istediği her şeyi unuttu.
Ve hayatını önceden olduğu şekilde sürdürdü.
Yalnız tek farkı, şimdi Çince de biliyordu.

Çocuk Hikâyeleri
Peter Bıchsel
KTB Yayınları 1983s

Gurgum'da Zaman

Gurgum'da Zaman

Bindokuzyüz yetmişbeş sonrası puslu demler

Tekke’de güneşin üzerine ilk doğduğu evdi Nenemin evi. Toprak damlı, iki katlı ve güneye bakan cephesiyle içinde saklambaç oynayıp kaybolduğumuz o evin iki tarafta ayazı vardı.
Sokak başında eski Yaşar Pastanesinin bitişiğindeki yokuşa girerdi ayaklarım peşi sıra yürür yürür sağdaki ilk büyük sokaktan Tekkenin yukarılarına doğru sapınca karşıma büyükçe tut ağacı çıkardı. Dayımların evi oradaydı yengemin kardeşleri de orada otururlardı. Kazım dayımın oturduğu eve bir ara bizde komşu olmuştuk. Sağa doğru yürüyüp evleri geçince Nenemgilin büyük evlerinin kapısının önüne varırdım. Evin kapısı sokağın içindeydi o sokakta tek kapı oydu çünkü ev Bahıların evlerinin tam önündeydi. 24 numara kapıda hep kaldı, elektrik ve su abone rakamları dört haneliydi.
Tahtalarla yapılan kapıdan dikkatli bakan içeriye nazar edebilirdi. Kapının tokmağını hafifçe tıngırdatınca evdekilerin biri yukarıdaki ipi çeker ve kapı tangayaz açılırdı. Kapının üstü toprak damdı ama az kullanılırdı. İçeriye girince devamlı akan bir musluk dururdu, yanımdaki teştlerin altında et, yoğurt, peynir gibi yiyecekler muhafaza edilirdi.yukarı çıkmak için beş altı adım atılır taş ve onu takip eden süllümden yararlanılırdı. Süllüm hep temiz olurdu ayakkabılar aşağıda çıkartılır onüç basamak sonunda ferah bir manzaranın görüldüğü odaların önüne çıkardım. Üç büyük oda solda, üç büyük oda sağda sıralanmış orta ise boş bırakılmıştı.
Baştaki ilk odada Haydar dayım otururdu, onun karşısı Süleyman dayımın idi, köşede bir oda Ninemin diğer odalar mutfak kiler gibi kullanılırdı. Her aile için bir oda vardı orada oturulur orada misafir ağırlanıyor yatılır vakit orada geçerdi. Dedemin odası tam köşeydi onu hayal meyal hatırlıyorum. Ninemi daha çok severdim o hep şeker, kurabiye yedirir bini çok severdi.
Dayımın düğünü vardı.
Haydar dayım evleniyordu. Annem telaşlı o kadar da sevinçliydi. İstedikleri yerden kız almanın mutluluğu yaşıyorlardı bunu hissediyordum. Mevsimler karıştı o vakitler düğün evde yapılıyor bir hafta sürüyordu. Köçek lafı duyulurdu düğün için anlaşıldık bir şey değildi kimdi köçek? Davullar çalınıyor telaş artarak devam ediyordu. Şehir dışından getirildiği söylenen bir grup çıktı geldi. Esmerce bir zayıf oğlan yanında üç kişi ve sazlar. Farklı bir kıyafeti ile ortada eteklerini savurarak oynayan ve dans eden köçeği orada gördüm. Zilleri vardı maşa diyorlardı onları çalıyor şıkıdım şıkıdım sesleri duyulunca rengarenk eteğiyle evin altındaki geniş alanda raks ediyordu. Eğlenceye denilecek bir şey yoktu bir taraftan içiliyor öbür taraftan oynanıyordu. Köçek yukarı çıkartılıyor kadınların temposuyla oynuyor oynuyordu. Köçeğin kumaşı onlarca küçük kumaşın birleştirilmesinden oluşan rengarenk bir afetti baktıkça başımın döndüğünü hissediyordum. Babam hep yanımdaydı gizli gizli o adamları sorar ondan değişik cevaplar alırdım. Köçek bakışları uzağında oynamadığı vakitlerde sakin duruyor kimse onun köçek olduğunu bilmiyordu. Tohumgavut gönderilmiş, çiğköfteler yuğurulmuş eşe dosta ikram edilmiş artık bir haftanın sonuna gelinmişti. Velime veriliyordu yemek hazırlığı akşama doğru tamamlanınca camii cematının gelmesi beklenmiş Şazi Bey camiinden hocanın geleceği yola çıkılmış evlerine gidenleri dayımın velimesine davet ediyordum.
Kimi tanıyordum?
Belki onlar beni ve ailemi tanıdıkları için evlerine gidenler davetimi duyunca adımlarını oraya yöneltiyorlar düğün şenliğini artırıyorlardı.
Ev orada hayallerimi kuşatıp duruyordu. Evlilik neydi çocuk aklımla kurmacalar kuruyor çokta derin düşünmeye fırsat bulmadan gözümün önündeki başka bir olayın büyüsüne kapılıp oradan oraya savruluyordum.
Herkes hayattaydı yüreğimin kelebekleri henüz göz yaşı nedir bilmiyorlardı.

Ali Büyükçapar

Nedim

Nedim

Birgül Büyükçapar


2.16. Halhal: Eskiden kadınların ziynet makamında ayaklarının topuklarıyla baldırları arasına yani bileğine taktıkları gümüşten veya altından halkanın adıdır. Türkçe karşılığı ayak bileziğidir (Pakalın, 1993; 708).

Aslında Arap kadınlarının günlük süslerinden olan halhal, bizde ancak köçek oğlanlar ve çengi kızlar tarafından kullanılmıştır. Ayak bileklerinde gümüş yahut altın ikişer, üçer halhalın rakkas yada rakkasenin oyununa çok tatlı bir ses katacağı aydındır. Aslında sâdece oyuncular ayağını süslemiş ve şairlere teşbih motifi olmuş halhal memleketimizde artık görülmemektedir (Koçu, 1970; 126).

Pür etti kûçeyi sıyt- ı feşafeş- i dâmân
Erişti zîrve- i nâhide çın çın- ı halhal (K 38- 8/29).

2.17. Hırka: Dervişlerin giydikleri üst libası, halk tarafından cübbenin altına veya gecelik entarisi üstüne giyilen dize kadar yahut daha kısa pamuklu libas.

Hırka kesiminin hususiyeti, kollarının az genişçe, boyun kısmının yakasız, ve önden; yukardan aşağı bir sıra ilk düğme ile kapanır oluşudur; iki yanına ekseriya birer cepte yapılır. Yukardaki lugat kayıtlarından “pamuklu libas” tabirinden, hırkanın pamuklu kumaştan yapıldığı anlaşılmamalıdır; hırkanın bir yüz kumaşı bir de astar kumaşı vardır, yüz ile astar arasına, istenilen incelikte bir tabaka pamuk konulur ve bu pamuk tabakası ya düz dikişlerle hem yüze hem astara, dağılmasını önleyecek şekilde dikilir. Bunun içindir ki hırka bir kışlık libastır. Yüz yıllar boyunca kadınlar ve erkekler tarafından giyile gelmiş, Anadolu da zamanımızda da çok yaygın olarak hâlâ giyilmektedir. İstanbul‘da da Anadolu’ya bilhassa köylere sevk edilmek üzere hazır hırka dikip satan dükkanlar vardır.

Hırkanın yüz kumaşı, giyecek olan kimsenin içtimaî durumuna göre en ağır, en pahalı kumaşlardan; en âdî, en ucuz kumaşlara kadar ola gelmiştir, astarı da yüz kumaşına denk olmuştur.

Yüz kumaşı yünlüden olan hırkalara “hırka- ı peşmîne” denilirdi (Koçu, 1970; 129- 130).

Kimse anmaz zâhidin âlûde- dâmân olduğun
Çokluk olmaz nem- hüveydâ hırka- i peşmînede (G 334- 118/4).

Zahida âlâyiş dâmânın eyle şüst ü şü
Yalnız halet bulunmaz hırka- i peşmînede (G 347- 140/4).

2.18. Hilat: Hükümdarlar ve vezirler tarafından birine hürmet ve mükafat yerine giydirilen kaftan; hilat- ı fahire. Osmanlı Devletinde padişahlar ve vezirler tarafından hilat giydirme geleneğinin ne zaman başladığını kesin olarak söyleyemeyiz; herhalde XV. yüzyıl ortalarında olacaktır. 1826’dan sonra ikinci Mahmud tarafından kaldırıldı; hilat giydirmenin yerini murassâ saatler, murassâ armalı saatler, altun ve murassâ kutular daha sonra da nişanlar, madalyalar aldı (Koçu, 1970; 130).

Hilat tevcih olunacak zatın sıfat ve mevkiine göre değişirdi. Vezirlere seraser kaplı samur kürk, diğer erkan- ı Devlete ise sade hilat giydirilirdi.

Hilat padişahlar tarafından sarayda sadrazamlar tarafından da Bab- ı Âli’de giydirilirdi. Sadrazamlar tarafından memuriyet tevcihi sırasında hilat ilbas olunurdu. Bu resme aynı zamanda “icra resmi” denilirdi (Pakalın, 1993; 383- 384).

Amma ki şimden sonra hep feyz u neşat u şevk ile
Tebrik içün gelmekdedir hilat giyup surh u sefid (K 137- 8/9).

2.19. İhram: Hacıların Mekke’ye girmek ve Hac ve umre etmek için yün, pamuk ve ketenden dikişsiz olarak giydikleri elbisenin adıdır.

İhram, niyet ve telbiyeden ibarettir ki hacı veyahut umreyi veya her ikisini niyet ederek harame dahil olmaktır. İhram; haccın sıhhat şartıdır.

İhramdan evvel kendisine helâl olan kadın ve av gibi şeyler haram olmak üzere dikişli elbiselerden çıkıp kefenlenmiş ölü gibi ve fakat baş ve ayaklarının üzeri açık olarak örtü içinde bulunur.

İhram’da olana “muhrem”denildiği gibi “haram”dahi denir. Cem’i hürüm’dür.

İhram için muayyen mevkiler vardır ki onların her birine mikat denir. Bu mevkiler beştir; Zülhuleyfe, Zat- ı ırk, Cuhfe, Karn, Yelemlem.

Medineliler Zülhuleyfe’den, Iraklılar zat- ı ırktan, Şamlılar Cuhfe’den, Necitliler Karn’dan, Yemenliler de Yelemlem’den İhram ederler.

Suveyş’ten gelen acılar Babıg hizasında ihrama girerler. Bu mevkiler Beyt- i Muazzam’ın harimi demek olduğu için Mekke’ye gidenler bu yerleri ihramsız geçemezler (Pakalın, 1993; 38 II. cilt).

Sonra havzın öte yanına çıkup zevrakdan
Bir dırah altına ferş eyliyeyim bir ihram (K 44- 10/21).

2.20. Kabâ: Üste giyilen kaftan nevinden elbisenin adıdır (Pakalın, 1993; 113 II. cilt). Kabâ en basit tarifi ile önü daima açık duran, kapanmayan kaftanın adıdır (Koçu, 1970; 136).

Seyret beyaz fesde o zülf- i mu- anberi
Şeb- bûyu gör ki berk- i semenden kabâsı var (G 286- 25/3).

Şöyle mest olmuş ki açılmış girîban- ı kabâ,
Nâfdan ta bendgâh- ı hançer- i fûlâda dek (G 305- 60/2).

Göründükçe o sîm- abî kabâdan sine- i sâfın
Döner âyîne üzre mühre- i sîm- âba can tende (G 343- 134/5).

Divanın; (G 299- 50/3), (G 308- 65/5), (G 336- 121/4), (Kıta 135- 7/10), (Kıta 166- 36/21), (Kıta 173- 42/11), (M 215- 3/6), (Mus 239- V/1)bu beyitlerinde geçmektedir.

Birgül Büyükçapar

Varidât

Varidât

Şeyh Bedreddin

Allah adı, bütün işlerin kendinden çıktığı ve bütün olgunluklarla nitelendiği için yüce varlığa verilmiştir. İşler, sıfatlar, durumlar ve olgunluklar görüntüler olmadan ortaya çıkmaz. Bütün görüntüler bütün olgunlukları gerçekleştirir. Görüntülerin değişikliğine göre, nesneleri değişik gösteren görüntüler meydana gelir. Bunlardaki çokluk görüntüdedir; bir olan ise Allah'tır ve bütün görüntülerde tecelli eder. Görüntülerin her biri, şekil bakımından diğeriyle çelişkilidir; ama gerçekte ise aynıdır. Görüntülerin her birinde şekil itibarı ile kendine özgü vaziyetler ortaya çıkar. Gerçekte ise bütün durumlar birdir. Bir kişi, "Ben Allah'ın" derse, mutlaka doğrudur; çünkü varlık koşulsuz olarak Hak diye adlandırılır ve bu ister bütün nesneler, isterse bir kısım nesneler ondan ortaya çıksın veya çıkmasın, ister vasıflandırılabilsin veya vasıflandırılmasın durum aynıdır. Görünüş bakımından her nesneye Allah'tan ayrıdır denebilir, çünkü şekil bakımından bütün ondan çıkmıştır". Gerçekten de bütün birdir. Yaratıcı dendiğinin doğruluğu gibi, rezzak demek de doğrudur. Başkaları da tıpkı bunun gibi, Allah ve kul da öyledir. Çoklukta aykırılık yoktur. Esasında değişiklik sadece anlam ve değerlere göredir. Değerlerle tahakkuk yapılmaz. Çokluk sadece hayallerden ibarettir. Hadis-i şerifte işaret edildiği gibi "Allah vardı ve onunla başka hiç bir nesne yoktu" ve Bistami'nin söylediğine göre "O şimdi de, tıpkı daha önce olduğu gibidir." Ayet-i kerimede de "Her şey yok olacak ancak o bakidir" sözleri bunu gösterir. Allah'ın buyurduğu gibi "Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadır." Yani yaşamda insanları Hak'tan alıkoyan uğraşılar vardır ve bu da oyalanma anlamındadır. Hak'tan başka hiç bir nesneyle uğraşmayan ve Hak'tan ayrı nesnelerden başka bir meşgalesi bulunmayan, iki yönü olan insanın saygı ve kiniyle yasak ve mubahım iyi değerlendirmesi gerekir. Hakk'a götüren ve başkasına yönlendiren iki yöndeki uygun olanım ifade etmek ve olmayanım ilkbaharı ve yasak etmesi lazımdır. Sema'da böyledir. Samimi fakirler vakitleri elverdikçe sema' yapabilirler. Zira onlar güzel bir ses duyunca, gönüllerini Allah'a yönlendirir ve dünyayı tamamı ile bir tarafı bırakarak Allah sevgisiyle doldururlar. Allah'a ulaşmayı gerçekleştiren işi bir Müslüman yasaklaması helâl midir? Duyduğuma göre tarikat erbabı birkaç sınıfa ayrıdan odunlar gibidirler. Bir sınıfı kuru olup, ateşle yapılan en ufak temasla tutuşur ve kül oluncaya kadar sönmez; yanınca da ateş olur. Bu durumun şu sözlerle bağlantısı mümkündür; "Fakirlik tahakkuk edince, baki olan Allah'tır." Diğer bir sınıfı ise o kadar nemlidir ki, nemi gidip kuruyuncaya kadar uğraşırsan tutuşmaz. Orta sınıfa gelince, her iki sınıftan oluşup hiç uğraşmadan tutuşur ve tamamlanıncaya kadar sönmez sınıfın yanı sıra, zorlu bir uğraşıdan sonra tutuşup ihmal edildikçe ve nemi tükeninceye kadar sönen sınıfları içine alır. Bu yolda istekli olanların örneği de böyledir; “Adaletleri çiğneyen olağanüstü sonuçlar elde eder.”

Şeyh Bedreddin