Merhaba

Merhaba

Bahar çılgınlar gibi koşuyor. Ahırdağı üzerinde taşıdığı kardan silkinmek için beyaz çiçeklerle Maraş’a doğru koşuyor. Yavşan oradan göz kırpıp, Uludaz kendini Maraş’tan gizliyor.
Menevişler Maraş sokaklarında, nergisler, mor menekşeler Trabzon caddesinde satılıyor. Baharın bedeli aşkın onulmaz yaralarında saklı. Gökyüzü garip, bulutların sesini duyan yok ama onlarda Martın onyedisin de gelecek olan Kırlangıçları bekliyorlar ey Mavi hüzünlenme Kırlangıçlar avazlarıyla yolda.
Kelimeleri kirlettik. Allah milletimizi af etsin. Harflerin bu ağır lekeleri taşıyacak takati kalmadı. Kelimelerin sıkleti kirliliğinden olsa gerek, kelimeler dünyaları ışıldatamıyor.
Ergenekonumu çaldılar.
Evet, gök gözlü ulu Bozkurtların yaşadığı Ergenekon adını tutup kirli pis bir lanetli topluluğa ad olarak verdiler şimdi ben yanmayayım da kimler yansın.
Erenler.
Kelimelerin kıyameti geldi ne olur öyle her kelimeyi tutup ta kirletmeyin. Tekrar dirileceksek bizi kelime diriltecektir oda Rabbin ulu şorundan başkası değildir. Kösler vuruyor, ateş harlandı, vakit ışık olacak.

Ali Büyükçapar

Sarhoş


Sarhoş

Sıcak mevsimlerin esrüklüğü eritir varlığımı
Toprak olur hülyalarım
Yolun uzun benimse önümde dağlar engel
Gölgen düşer kuytularıma
Tahtadan atımla geçerim ötelere
Kıyındayım çaresiz kimsesiz

Umut çiçekleri sunacağım ellerimle
Sözlerin sarhoş eder beni
Loş ışıklara saldım varlığımı
Sermayem yokluk harca ki bitsin
Hangi pazara gitsem pazarlık benim üstüme

Tellalların çağırır

Sultanım
Adsız bu kölen
Ne olur an beni!
Hayra yorayım adını
Böyle kaç vakit geçer sensiz
Yaz kış güz bahar
Gamzelerine göm seslerimi
Canım efendim sana muhtacım

Ali Büyükçapar

Mektup


Selam Ali

Her şey gizlendi. Aşikâr olanlar bile gizlenerek kendilerine bir çekicilik verdiler. Nereye bakarsan sırların insanı yutan cazibesi, Doyumsuzluğun çağrısı… Yaşamak kendini zorla sunuyor bizlere… İçimizde duran bizde bulunan birden dönüşmüyor, hafif yalın şeylere… İlle de nar çatlayınca gözüküyor, kırmızı taneler. Kendimizi kapattığımız mahzende, kaç yıllık olduğumuz meçhul… Adı şanı belirsiz tarihimizin billurlaşan damlalarından kendimiz anlıyoruz. Bir yudum alan sarhoş… Ne olduğunu bilmeden dönüyor. Bizse kanıyoruz. Orda içimizde hava kabarcıkları… Kahkahalara kanıyoruz. Demimiz bir demin altında… Bir sekip giden kekliğin kanadında… Öyle bir zarafetle yürüyor ki deminiz herkes göz ucuyla olsun selam veriyor… Ateşin pişirdiği balçığı bütün alemler kutsuyor… Ayrılıp gelmişiz, ellerimiz böğrümüzde… Vücudumuzda bir kıvılcım dolaşıyor durmadan… Kuruntunun saraylarını yakan ateşte uzanıyor… Aramızda madenlerin erimesinden oluşmuş bir deniz… Bütün büyüklerini yayınlıyor… O’ küçük dünya umulmadık kadar geniş, yaşanmayacak kadar dar, ellerimiz büyünün dumanında. Nasılsa bütün insanlığı gizleyen, bizide onun hangi renk olduğunu bilinmeyen gözlerini de gizler… O’ oynak alevlerin çürüttüğü kalpler… her gece yüzüne derin çizgiler çeken hayaller, rüyalar… gündüzün yorgunluğu bir akşam gezintisinde unutup gelen, sisli yaşam örücülerinin dünyası. Beyazın vaz geçilmez bir tutku, sevda olduğu bir alemde, ağır ağır gezinen düş düşüncesini işleyenler… nerede kaldı en eski hazinenin bilgisiyle bileşmek…. Artık özümüzü sunuyoruz aleme… hayatın usaresi bir mey gibi ağzımızda acı bir tad bırakıp gidiyor. Birde o mahmur gözler ve kaynayan o deniz… geceye damla, damla düşerken sabah güneş ışıklarıyla ışıldarken, kuşluk rüzgarı geride hiç bir şey bırakmıyor. Uzaklaştıkça dünyadan, akşam vakti, yolu nu şaşıran yıldızların ışıltısıyla tekrar dönen benmiyim. Yoksa ayrılıp giden benim bir yanımıydı? Kendini her şeyimi bırakıyorum yayıyorum dünyaya geride ben. Dilimde kaybettiğim virdlerim, bir beyaz rüzgarın altında uçuşur dururuz. Sadece baktıkça uzaklaşan bir ufuk ve o gezgin korkularımız içinde dolaşmadık yer bırakmayacak. Her açtığı kapıdan içeri doluşanlar yanlarında yeni yeni renkler boyayacaklar, her yan renk renk kopkoyu… ah! Bu kadar doğal olanı görmeseydim. Doğal olana bu kadar uzak olduğumu bilmeseydim… yaşamaktan bu kadar korkar insan ancak …ben kadar …sen….bütün dünyada damla damla gönlüme yerleşiyor. Her damla düşümde pır pır uçan kuş içimde, biraz deli olmayan dünya ve prensesi cazibe . ellerimi o yabansı duyğuların arasından çekip, bir gövezi karanfile verdim. Oysa adımlarım gayet kısa… senin düşüncen uzadıkça uzadı, ahtopot gibi sardı dünyayı. Şimdi kendi kurduğun dünyanın tek tutsağı yine benim mor sümbüllü bir dağın eteklerinde kaldım. Gözlerim kapandı gördüklerim gereğin dışına taştı. Bitiştim dünyamın yalanlarına… hadi elini ver bana… düşünme artık kendini… beni düşün: benki sevdiğin insan… ama her taraf ben iken seni nasıl düşünebilirim. Sen diye düşündüğüm benim zaten kendimi böyle kandıramam ki… gözlerimi açtım ismimim unutmuşum… ve diğerlerinide bir zeytin ağacının gölgesinde… ha bre durmadan koşturuyor kalbim… onu görüyor geçiriyor. Bir türlü istediğinin nerde olduğunu seçmiyor. Ve bir ses yükseliyor denizlerin dibinden fırtına yolunu şaşırıyor… kalbim kaderini anlıyor birden… dünyadan uzaklaştıkça yakınlaştığımız yer neresi? Kendimize insana tanrıya yaklaştıkça nereye uzak kalıyoruz..? yoksa artık kestane gölgelerinde söylenecek sözlerimize bizlerde mi inanmıyoruz. Esmer bir gün geliyor. Kızıl bir gece… Hepsinin orta yerinde biz. Ne elimiz belli ne de gözümüz… Ağırlaşıyor rüyalarımız… ardına kadar açık kapılarımızdan tenhalık giriyor odalarımıza… Dönüyor ıssızlık çıngırak seslerinin sağırlığında… çok zaman önce aldığımız bir yara büyümeye başlıyor. Birdenbire kangren oluyor orada…. Acıyla koşuyoruz dağlara… Dağ dedimse sığınaklardan bahsediyorum. Çiçeklerden, düşlerden, yazılardan… Tepelerde türküler ilerliyoruz. Rüzgar alıp götürüyor onu da… bu ara çaresiz biliyoruz… Bir çeşme şarkı söylüyor bir kıza ve zambaklar çağırıyor bizi hayata… Yollar mahurlaşıyor… O yürüyüş meye kalb okuyor. Salına salına…. Gözlerimiz kanıyor şaraba. Artık sözlerin yeri yok hayatımızda…. Bir adım daha yaklaşıyoruz yakamızı bırakmayan acımasıza. Biliyorum ki anlaşılmazlık kolay. Anlamak ve gelişine dayanmak güçtür. İşte bak adımı unuttum yine yine unuttum harfleri….

Yusuf Pazarlı

Gurgum'da Zaman

Gurgum'da Zaman

Konya’da ilk yıllar sene seksendört

Esenlik mutluluk dünde değil an’da şimdi yaşayacağımız zamın kendisinde. Sevgi lalesi kuşatır ezelden ebede varlığımı orada durur manalar çıkartırım ondan.
Olması gerekenler bir düş ama hayatımda rüyalara yer yok. Gerçek olanın kendisinde aslında tamamen fulüdür, anlaşılmaz, anlatılmaz dahası tam olarak kavranmaz. Ne olur nelerle karşılaşıyorum diye düşüncelerin perdesini aralayacağım da sıklet, kaos, katastroflarla çepeçevre kuşatılmıyormuyum, ne yapacağım, neler yapabilirim.
Çok şeyi öğrendim.
Bildiklerimi kavradığımda yaşadığım hayatın miadı dolmuştu. Karşılık mı bekliyorum sanırım evet nereden öğrendim sorusunun cevabı bugün içinde anlamsız bir bütün hayat için anlamın beklide hiç mi hiç gereği yok. Konya’ya vardığımda kent kendi halinde yaşayan kapalı kutuydu. Türbeye giden yol daracık kasvetli bakımsız dükkânlar büyük oteller arasında hem kendinden hem de dünyadan habersiz ben.
Eve yerleştim yol bilmediğim yolak bilmediğim Konya’da hemşerilerimin yaşadığı Meram yeni yoldaki ikiz evlerin berine ev eşyalarımı yerleştirdim. Ali, Ermiya, Mustafa’nın dersleri olduğundan fakülteden mezun olamıyorlar orada bir dönem daha bekleşiyorlar. İlahiyatta okumak, Türkiye’de bıçak sırtında yol almakla eş değerdi özellikle benim için. İlahiyat, ahretin islam’ın özü olarak gördüğümden orada bulunan her şeyi kutsuyordum kendimce. Kutsaldı ilahiyat ve kutsalın dokunulmazlığı vardı gönlümde. İlahiyat ayrıcalıklıydı kafamda ama hayatta yeri olmadığını öğrenmem için beş altın yılımı vermem gerekiyormuş. Çok önemserdim öylesine büyütürdüm ki orayı” Tanrının yüzü” oradaydı bence. Öğrencilerin hayattan kopuk, hayatın dinden uzak olduğunu ilahiyat denilen olgunun Türkiye de dış kapının mandalı olduğunu kimsecikler bana fısıldamamış bense orada ezim ezim ezilmiştim.

Bugün yerimde ne var? Benim gibi Uluşar’a bu zoka yutturulmuşsa ne diyeceğim.
İnsan geçim ve rızkını, iaşesini evini barkını üstünü başını dahası varlığını dininden para kazanarak yapmamalı! Din ve ekonominin para ile dinin kazanç ile alın terinin birbirinden ayrılması iki yüz yıldır sürerken benim bahtıma da bunlar düşmüş. Maraşlıların evindeyim. Kalan arkadaşlar Hak - Yol vakfının müntesipleri şeklinde bir görünüm sergiliyorlar o vakfın evi okula yakın olduğu için önemsiyor bende Allahın işi Maraştan işi bağlamışım “ Sami Efendi”nin bağlılarınca beraberim.
Allah’ım ne yaman çelişki.
Gizli, gizli Doktor Baybal’a gidiyorum onlar beni Durmuş Sert’in sohbet grubuna katıyorlar evin hemen ilerisinde bir camide imamlık yapan Durmuş Sert okuldan hocam onun ev sohbetlerine katılıyorum. Arkadaşlar başka vakıfta ben diğer başka bir yoldayım.
İki arada gelgitler yaşıyorum. Maraşlıların evine sahip çıkmalıyım ama dinim ne olacak diye düşünüyorum. Sohbetler gerginlik veriyor, okula başlıyorum zaman yaşadığım her anı burnumdan fitil, fitil getiriyor, kıvranıyorum, çözüm yok.

Ali Büyükçapar

Nefes

Nefes

Sis çöker dağlara kuytulara
Menekşe sarhoş dergahta
Ney üfler dervişler edeplice
Şahın mührü vurulur dillere

Maraş bir uludur Şar’da
Yolları kıvrım varır Şaha
Sarayaltında kösler vurulur
Şahın mühürü vurulur dillere

Engizek uzanır ötelere
Çırpınır ırmak akar öylece
Aksuda boz bulanık hengame
Şahın mührü vurulur dillere

Haydarlı şahımın otağı
Çiçekli derler ol boranı
Şah Ali sevdası delisi
Şahın mührü vurulur dillere

Ejder Polat

Upanişad

Upanişad

O'nun herşeyde mevcut olduğunu, herşeye nur veren, can veren Varlık olduğunu gören bilge kişi, alçak gönüllü ve sevinç içinde bir insandır. Ulu Kişi, O nûrani Varlığı kendi kalbinde kendi özünde; ve kendine hakimiyet, gerçeğe bağlılık, düşünce, üstün bilinçli görüş sayesinde bulabilir. Bu sayede, O'nu bulan kişi, dünyanın bütün pisliklerinden arınmıştır. Kazanan daima gerçektir. Refaha giden yol, ancak doğruluk sayesinde açılır. Tutkularından kurtulmuş bilge kişiler, bu yoldan giderek ebedî mekâna ulaşırlar. Nuru kendisinden olan ulu Tanrı, her düşüncenin ötesindedir. Her varlığın özünde gizlenmiştir. En lâtif olandan daha büyük, en küçük olandan daha küçüktür. En uzak olandan daha uzak, en yakın olandan daha yalçındır. Söz, O'nu ifade edemez; göz O'nu göremez ve duyular O'na ulaşamaz. Ne zahitlik ne de adak törenleriyle O'na ulaşılamaz. O'na ulaşmak ancak, kalb safiyetini kazandığı ve gerçek olanı ve gerçek olmayanı ayırdedilebil-diği zaman, mümkündür. Yaşıyan ve soluk alan bu bedenin derinliklerine gizlenmiş olan Tanrı, gerçek Ben, ikiliğin olmadığı o saf şu¬urluluk durumunda idrak edilebilir. Böyle bir safiyete ulaşmış kişinin bütün düşüncele¬ri, bütün arzuları, bütün dilekleri anında gerçekleşir. Bu sebeple, kendi iyiliğini arayan insan, bilge kişiye fazla¬sıyla sevgi ve saygı göstersin. Bilge kişi, bütün evreni kuşatan, herşeyin dayanağı olan, O saf ve nûrani Varlığı tanıyan bir kimsedir. Bu nedenle, bilge kişiye kendi çıkarlarını düşünmeksizin sev¬gi ve saygı gösteren kimseler, doğum ve ölüm hudutların¬dan kurtulurlar

Upanişad

Okunacak Kitap

OKUNACAK KİTAP

“Esrar-ı ezelden ne sen ağah, ne de ben
Bir bilmece ki ne sen bilirsin, ne de ben
Bir perde var onda; ne konuşsak sen, ben,
Çün perde iner; ne sen kalırsın ne de ben….”

Nedim

Nedim

2.21. Kelle-pûş: Takke yerinde kullanılır bir tabirdir. Başı örttüğü için bu tabir meydana gelmiştir. Kavuğun altına giyilirdi (Pakalın, 1993; 238 II. cilt).

Gayri der- kâr- ı safa gördükçe reşkinden hemân
Aşk- ı piçan gibi olup âşıka bend- i miyan

Ruy- ı pîçîden olunca çehre- i sâkide iyon
Râzını bî gânelerden eylemek içün nihân

Kelle- pûşun perde- i ruhsâr- ı âl eylerdi yar (Mus 233- VI/5) (bk. Resim 3).

2.22. Kemer: Bir şerit şeklinde yapılan ve giyilen esvabı belden sıkıp tutmak için veya sâdece süs olarak kullanılan ve bele yalnız bir defa dolanarak önden bir toka ile tutturulan şey.

Eski toplum hayatımızda kadın ve erkek tuvaletinde pek çok çeşidi kullanılmıştır.

1. Yüksek tabakanın kullandığı ağır kumaşlardan yapılmış ve çeşitli mücevherlerle bezenmiş murassa kemerler.
2. En kıymetli kumaşlardan yapılmış altın sırma ile işlenmiş kemerler.
3. İnce kuyumculuk işi altın ve gümüş tellerle örülmüş altın ve gümüş kemerler.
4. Altın ve gümüş paftalardan (plaklardan)yapılmış kuyumculuk işi murassa kemerler
Bu kemerlerin tokaları da kendi başlarına yüksek kıymetler taşıyan mücevherler olurdu. Kıymetlerine baha biçilmesi güç bu eski Türk kemerlerinin en güzel örneklerini Topkapı Sarayı Müzesindedir.
Eski bir gelenekti, düğünlerde gelin kızın beline babası, yoksa en yakını olan erkek, gücünün ölçüsünde kıymetli bir kemer bağlar, hediye ederdi.
5. Orta halli kimselerin, avamın bağladıkları alelâde kemerler; meşin kayış kemerler.
6. Palaska denilen kayıştan asker kemerleri. Tanzimattan sonra bu kemerin tokaları Osmanlı Devleti arması ile gemi çapası, top namlusu ve güllesi, ay- yıldız gibi amblemler taşımıştır.

Kemer zamanımızda da hayli yaygın olarak kullanılmaktadır; esvapların kumaşından veya en güzel, ince derilerden yapılmış, zarif tokalarla, fiyonglarla bezenmiş kemerler, çok güzel zarif giyimlerde yer almaktadır. Bilhassa deri kemercilik kendi başına sanat olmuştur.

Erkeklere gelince kemer, ancak pantolon kemeri olarak kullanılıyor. Kadın ve erkek pardösüleri, paltoları arasında da kendi kumaşlarından kemerle olanları vardır.

Eskiden bir de “altın kemeri” kullanılırdı; sağlam ve yumuşak bir bezden yahut yumuşak sahtiyandan 4- 5 parmak enlilikte iki katlı olarak kesilip dikilen bu kemerlerin iki katı arasına altın paralar yerleştirilip teker teker dikilir, tespit edilir ve kemer bele çamaşır altında, ten üzerine bağlanırdı; altın kemerleri tokasız idi, iki ucuna birer uçkur dikilir, kemer bele yerleştirildikten sonra bu uçkurlarla üzerinden sımsıkı sarılarak bağlanırdı. Altın Kemerleri, kervan devrinde, seyahatlar da kullanılırdı.

Bütün giyim eşyaları gibi güzelleri tasvir yollu yazılmış şiirlerde kemer üzerine de terennümlere rastlanır (Koçu, 1970; 152).

Desem ol şûha çözerken kemerin mestâne
Sevdiğim hançer- i gaddarına kurban olayım (G 317- 82/4).

Açıldı bunca muhkem kal’alar ey şûh- ı meh- pare
Kemer bendin senin feth etmeğe olmaz mı bir çâre

Gûşad eyle aman ol düğme- i zerrîni bir pâre
Meserret vaktidir ruh- ı revanın gül açıl şâd ol (Mus 248- IV/2).

Küleh şikeste vü ser- tâ- be- pay nahved ü nâz
Kemer güsiste zenah tâ- be- nâf hûsn ü cemal (K 38- 8/33).

Divanda; (G 291- 35/2), (G 298- 47/2), (G 355- 119/3), (G 340- 129/1), (K 18- 4/23), (K 31- 7/2), (K 34- 7/44), (K 46- 10/38), (Kıta 198- 81/1), (Mus 222- 1/2), (261- II, 2)bu beyitlerde geçmektedir.

2.23. Kuşak: Beli sıkı tutmak için sarılan uzun ve dar kumaş, şal vs. Eski Türk giyim kuşamında hem erkek hem kadın belinde çok önemli bir yeri olmuştur.

Erkek kuşakları iki çeşittir: Biri beli sıkmak için içdonu ve iç gömleği üstüne ve esvap altına, arkada kuyruk sokumu hizasından önde meme altına kadar dolanıp sımsıkı sarılır; bu iç kuşakları mevsime göre pamuk, pamukla karışık yün, yahut sırf yün kuşak olurdu. Diğeri üstlük kuşaktır; şalvar, çakşır, potur ve mintan üstüne sarılır ve saltanın, cepkenin, cameganın, yeleğin etekleri kuşak üstüne düşer. Zeybekler bu dış kuşaklarını göbek üstünden, hemen koltuk altlarına kadar pek nümayişli şekilde sararlardı. bu dış kuşakları; saranın kese kudretine, ictimaî mevkiine göre alelade, yün ve pamuk kuşaklardan başlar en kıymetli taşlardan, şallardan yapılmış kuşaklara kadar çıkardı. Eski Türk giyiminde beline dış kuşağı sarmayan erkek yoktu; yalın ayak yarı çıplak bir pırpırı dahi beline bir şey bulur sarardı. 1828 ten önceki eski kıyafette, daltaban kopuktan padişaha kadar herkes kuşaklıdır. Ancak saray hayatında bazen kuşak yerine erkek kemeri kullanılmıştır, hatta bazen kemer de kuşak üstüne bir lüks olarak kullanılmıştır. Silahlar da kuşak üstüne bağlanır ve takılırdı.

Eski kıyafette kuşak hem bir erkek süsü olmuş, hem de öne gelen kıvrımlarından cep gibi istifade edilmiştir. çevreler, bıçaklar, hançerler, çubuklar, tütün ve kav çakmak keseleri, para keseleri, enfiye kutuları, saatler, anahtarlar kuşak kıvrımları arasına sokulup taşınmışlardır.

Harcı alem dış kuşaklar beyaz, siyah yahut kırmızı pamuk ve yün kumaşlar olmuştur; esnaf tabakası, herhangi bir iş tutmuş bekar uşakları, kayıkçılar, hamallar, adamlık kılıklarında fırın uşakları, dellaklar hep bu tek renkli kuşakları bağlamışlardır; bu kuşakları bağlayanlar zamanımızda da vardır.

Eski kadın giyim kuşamında da entariler üstüne sarılan dış kuşakları önemli yer almıştı, bilhassa şal kuşaklar o eski kıyafetlere pitoresk bir revnak verirdi. Zamanımızda mükellef kadın dış kuşakları hiç görülmez.

Mütevazı ev hayatında kadın entarileri, kendi kumaşlarından yapılan bir uçkuru andıran dar kuşaklarla bağlanırdı, bu kuşaklar bele ancak bir defa dolanır ve önden bir düğümle bağlanırdı (Koçu; 1967; 160- 161).

Kuşağın tüğmesin çözmek de havfım yoktur ammâ kim
Yürek titrer kemer- bendindeki hançer husûsunda (G 335- 119/3).

2.24. Külâh: Türlü çeşitleriyle yüzyıllar boyunca yalnız erkekler ve asker ile her tabakadan halk tarafından giyilmiş bir serpuş; son külahlar cumhuriyet devrinde şapka kanununun çıkması üzerine fes ile beraber kalkmıştır.

Külahı kavuktan ayıran hususiyet, dikişsiz, bir tek parça keçeden yapılmış olmasıdır; külah denilince keçeden bir serpuşun hatıra gelmesi gerektiği halde ayrıca “Keçe Külah” tabiri de kullanılmıştır.

Mevlevi külâhı müstesna külahın tepesi sivridir. Külah hem sade, sarık sarılmadan “dal külah” olarak giyilir, hem de sarık sarılıp giyilirdi. Bütün esnaf tabakası külah giyegelmiştir. Kalender meşrep şairler tarafından esnaf civanları şanına yazılan manzumelerde, onların pitaresk kıyafetlerinden bahsederken külahları da unutulmamıştır, hem divanlarda hem de halk ağzı yazılmış destanlarda, koşmalarda, semaî ve türkülerde külahlı şehbaz tasvirlerine çok rastlanır (Koçu, 1967; 162).

Bir küleh başına fağfur da olsan besdir
Değmez ey hâce cihan mâli bu cüst ü cûya (G 349- 143/3).

Küleh şikeste vü ser- tâ- be- pay nahvet ü nâz
Kemer güsiste zenah tâ- be- naf hüsnü cemâl (G 38- 8/33).

Bana cevr ü sitem eksik midir baht- ı siyahımdan
Ne hâcet imtinân ol gırra mest- i keç- külâhımdan
Dem- i mestîde bâri sakınup şemşir- i ahımdan
Edüp câm- ı lebın asûde zehr- ab- ı nigâhımdan
Beni mahrûm- ı bezm- i vasl eden mest- i müdâm olsun
Dil- i mecrûhumun kanın içenler şâd- kâm olsun (Mus 227- 111/2).

Divanın muhtelif yerlerinde geçmektedir: (K 14- 3/14), (Kıta 133- 6/9), (Mus 235- 11/2), (G 349- 143/4), (K 36- 8/2)


Birgül Büyükçapar

Varidât

Varidât

Şeyh Bedreddin

Bölüm: Allah bütünden münezzehtir, bütün ondadır ve o da bütündedir. Bütün hallerde gereğinden ayrı kalınmayan bir gerek­tir. Görünüşe göre bu bir hayal olup gerçekleşmesi imkânsızdır. Fa­kat oluş ve ortaya çıkış ard arda görünüşte ortaya çıkar. Her ne ka­dar o bunun içinde bulunsa da, o bundan münezzehtir. Gerçeğe gö­re oluşun varolması Hak'tır. Varlığın da görünüş itibariyle olması mümkündür ve sonradan tahakkuk etmiştir. Yüce Allah "Acı ve tat­lı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzre salıvermiştir. Araların­da bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar." diye buyurmuş­tur. Mümkün Hak olmayacağı gibi, Hakk'ın da mümkün olması im­kânsızdır. Fakat görünüş itibariyle her ikisi birdir ve gerçekte Al­lah' tır. Gerçeğin dışmda bir varlık söz konusu olamaz. Başka nesne ancak itibari saydır. Diğer bir deyişle bütünle yürüyüp damgasıyla damgalanmıştır. Fakat o bütünden münezzehtir. Şeref, zulmet ve keder görünüşlerle ortaya çıkar ve onlara göre orantılı aykırılık gös­terir. Allah'a göre bütün nesneler aynıdır. Hakikatta ondan başka varhk yoktur. Bin suretle ortaya çıksa da, yine o birdir. Ulu Tanrı bütünde, bütün de onda ortaya çıkar. Gerçeğine bakılırsa görünüş ve görülen aynıdır ve aradaki farklar itibarîdir. Allah yerine göre bütün varlıklarda ortaya çıkar ve bu çıkış varlıkların isteğine göre değildir. Allah'ın isteği ve iradesi, zatının gereğidir. Bu husus câhil­lerin ve medrese âlimlerinin iddia ettiği gibi değildir.
Allahuteâlâ'nın "Onu yapıp, ruhumdan üfledim" buyurması, O aşamaya getirilmesi anlamındadır. Bu aşamada beden istenilen şekle göre düzeltilir ve bu durum sebepler doğrultusundaki madde­nin istidâdıyla hasıl olur. Kabiliyeti yerine getirilirse, üfürmekle di­le getirilen ruh ikisinin ilgisiyle uunya çıkar. Üfurmek sözü, bede nin yaşantısıyla izah edilirse, bu doğru olmaz. Sadece terkip olarak söylenebilir. Söz, gülüş ve insanlarla hayvanlar arasındaki farklar da böyledir. Fakat bu farklar özde değil, bileşimdedir ve her aşama­da özel bir görünüşle ortaya çıkar. Hayvan aşamasında ruh olarak görülen bu öz, insan aşamasında konuşan nefis olarak görülür ve dı­şarıdan hiç bir şey değildir. Hayvanda hayvan olan öz, insanda in­san olmuştur. Farklar ise, istidada göredir. Bedenden ayrılan öz, bu şekilde, surette ortaya çıkmıştır. Bu öz suretin bozulması ile bo­zulmaz. Öz bakidir; değişmez ve ortaya çıkması için bir şekle ihtiya­cı vardır.
Bizim görevimiz yol göstermektir; dostların görevi ise, çalışıp çabalamaktır. Sonsuz olan gönül evreni, zamanla değişir. Acele et­meye gerek yoktur. Her yemişin bir mevsimi vardır. Fakat boş otur-mamak, çalışmak gerekir.
Şunu bil ki göklerdeki güçlerle, öğeler ve benzerlerinin güçle­ri meleklerdir. Peygamberlerin bu husustaki sözleri de, benim söz­lerim anlamına gelmektedir ve câhillerin iddia ettiği gibi değildir.
Allahuteâlanm zatının aslıyla bilinmez demenin anlamı, bu âlemdeki bütün şekillerde vardır; bunu bil! Allah, bu şekillerle orta­ya çıkar ve sonsuza kadar devam eder. Allah'ın zatının aslına varan bir kimse ortaya çıkar ve hakikata varmış olur.
Anlamalısın ki, mutlak varlık, zatının varlığı için gereklidir. Zi­ra birbiriyle ters düşen varlıkla yokluğun gereği yoktur denilirse, doğru değildir. Biri diğeriyle nitelendirilemez. Varlığın yok olması mümkün değildir ve yokluğun da var olması mümkün olamaz. İkisi de birbirinden vazgeçemez. Özel bir imkânla varolması imkânsız olan mutlak varlığın başka bir varlıktan oluşunu kazanması gerekir. Böylece de kendi varlığında yokluk olur ve varlığından kat-i nazar edilir. Zatına dayanarak yoklukla vasıflandırılabilir ve yukarı da geç­tiği gibi bu imkânsızdır. Keza aynı şekilde başka sayılan varlığın da mevcudiyeti imkânsızdır. Zira tahakkuk olmadan önce varlığın ta­hakkuk etmesi gerekir. Buradaki amaç, mutlak varlıktadır ve bu da imkânsızdır. Mutlak yokluk diye birşey yoktur. Mutlak varlığın va- rohnası gereği tesbit edildi. Bütün varlıklar onda var olur. O da yü­ce Allah'tır. Yine bütün varlıklar onun görünüşüdür ve görünen odur. Ayrıca görünüş de ondadır.

Şeyh Bedreddin