Merhaba

Merhaba

Hazırla karşılaştım

Hıdrellez Maraş’ta kapalı kutuları açan büyülü sözlerin başında gelir. Ölümsüz iki insanın dün ya da dostane beraberlikleri kadar güzel ne olabilir. Ülkeler, dönüşüm, devrim, sosyolojik ütopyalar dahası civcivli yumurtalar.
Doğrudur her bahar Kırlangıçları karşılar, gök gözlü Bozkurtlarla karlı Tanrı Dağlarında ulu bir sefere çıkmak isterim. Mete bir yanda Cengiz öbür tarafta, Kürşat ve kırk yoldaşı Pusatlarını çekmiş Haydarın aşkına dağladıkları yaralarıyla demokrasinin kumdan kalesine bakıp gülümserken ben Ötüken düşünden Kızıl Elmalar devşiririm.

İşte ülkü sancağı!

Dünya dedikleri yalandan bana ne.
Var oluş cevelanında ejderhalarla cenk eden Hürmüz’ün sızısını kim bilebilir bu gün.
Al, yeşil, gök boranı düşlerim sizlerle yaşıyorum Maraş’ı, kendi marşımı sözlerinde özgürlük, adalet, sevgi diyorsam bırakın çaşıtlar kınasın beni.
Gökler dürülmeye başlandı!

Ali Büyükçapar

Yazgı

YAZGI

Sen gelirsin bilenir acılarım
Kara gözlerine gark olur
Yalanlarının darağaçlarına çekilirim
Çöllerine mahkum ettin
Güneşini esirgeme
Medet ki medet

Kekik reyhan senden yayılır cihana
Dağlarında bir garip ceylanım
Çok görme kuytuları bana

Muştudur senden ışık
Bozlaklar benim dilimde
Gözyaşı figan huyum
Neyleyeyim sensiz cenneti

Gelirsin bütün yönlerden
Sonsuza mahkûm değilim
Fani varlığımda eser deli poyraz
Kimselere diyemem
Issızlığımı
Atın beni saçın sırrımı
Aleme nişan olsun sözlerim

Ali Büyükçapar

Nefes

Nefes

İmamım Âlidir can içinde
Şah Hüseyin’im onun yolunda
Hasan Zeynel Abidin’le
Bakır salar aleme avazı

Caferi Sadık tuta alemi
Musa Kazım’ın al sancağı
İmam Rıza Hakkın nefesi
Taki oldu Pirin otağı

İmam Naki ye can feda
Askeriye göründü Huda
Gelecek Mehdi bu çağa
Hidayetle olur safa

Kara donlu Beytullaha
Aşk dokur sırrı Huda
Kalem divit okka yaza
Ehli Beyt oldu ehli aba

Muhammed akşam güneşi
Sırlarla açıldı gökler kapısı
Şah Ali onun divanesi
Medet Pirlerin ankası


Ejder Polat

Amerika Yoktur

AMERİKA YOKTUR

Peter Bıchsel

Hikâyeler anlatan bir adamın hikâyelerini biliyorum. Ona birçok kez hikâyesine inanmadığımı söyledim. Yalan söylüyorsunuz, uyduruyorsunuz, saçmalıyorsunuz, aldatıyorsunuz dedim. Bu sözlerim onu hiç etkilemedi sakin sakin anlatmasına devam etti ve sizi yalancı, sizi sahtekâr, sizi hayalperest, sizi düzenbaz sizi diye bağırdığım zaman, uzun uzun yüzüme baktı, başını salladı, kederli gülümsedi ve sonra beni neredeyse utandıracak kadar yavaş bir sesle «Amerika yoktur» dedi.
Onu teselli etmek için hikâyesini yazacağımı vaat ettim:
Hikâye elli yıl önce bir kralın, İspanya kralının sarayında başlar. İpek ve kadife, altın, gümüş, sakallı adamlar, taçlar, mumlar, uşaklar ve hizmetçilerle dolu bir saray; bir gün evvel düello eldivenini ayaklarının önüne fırlatarak düelloya davet eden ve ertesi gün şafakta birbirlerinin karınlarına kılıçlarını saplayan saray adamları, kulede borazan çalan nöbetçiler, atlarından atlayan haberciler ve eğerlere fırlayan haberciler, kralın dostları ve ikiyüzlü dostları, kadınlar, güzel ve tehlikeli kadınlar ve şarap, nihayet bütün bunların masraflarını ödemekten başka bir şey bilmeyen insanlar.
Fakat kral da bu türlü yaşamaktan başka bir şey bilmiyordu, ister zevk ve safa veya fakirlik içinde olsun, ister Madrid' de, Barcelona'da veya bir başka yerde olsun, nasıl yaşanırsa yaşansın, sonuç olarak her gün aynı şey yaşanır ve bu inşam sıkar. İşte böyle bir yerde yaşayan insanlar Barcelona'yı güzel olarak düşlerler, Barcelona halkı da başka yerlere gitmek ister.

Fakat fakirler kral gibi yaşamanın güzel olduğunu düşlerler ve kralın fakirliğin fakirlere göre bir şey olduğuna inanmasına üzülürler. Kral sabahları uyanır, akşamları uyur ve bütün gün endişelerinden, hizmetçilerinden, altınından, gümüşünden, kadifesinden, ipeğinden, mumlarından cam sıkılır. Yatağı görkemlidir, fakat bunun içinde uyumaktan başka pek bir şey yapılmaz.
Hizmetçiler sabahları, yerlere kadar eğilerek selâmlarlar, her sabah aynı şekilde eğilirler, kral buna alışmıştır, onlara bakmaz bile.
Hizmetkârlardan biri ona çatalı, diğeri bıçağı verir, bir diğeri altına sandalyeyi sürer ve kendisiyle konuşan adamlar «majesteleri» diye hitap ederler ve daha bir sürü güzel sözler söylerler, fakat başka hiçbir şey söylemezler. Hiç kimse ona; «sen kaçık herif, sen aptal herif» demez ve bugün söyledikleri şeyi ona zaten dün söylemişlerdir. İşte böyle.
Ve bundan dolayı kralların saray soytarıları vardır. Ne isterlerse yapabilirler ve kralı güldürmek için ne isterlerde söyleyebilirler ve şayet kral söylediklerine veya yaptıklarına gülemezse, onları öldürtür (veya öyle bir şey yapar). Kralın işte böyle bir soytarısı vardı.
Sözleri ters çeviriyordu, kral bu işi eğlendirici buluyordu. «Majesteleri» yerine «telerimajes», «saray» yerine «raysa», ve «günaydın» yerine «düngaydm» diyordu.
Ben bunu saçma buluyorum, fakat kral eğlendirici buldu. Bütün bir altı ay eğlendirici buldu, ta ki 7 Temmuza kadar ve 8 Temmuzda uyandığı ve soytarı gelip «düngaydm» «telerimajes» dediği zaman, kral «soytarıyı başımdan defedin» diye bağırdı.

Pepe isimli küçük şişman başka bir soytarı ne yazık ki sadece dört gün kralın hoşuna gitti, bu da hanımların ve beylerin, prenslerin, düklerin, baronların ve şövalyelerin sandalyelerine bal sürerek kralı güldürdü. Dördüncü gün kralın sandalyesine bal sürdü. Kralın gülmesine gerek kalmadı, zira Pepe artık kralın soytarısı değildi.
Bu kez kral dünyanın en korkunç soytarımsı satın aldı. Çirkindi, hem zayıf hem şişmandı, hem uzun hem kısaydı ve sol bacağı çengel gibi eğriydi. Konuşabiliyor muydu, kasten mi konuşmuyordu veya dilsiz miydi, bunu hiç kimse bilmiyordu. Bakışları kötü, yüzü asıktı. Onda tek sevimli olan şey «Hanscık» adıydı. Fakat en korkunç yanı gülüşüydü. Önce çok ufaktan başlıyor, ta karnının derinliklerinde çınlıyor, sonra gurulduyor, yavaş yavaş geğirmeye dönüşüyor, Hanscık'm yüzü kıpkırmızı kesiliyor, sanki boğulacakmış gibi oluyor, ta ki çatlayıp, patlayıp, gürleyip, bağırıncaya kadar; bundan sonra tepiniyor, dans ediyor ve gülüyordu ve yalnız kral bundan zevk duyuyordu, ötekiler ise sararıyor titremeye başlıyorlar ve korkuyorlardı.
Sarayın etrafındaki halk ise soytarının gülüşünü işittikleri zaman, kapı ve pencerelerini kilitliyorlar, kepenkleri indiriyorlar, çocuklarını uykuya yatırıyorlar ve kulaklarını mumla tıkıyorlardı.
Dünyada en korkunç şey Hanscık'ın gülüşüydü. Kral istediği her şeyi söyleyebiliyordu,
Hansçık gülüyordu. Kral hiç kimsenin gülmediği şeylerden söz ediyordu, fakat Hanscık gülüyordu.
Ve günün birinde kral: «Hanscık, seni asacağım» dedi. Bunun üzerine Hanscık güldü, kükredi, şimdiye kadar gülmediği bir şekilde güldü.
O zaman Hanscık'ın ertesi gün asılmasına karar verdi. Bir darağacı kurdurdu, kararında çok ciddi idi. Hanscık'ın darağacı karşısında gülmesini işitmek istiyordu. Sonra bütün halka bu kötü sahneyi seyretmelerini emretti. Fakat halk saklandı ve kapılarını kilitledi ve ertesi gün kral cellât, uşaklar ve gülen Hanscık ile yalnız kaldı. Kral, uşaklarına halkı buraya çağırın diye emretti.
Uşaklar bütün şehri arayıp taradılar ve hiç kimseyi bulamadılar. Kral çok kızgındı, Hanscık ise gülüyordu.
Uşaklar nihayet bir oğlan çocuğu buldular, sürükleyerek kralın önüne çıkardılar. Çocuk küçük, solgun ve ürkekti.
Kral darağacını işaret etti ve bakmasını emretti. Çocuk darağacına baktı, gülümsedi, ellerini çırptı hayret etti ve sonra «güvercinler için ufak banklar yaptırdığınıza göre iyi bir kral olmalısınız, bakınız, iki tanesi daha şimdiden üzerine kondular» dedi.
Kral, «sen ahmağın birisin, adın neydi» diye sordu. Çocuk «Ben ahmağın biriyim kral hazretleri (kral efendimiz) adım Colombo ama, annem bana Colombin der» diye cevap verdi.
Kral: «Hey ahmak! Burada biri asılacak» dedi.
Colombin: «Pekiyi adı ne?» diye sordu ve ismini öğrendiğinde, «bu güzel bir isim, demek adı Hanscık, bu kadar güzel ismi olan bir adam nasıl olur da asılır?» diye cevap verdi.
Kral: «O kadar korkunç güler ki» dedi ve Hanscık'a gülmesini emretti Hanscık da bir gün evvel güldüğünden iki misli korkunç güldü. Colombin şaşırdı, sonra «kral hazretleri, (baş kral) siz bunu korkunç mu buluyorsunuz?» diye sordu.
Kral düş kırıklığına uğramıştı ve cevap veremedi. Colombin sözlerine şöyle devam etti: «Gülüşü pek hoşuma gitmiyor ama güvercinler hâlâ darağacının üzerinde oturuyorlar; yani gülüşü onları korkutmadı; güvercinler gülüşünü korkunç bulmuyorlar. Güvercinlerin hassas kulakları vardır. Hanscık'ı serbest 'bırakmak gerek». Kral epey düşündü ve sonra «Hanscık, defol karşımdan» dedi. Ve Hanscık'ın ağzından ilk defa bir kelime çıktı. Colombin'e dönerek «teşekkür ederim» dedi, bu sırada yüzünü insani bir gülümseme kaplamıştı, çıkıp gitti.
Kralın artık soytarısı yoktu. Colombin'e «benimle gel» dedi.
Kralın hizmetçi ve uşakları, kontları ve herkes şimdi Colombin'in yeni saray soytarısı olduğunu sanıyorlardı.
Ne yazık ki Colombin hiç de neşeli değildi. Orada kalakalmıştı ve şaşkındı, ağzından çok seyrek bir kelime çıkıyor ve gülmüyordu, sadece gülümsüyordu ve hiç kimseyi güldürmüyordu. İnsanlar «o soytarı değil, bir ahmak» diyorlar ve Colombin de «soytarı değilim, ahmağım» cevabını veriyordu. Herkes onunla alay ediyordu. Kral bunu bilseydi, kızardı, fakat Colombin krala bundan söz etmedi, çünkü alay edilmek Colombin için hiç önemli değildi.
Sarayda güçlü adamlar ve akıllı adamlar vardı, kral bir kraldı, kadınlar güzeldiler ve erkekler cesurdular. Papaz dindardı ve mutfak hizmetçisi çalışkandı sadece Colombin evet Colombin bir şey değildi. Bir kimse «gel, Colombin, benimle güreş» dediği zaman, Colombin «ben senden daha zayıfım» diye cevap veriyordu. Birisi «iki kere yedi kaç eder?» diye sorduğu zaman, Colombin «ben senden daha aptalım» cevabım veriyordu. Yine bir kimse «dereden atlamaya cesaret eder misin?» diye sorduğunda, Colombin «hayır, cesaret edemem» diye cevaplıyordu. Ve kralın «Colombin, ne olmak istiyorsun?» diye sorusuna Colombin «hiçbir şey olmak istemiyorum, ben zaten bir şeyim, ben Colombin'im» diyordu. O vakit kral «şu sakallı, kahverengi, meşin suratlı adam var ya, işte o bir gemicidir. Gemici olmak istiyordu ve oldu da. Bu adam denizlere yelken açar ve kralı için ülkeler keşfeder». Colombin «kralım, sen istersen ben de gemici olurum» dedi. O vakit bütün saray halkı güldü. Ve Colombin fırladı, salondan çıktı ve şöyle bağırdı: «Bir ülke keşfedeceğim, bir ülke keşfedeceğim». İnsanlar birbirlerine baktılar ve başlarını salladılar ve Colombin saraydan koşarak çıktı, şehirden ve tarlalardan geçti ve tarlalarda çalışan ve onun arkasından bakan köylülere şöyle bağırdı. «Bir ülke keşfedeceğim, bir ülke keşfedeceğim».
Nihayet ormana geldi ve haftalarca fundalıkların altına saklandı ve haftalarca hiç kimse Colombin'den haber alamadı, kral üzülüyordu. Ve kendisini suçluyordu, saray halkı ise Colombin ile alay ettikleri için utanıyorlardı. Fakat haftalar sonra kuledeki nöbetçi borazanını çaldığı ve Colombin tarlalardan geçerek ve şehirden gelip büyük kapıdan kralın karşısına çıktığı ve kral da, «Colombin bir ülke keşfetti» dediği zaman saray halkı çok sevindi.
Colombin ile artık alay etmek istemediklerinden ciddi bir surat takındılar ve «ülkenin ismi ne? Nerede?» diye sordular.
Colombin : «Yeni keşfettiğim için henüz ismi yok, bu ülke çok uzaklarda, deniz aşırı bir yerde» dedi.
O zaman sakallı gemici doğruldu ve «öyleyse Colombin, ben Ameriko Vespucci, bu ülkeyi aramaya gideceğim bana nerede olduğunu söyle» dedi.
Colombin «denize açılınız ve sonra daima dosdoğru gidiniz, ülkeye gelinceye kadar yolunuza devam ediniz ve asla ümitsizliğe düşmemelisiniz» dedi. Fakat yalancı olduğu ve böyle bir ülkenin olmadığını bildiği için çok korkuyordu ve artık uyuyamıyordu.
Ameriko Vespucci ise ülkeyi aramaya başladı. Nereye gittiğini kimse bilmiyordu. Belki o da ormanda gizlenmişti. Sonra bir gün borazanlar yeniden çalmaya başladı ve Ameriko geri döndü. Colombin'in yüzü kıpkırmızı oldu ve büyük gemiciye bakmaya cesaret edemedi. Vespucci kralın huzuruna çıktı, Colombin'e göz kırptı, derin bir nefes aldı, Colombin'e bir kez daha göz kırptı ve herkesin işitebileceği bir açıklıkta ve yüksek sesle: «Kralım, kralım böyle bir ülke var» dedi.
Colombin, Vespucci onu ele vermediği için o kadar mutluydu ki, gemiciye koştu, ona sarıldı ve: «Ameriko sevgili Amerikom» diye bağırdı.
Orada bulunanlar bunun ülkenin ismi olduğunu zannettiler ve var olmayan bu ülkeyi «Amerika» diye adlandırdılar.
, Kral Colombin'e dönerek «sen şimdi bir erkeksin, bundan böyle ismin Kolumbus olsun» dedi.
Böylece Kolumbus meşhur oldu, herkes ona hayranlık duyuyor ve aralarında «işte bu adam Amerika'yı keşfetti» diye fısıldaşıyorlardı. Herkes Amerika'nın var olduğuna inanmıştı, yalnız Kolumbus emin değildi, bütün hayatı boyunca bundan şüphe etti ve gemiciye hakikati sormaya asla cesaret edemedi.
Fakat hemen sonra başka insanlar Amerika'ya gittiler ve hatta pek çokları ve geri dönenler «Amerika ülkesi var» diye iddia ettiler.
Kendisinden hikâyeyi öğrendiğim adam «Amerika'da hiç bulunmadan, Amerika var mı yok mu bilmiyorum, belki de insanlar Colombin'i düş kırıklığına uğratmamak için böyle davranıyorlardı. Ve iki kişi aralarında Amerika'dan söz etseler, bugün hâlâ birbirlerine göz kırparlar ve hemen hemen hiç Amerika demezler, genellikle «devletler» veya «orada» gibi belli belirsiz açık olmayan bir şeyler söylerler.
Belki Amerika'ya gitmek isteyen kimselere uçakta veya gemide Colombin'in hikâyesi anlatılıyordu ve sonra herhangi bir yerde saklanıyorlardı ve geri dönüyorlar ve covboylardan ve gökdelenlerden, Niyagara şelalelerinden ve Misisipi'den, New York'dan ve San Francisco'dan bahsediyorlardı.
Hepsi de her zaman aynı şeyi anlatırlar ve daha yolculuğa çıkmadan evvel bildikleri şeyleri anlatırlar, fakat bu çok şüphe uyandıran bir şeydir. Fakat birçok kişi Kolumbus'un gerçekte kim olduğu hakkında hâlâ münakaşa ediyorlar. Ben bunu biliyorum.


Çocuk Hikayeleri
Peter Bıchsel
KTB Yayınları 1983.

Gurgum'da Zaman

Gurgum'da Zaman

Kayseri Günleri 1995’ler

Tahsile devam etmek istiyorum bunun niye böyle olduğunu bilmek müşkül. Yıllardır okul sıralarında oturmanın alışkanlığı olsa gerek hep eğitim hep öğrenim kategorilerinde yer almam genel bir düşünce olarak belirmişti bende.
Lisans ve üstünde yer alan Dukalıkları tanımam zor oldu.
Eğitimin rant yönü orada vasıfsızlığın bir şekilde örtülmesini gerektiriyordu. Okulların değişik kategorilerdeki insan ihtiyacı çoğu zaman hesap kitapla biraz tesadüflerle sağlanıyor. Üniversite diplomamı aldım o yıl hemen “Din sosyolojisi” branşından yüksek lisans imtihanlarına çalışmaya başladım heyhat ne fikirlerdi o zamanlarda beklentilerim.
Gözü çapaklı ebleh insanlar o imtihanlarda başarılı sayıldı ve onların hiçbiri mastırı tamamlayamadı buysa onlar oraya ücret paleti işlesin diye alınmış.
Ülkemizin üniversite eğitiminin yönlendirilmesini anlamak için Pandorayı bilmek lazım ne çıkarsa bahtına.
Niye Din Sosyolojisi diye sordum o zamanlar, dersi sevdim cevabını yeterliydi bunun yanında din eğitiminin bende oluşturduğu dönüşüm ve değişiminde etkisi var. İlahiyatı bitirdim ya kendimi Goncolozlar ülkesi Şeyhülislam’ı olarak görüyorum sorunları bir çırpıda cevaplıyorum dahası cevapların esenlik ülkesinde varoluş çılgınlığında esrik demlere dalıyorum.
Ne yazık ki bunlara kimsenin ihtiyacı yokmuş!
Kendim başta olmak üzere bu mevzuya bu kadar ihtimam göstermemin gereksizliğini yaşadığım her an ve demirden vakitler bana gösterdi yazık ki ne yazık arkadaşlıklar basit, dostluklar anlamsız, dava denilen olgular sosyolojik düzmece, insanlar sinsi, makamlar ağır hayat ise çok mu çok savrukmuş.
Nerede ey esenlik senin gül cemalin.
Din sosyolojisi defterini Konya’da kapattım oradan evime döndüm bir gece kapıyı çalıp babamın ellerinden öpüp içeri girdim.
Otobüsteyim iş yerinden arkadaşlarda var kimsenin işyerinde ağzını bıçak açmıyor. Birbirimizden habersiz Kayseri’ye doğru yola çıkmışız bunu otobüste selamlaşırken anlıyorum. Mastır imtihanı için yoldayım ben Din Felsefesinden o çok iyi bildiği tefsir notlarını zihninde harmanlaya dursun ben kendi sukutumun dehlizlerinde yol alıyorum.
Suçatı, Tekir, Göksun, Dokuzdolambaç, Pınarbaşı, Ören derken ulu zirvesiyle gördüğüm Erciyes. Zirve orada ve yüzlerce kilometreden nazar edilebiliyor binlerce yıldır nazlı bir dilber gibi gözleri, karakaşları, dumanlı başıyla bana gülümsüyor. Erciyes ile konuşuyorum bazen sessiz harfsiz bazen de kelimesiz içten o beni ben onu anıyoruz.
Hazırlıklıyım bu sefer.
Ön bilgilerle doluyum Kayseri’ye gitmeden “Korlaelçi” hocadan bazı püf noktaları, güzel stratejileri öğrendim ve çok çalıştım. Din Felsefesi (Mehmet Aydın), Klasik Mantık (Necati Öner), Çağdaş Felsefe (Bedir Akarsu), Felsefe Tarihi (Macit Gökberk), Felsefe Tarihi(Alfred Weber), Felsefeye Giriş (H.Z Ülken) Faslil Makal (İbn Rüşd), İlk Çağ Felsefe Tarihi (Kazım Birand), Felsefeye Giriş (T.Mengüşoğlu) Munkız (Gazali)’yi çok iyi biliyorum. Üç mevsim ve yıl boyu bu eserleri okudum ezberledim. İmtihanda sorulan bir soruyu şöyle yazayım:”Panteizm, Vahdeti vücud nazari yerlerini sudur nazariyesi ışığında değerlendirin.” Bu imtihan 14 Eylül 1995’te Kayseri kampusunda oldu.
İmtihanı başardım ve yüksek lisans programına kayıt edildiğimi öğrendim ve yeni bir macera başladı.
Elini ver profesörlük!

Ali Büyükçapar

Varidât

Varidât

Şeyh Bedreddin

Uykuda görülen rüyalarla olaylar ve açıkça görgülen diğer şekiller, esasında bilgi ve birlik aşamasının belirtileridir. Bunlar Allah yolunda kendini adayan kişiye birer uyarı olup, yüce amacına ulaşması için savaşması gerektiğini gösterir. Bu da işin tadına varma ve birliğin gerçekleşmesidir. Bunlar rüyada gördükleriyle farklıdır ve bunların benzerleri birliğin belirtileridir ve aralarında büyük aykırılıklar vardır. Bunları ancak ermiş kişiler bilir. Mesela kendini Allah yoluna adayan kişi kendinden geçmiş ve uyumuş değilken, bedenini yanılıp, bütün dünyayı kapsayacak kadar genişlediğini görür. Yine bu kişi yeryüzündeki dağları, ağaçları, ırmakları, bahçeleri ve bütün varlıkları kendinde gördüğünü sanır ve gördüğü her nesneye bu benim der. Kendi nefsinden başka hiçbir nesne görünmez. Gördüğünü kendi nefsiyle karşılaştırır. Yine özünde zerre ile güneşi eşit görür ve aralarındaki farkı anlayamaz. Zamanı da bir bütün olarak görür; başlangıç ile sonu ve ebed ile ezeli göremez. Bu âdem zamanıdır ve bu da Hazret-i Muhammed (S.A.V)’in zamanıdır demekten de tuhaflık hissediyor. Zira başlangıçta sonun bir olduğunu ve sanki zamanın değişmediğini gördüğünü zannetmiştir. Daha sonra da bu görünüş ve çokluktan da uzaklaşıp, yeni bir ruh haletini bürünür. Bazen dünyanın varlığına, bazen de yokluğuna inanır ve bu yokluğun içinden bütün nesneleri görür ve şaşa kalır. Daha sonra bütün nesnelerin yok olduğunu görür ve bunu anlatmaya gücü yetmez. Bundan sonra çokluk âlemini iç içe görür ve burada bir saat durur ve ardından kendine gelir. Bu söylediklerim arkadaşlarımın başından geçen olaylardır. Nesneler için söylenenler, birliğin belirtisidir. Gönlün bazen varlığa bazen yokluğa yönelmesine dair sözler de, esasında birlik aşamasının göstergesidir. Çokluk için söylenenler ise açıkça ortaya çıkan olayların işaretidir. Her gördüğü nesne için bu benim demesiyle ilgili sözler ise birliğin belirtisidir. Bütün bunlar Hak’tan gelen uyarılardır. Amaçlanan birlik, hâlihazırdaki tatlı görünen birlik değildir. Gerçek amaçlanan birlik bunun çok üstündedir. Allah yoluna kendini adayan kişi, bu birlikle bütün nesnelerin kendine bağlı olduğunu ve bu nesnelerin kendi kişiliğinde bulunduğunu hisseder. Bu aşamayı izah etmek mümkün değildir ve bunu tatmayan tadını bilmez. Bundan dolayıdır kibirlik üç kısımdan meydana gelmiştir:
İlmi Birlik: Bu birlik ağızdan ağza dolaşarak ve kitaplardan okuyarak elde edilir.
Uyarıcı Birlik: Bu birlik Allahütealâ tarafından verilen birliktir. Uyurken rüyalarla, gerçek olaylarla veya ilham yolu ile sunulan birliktir. Bu birlik birincisinden üstündür.
Eğlenme Ve Coşkulu Birlik: Bu birlik hepsinden üstün olup, amaçlanandır.
Tasavvuf gerçekleşince münafıklık başlar. Gerçek sofi, gözlerin göremediği, kulakların duymadığı ve hiçbir insan gönlünün hatırlamadığı olayları görür. İnsanlara akıllarının alabildiği ve onlara uygun olanları anlatıp, söylediği halde öldürülmesi ne neden olabilecekleri ise, gönlünde saklı tutar. Bu durumda nasıl münafık sayılmaz? Seriyy-is Sakati’nin sözlerinde de buna işaret edilmektedir: Allah rahmet etsin Seriyy, bu hususta şöyle der: Tasavvuf üç anlamın adıdır. Mutasavvıf bilgi ve hünerinin aydınlığı hiç sönmeyen, kitapta açıkça izah edilen ilme dair çelişkili üstü kapalı bilgi vermeyen ve Allah’ın bilinmesini istemediği hususları kerametleriyle ifşa etmeyen kimsedir. Burada söylenebilir ki, gerçeğe varan kişi bildiklerini izah etmelidir. Bunda münafıklık yoktur. Şaşılacak husus ise şudur, inançta iki karşıt olan düşünceyi bir araya getirdi. Hâlbuki bunda da şaşılacak bir husus olmaması gerekir. Zira her biri yerine göre gerçektir.

Şeyh Bedreddin