Merhaba

Merhaba!

Ali Büyükçapar

Faizci, liberal, kapitalist, sosyolist ve ateist dünya ‘nın gözü kararıyor. Nerede bu fikir sistemlerinin kapıkulları? Çöken dünya borsalarının tozu dumanı Anadolu insanın öfkesini biraz daha kabartıyor.
Dünya insanlığı bunu hak etmedi.
Faize hayır! Kapitalizme hayır! Dünyanın sömürülen insanlar Amerikanın dünya tasallutuna hayır derken kutsala uzak olduklarını biliyorlar mı? Aydınlanma felsefesinin kutsalla münasebeti hep alaycı oldu insan aklının bu çabaları beyhude çalışmalar olarak algılandı, hâlbuki aklın ürettiği kutsaldan hareket ederek tanrının kutsalına ulaşabilirdi.
Liberalizme de hayır! Muhafazakâr demokratlığı kapı dışında bıraktım. Demokrasi Türk insanın dipsiz kuyusu biz demokrat kimliğinin daha fevkinde standartlar oluşturduk Ergenekon’da. Karlı tanrı dağlarında, gövşen gözlü Bozkurtların izinde Turan ülkesini kuruduğumuzda sünepe demokratlar kendilerini Atlantis’e atsınlar.

Devletimizin bekası Türk milletinin atan yüreğinin iksiridir.
Ezanların okunduğu, Bozkurt haykırışları’nın dünyayı inlettiği demler yakında. Maraş’tan Ergenekon’a bir yol gider şahlar şahı divan açtığında biz Maraş Türklük sevdalıları olarak hep önde olacak serdengeçtiler bile. Kıskandırıp haykırışlarımızla Gâvur ellerini titreteceğiz.
“Fena ender fenayım her ne varım varsa sendendir.” Diyen Şeyh Galip Efendimize dualar gönderirken ulu çınarlar gibi dallarımızla mavi göklerde gökkuşaklarını tutuğumuzun farkındayız. Türklük sevdası, İslam aşkı, gaza tutkusu, Kızılelma düşüyle düştük bu tozlu yola, önmek yok.
Maraş güz günlerinde.
Cihetsiz kuş cıvıltıları, serçe sesleriyle ezelden ebede var oluş neşem artarak devam ediyor yaşamak karlı Tanrı dağlarında gök gözlü Bozkurtlarla güzel.
Sağlıcakla kalın.

Ali Büyükçapar

Baharım Sende Kaldı

Baharım Sende Kaldı

Aldanış putları önümde sıralanırken
Oradan gök gürlemesi duyuluyor
Başım kelebeğin gözünde leke
Güneş ısırıyor kuytularını varlığımın
Dönüp eşiğine yüz sürüyorum

Hayatım dağılan sisti ellerinde
Dudaklarından dökülen inci mercan
Özüme vurduğun mühüründü

Dağlandı alnım kırıldı düşlerim
İzin ver toplayıp sana geleyim

Geç kaldım senin acelen yok
Ben ki ha var ha yokmuşum
Ağırlaştı yüküm üstümde denizler
Deniz kızlarının duası olmasa
Girmezdi yunus düşlerimde

İkindi bitti güneş veda ediyor bulutlara
Ellerimi açıyorum toprağa
Bir sızı yürüyor yüreğimin tenhalarına.

Ali Büyükçapar

Nefes

Nefes

Ezildi nar şerbeti çileyle
Güneşten bitimsiz ateşle
Deli poyraz kırık testiyle
İmam Hüseyin’e salâvatla

Yeşil sancakta Enel Hak
Yüreklerde kerbela izine bak
Kor ateşle dağlandı hak
İmam bakıra salâvatla

Tutuldu oruçlar Ramazanda
Kara donlu Beytullah niyazda
Hacerül Esved tenhada
İmam Musa kazıma salâvatla

İmam Takiden bir nefsi
İmam Naki oldu bize eş
İmam Hasan ül askeri pes
İmam Mehdi ye salâvatla

Toplandı pirler dergâhta
Gökkuşakları salındı öylece
Şah âli sırrı sırladı böylece
İmam Hasana salâvatla

Ejder Polat

Gurgumda Zaman

Gurgumda Zaman

Allah’ın saftirik kulu ve 1984’ler

İmtihanı kazanmanın heyecanını yaşarken “ Allah’ın kendisi için hayır dilediği “ bir insan olmanın da erdemini sahiplendim. Çünkü ilahiyat Fakültesini ilk yüzeli kişinin içinde yedinci sırada kazanmıştım.
Kayıt için Konya’ya gidip lise diplomamı ve şair evrakları teslim edip büyük dairenin içine giriverdim. İlahiyat eğitiminin insana yapıp ettiklerini bilecek yaşta değildim. On yedisine ya varmış ya çıkmıştım. Okulumuz Meram-Yeni yol güzergâhında Eğitim fakültesinin biraz ilerisinde cephesi anayola bakan büyük bir binaydı. Hemen yanında Rektör Halil Cin’in köşkü vardı. İlahiyatın giriş kapısında Cami yer alırdı.
İlahiyata başladım.
Arapça derslerinde Latin alfabesiyle not alıyor yazılarımda Türk alfabesinin harflerini kullanıyordum. İlk yıl hazırlıktı Arapça ve Kuranı Kerim dersi vardı. İmam hatip Lisesi mezunlarıyla birlikte sınıflar oluşturulmuş bende sıralarda eksiklerimi tamamlayabilmek adına tıp öğrencilerinden fazla ders çalışmaya başlamıştım.
Mehdi gelmişti.
Arapçayı öğrenmek arzusu, Kuranı Kerim çalışmalarıyla beraber yürüyor hiç aksatmadan gayret ediyordum.
Fakültede ne olup biterdi bunları anlamaz çoğu ağabeylerin masalarına yaklaşamazdım. Okulun üst katlarına bile iki mevsim çıkamamış edep, terbiye korku ve saygıdan ezim ezim ezilmiştim.
Din okulunda yanlış olmazdı!
Derken farklı rüzgârlar esmeye başladı, havalar soğudu, kantinde oturmalarımın tadı kalmadı nefs eğitiminde merhaleler alabilmenin arzusuyla Nakşibendî yolunun doktrinlerinde ilginin üstünde yakınlık duydum. Evinde kaldığım Maraşlılar koktu Cematın’dan benim geldiğim yer Sami Efendi cematındanmış ben iki arada bir derede kaldım. “Ağır bakım” durağı karşısındaki evde kendi yalnızlığım yetmezmiş gibi çok öncelikli verdiğim cemaat çalışmaları arasında bocalamaya başladım. Nereden bilebilirdim bu işlerin folklorik iş kategorisinde algılandığını.
Dini cemaatler çeşitli psikolojik ve sosyolojik sorunların çözümü için çalışa dururken ben saftirik Allahın kulu ruhumu nefsimi eğitmenin sıkıntılarıyla evrada ezkaza kendimi vermiş gündelik hayattan kopmuş ay altında yaşayan sözüm ona Molla olup çıkmıştım.
Çarşıbaşı’ndan aldığım tavsiye yazısıyla Maraş’tan gelmenin onurunu birleştirip Doktor Baybalın en yakın zamanda yer edinmenin çabasındaydım. Baybal Konya’da Sami Efendinin görevlisi o’nun temsilcisiydi. Tıp okumuş sonunda her şeyin tarikatla toplandığını anlamış Allahın velisiydi yapıp ettiklerini benim için hücetti. Baybal beni Meram’da sert Hocanın sohbet grubuna yazdı. Durmuş sert ilahiyattan hocamdı ve Kuranı Kerim derslerime giriyor bende O’nun tarikat sohbetlerine devam ediyor bilgimi, irfanımı artırıyordum Konya’nın Meram bölgesinde oturanlar varlıklı insanlardı köşklerde yaşar benim dünyamda olmayan standartlarda bir yaşam sürdürürlerdi.
Maraşlıların evi diye bilinen daireyi korumaya çalışıyor evi sahipleniyor benden bir dönem önce burada kalanların adlarını yaşatmak adına devamlı onları gündeme getiriyor bütünlenmeye kalan Ali, Ermiya ve Mustafa’nın da gidici olmalarını belirterek evde otoritemi arttırmak için didiniyordum.
Nafile işlerle meşgul olduğum ortaya çıktı.
İki cemaat arasında kalmıştım ev arkadaşlarım Kotku hoca diyorlar bende Sami Efendi diyordum. Kışın ortalarıydı bütünlemeler bitince okulun eve yakın oluşu da göz önüne alındığından Maraşlıların evi el değiştirdi bir grup geldi ve eve yerleşti bende bir odaya sığındım derken evden gürültüler gelmeye başladı, uyumsuzluk, gelgitler benim anlamadığım teferruatlardan evden ayrılmam istendi.
Şaşırdım!
Din adına benim sahiplendiğim evden beni kovuyorlardı bunlar sonradan gelmişler bense Maraş’tan buraya gelerek yerleşmiş bunun içinde çabalamıştım, dahası Maraş’takilere diyecektim.
Korktum, yalnız kaldım ne yapacağımı öğrenmek için mektup yazdım Maraş’a ve beklemeye başladım.
Maraşlıların evinde yalnız bir Maraşlı kendimi böyle görüyor olup bitenlere bir anlam veremiyordum. Ah ilahiyat eğitimi ah sen nelere kadirmişsin de benim bundan haberim olmamış.
Evet, bütün insanlardan fazla önemsedim yaptığım işleri canımla, dişimle, özümle çalıştım başkalarının angarya gördüğü vazifeleri ben Allahın emri bildim her şeyimi bu Müslümanlık yoluna koydum.
Evden ayrılmam isteniyordu ısrarla ne yapacaktım?


Devlet yurdundan haberim yok, dahası Devlet mefhumundan ürperiyor dindarlık adına yaşadığım absürt hayatı kendi ülkü değerim sayıyor ermiş biri olacağımı zannediyordum.
Okul mu? O çok iyi devam ediyordu.
Güz geçti ilk dönem bitti.
Maraş’a döndüm. Babam halimi beğenmedi zayıflamış, çökmüş kendimi din eğitiminin irfanı adına yiyip bitirmiş bir deri bir kemik kalmıştım.
Yapılan uyarıları dinleyince gülüp geçiyor dindarlık denilen olgunun yaşam boyutunda kesişmesinin örnek modelinin benim yaşadıklarım olduğunu düşünüyor bunun mücadelesini veriyor gecemi gündüzüme katıp insanları irşat etmenin aşkıyla yanıp kavruluyordum.
İnsanlar benim bu iyi saf mükemmel yapımı istismar ettiler önemsemedikleri dindarlık yükünü benim sırtıma yüklediler böylece hayatımın dönemeçleri yaşanılır olmaktan çıkmaya başladı.





Ali BÜYÜKÇAPAR'ın Kitapları

1-Malabadi - 33 Şiir
2-Necip Fazıl
3-Kitap Pusulası
4-Ulu Kapı Sırlı Yol
6-Kırk Hadis
7-Hafız Osman Sandal
8-İsmi Azam (Esmaül Hüsna)


Temin Adresi:
P.K. 115
Kahramanmaraş


Köroğlu Hikayesi

MARAŞ AĞZI KÖROĞLU HİKÂYESİ - 1
Hacı Ali ÖZTURAN

Lala Hüseyin Paşanın kahvecisi de böyle miydi, değil miydi bilinmez; ama o akşamın sohbet konusu “güzel at”tı. Paşa:
-Ahırımdaki atların benzeri dünyada yoktur, diye övündü. Ben atı çok severim ağalar. Ne demişler? At, avrat, silah… Kaçarsak atla kaçarız; kovalarsak atla tutarız. Yorulsak bineğimizdir; yalnız kalsak yoldaşımızdır. At adama dosttur. Ne demişler? At yedi günde, it yediği günde sahibine alışırmış. Benim atlarım da öyle dosttur bana. Hele içlerinde biri var ki… Yüzüne baksanız karnınız doyar. Buranın havası mı yaramadı, ne olduysa üç beş günden beri çok huysuzlaştı. Herhalde eski seyisini arıyor. Bunun dilinden anlayan, iyi bir seyis tanıyor musunuz?
Ağalar, Beyler ellerini şakaklarına koyup düşünmeye başladı. Seyisten çok ne vardı? Gel gelelim paşa beğenecek miydi? Ya beğenmezse? Paşa bu… Paşa kısmının ne yapacağı hiçbir zaman belli olmaz. Askerlik ters ocak derler ya… Ağalar, beyler düşündü, taşındı; şu mu olsun, bu mu olsun derken, sonunda Rüstem Ağa ortaya bir isim attı:
-Bu atın dilinden anlasa anlasa Deli Yusuf anlar, dedi.
-Oooo, gerçekten Deli Yusuf at dilinden iyi anlar, dediler.
Paşa sordu:
-Kim bu Deli Yusuf?
Rüstem Ağa doğruldu. Bağdaş kurdu. Elindeki fincanı Maraş işi oyma ceviz sehpanın üzerine bıraktıktan sonra:
-Paşam, diye söze başladı. Bu Deli Yusuf bir zamanlar dağda gezmiş bir eşkıyadır. Namuslu adamdır. Mert adamdır. Özü-sözü doğru adamdır. Bizim ulusumuz adamın iyisine “deli”, atın iyisine “doru” der. Bu da öyle delilerden. At dilinden bu çevrede ondan daha iyi anlayan bulunmaz. Bir söyleyelim, razı olursa…
Lala Hüseyin Paşanın kaşları çatıldı:
-Ne demek razı olursa?
Rüstem Ağa iki taşın arasında kalmıştı. Bir yanda Lala Hüseyin Paşa, öte yanda Deli Yusuf. Adı üstünde Deli Yusuf…Gelmez mi, gelmez. Bugün eşkıyalığı bıraktıysa da yıllarca dağda gezmiş bir adam; nerde ne söyleyeceği belli olmaz.
-Paşam, dedi, Deli Yusuf nalbantlıkla geçim sağlar. Kendi başına buyruktur.
-Canım ben de buranın Paşasıyım. Ben çağırırım da nasıl gelmez? İki asker göndereyim, hemen alıp getirsinler.
Deli Yusufu iyi tanıyan Rüstem Ağa, bir terslik olmasın diye hemen araya girdi.
-Paşam bu saatte ahır karanlık olur, at iyi görünmez, uygun görürseniz Deli Yusufu yarın çağıralım. Askerleri benim dükkânıma yollayın, Deli Yusufa götüreyim.
-Haklısın. Akşamın hayrından, sabahın şerri iyi olur demişler.




DELİ YUSUF

Ertesi gün kuşluk vakti iki asker Rüstem Ağanın dükkânına geldi. Birlikte Deli Yusufun nalbant dükkânına doğru yola çıktılar. Rüstem Ağa askerlere dedi ki:
-Bu adama adıyla, sanıyla Deli Yusuf derler. “Paşa istiyor!” diye tepeden inme emir verirsek belki gelmez, belki bir laf söyler. Onun için bırakın ben onun anlayacağı dilden konuşayım.
Askerlerden biri dik kafalılık etti:
-Ne demek gelmez. Bugüne bugün bu kentin paşası çağırıyor kendisini. Nasıl gelmez; sürür götürürüm onu.
-Aman Ağa, sen ne diyorsun? Deli Yusuf bu…
-Kim olursa olsun. O deliyse, ben zırdeliyim. Ne deliler gördük biz…
Deli Yusufun nalbant dükkânının önüne gelmişlerdi. Deli Yusuf dükkânın önüne bir iskemle atmış, oturuyordu. Dükkânın iç tarafında Deli Yusufun 13-14 yaşlarındaki oğlu Ali bir şeylerle uğraşıyordu. Rüstem Ağa biraz arkalarda kaldı. ”Bırak sarhoşu, yıkılana kadar gitsin…” derler, olacakları seyre başladı.
Dikine giden asker, Deli Yusufu görünce görelim ne söyledi:
Paşam emir verdi geldim buraya
Yusuf tez hazırlan işim acele
1/4 Lala Paşa seni ister saraya
Yusuf tez hazırlan işim acele
Rüstem Ağanın da beklediği gibi, Deli Yusuf üst perdeden alınan bu dörtlüğe sinirlendi. Oturduğu yerden doğruldu. Deli Yusufun kafası kümbet gibiydi. Alnının çatı bir karıştı. Kaşları dört parmak enindeydi. Gözleri bakır tas gibi kıpkırmızıydı. Koç boynuzu gibi bıyığını kıvırıp al yanağına oturtmuştu. Göğsü taraba tahtası gibiydi; nefes olup verdikçe kalaycı körüğü gibi “Harr! Harr!” ediyordu. Elindeki sopayı saz misâli tutup kesik makamdan söyledi. Görelim Deli Yusuf ne söyledi:
Sarayın önünde beyaz gül biter
Ağana paşana başlarım şimdi
1/5 Kapının önünde dırlanma yeter
Ağana paşana başlarım şimdi
Deyince asker utancından kıpkırmızı kesildi. Dükkânın önünde duran bir semeri öfkeyle tekmeledi. Deli Yusufu alıp götürmek için bir kez daha aldı:

Deli Yusuf bırak artık inadın
Yollarım ha şimdi kolun kanadın
1/6 İçiririm sana kılıç şarabın
Yusuf tez hazırlan işim acele
Kapının önündeki semerin tekmelenmesine Deli Yusuf iyice kızdı. Bir daha söyledi. Bakalım ne söyledi:
Borçlu muyum sana, yokmu sende ar
Yediririm sana arpayla zavar
1/7 Gelirsem yanına eylerim tımar
Ağana paşana başlarım şimdi.
Aldı asker:
Varırsam yanına kolun bağlarım
Bağlarım da bıyığını yollarım
1/8 Nalbant dükkânında seni döverim
Yusuf tez hazırlan işim acele
Aldı Deli Yusuf:
Deli Yusuf der ki, kaçma ha köpek
İşte geliyorum öpme ha etek
1/9 Senin istediğin iyi bir kötek
Ağana paşana başlarım şimdi
Âşık atışmalarında, âşıklardan biri adını söylerse, sözlü atışma orada biter. Deli Yusuf da, bu işin dille değil elle sonuçlanacağını anlayınca, türküyü kesti. Elindeki sopayı kılıç misâli tutarak dükkândan dışarıya fırladı:
-Seni bana sayıyla mı verdiler ulan!
Diyerek askere birkaç tane indirdi. Bir ara toparlanan asker, kılıcını sıyırdıysa da daha elini havaya kaldırmadan Deli Yusuf sopayla bileğine vuruşun kılıcı elinden düştü. Deli Yusuf iki tane de kıçına vurunca, asker kurtuluşu kaçmakta buldu.
Deli Yusuf, ikinci askerin karşısına dikildi:
-Sen ne diyorsun ulan!
Askerin ödü kopmuştu:
-Bir şey dediğim yok Ağa…
Diyerek oradan sıvıştı.
Deli Yusuf söylenerek dükkâna girdi.
Rüstem Ağa işin buraya geleceğini biliyordu. Olan olmuştu bir kez… Yapılacak şey, Deli Yusufu anladığı dilden kandırıp saraya götürmekti. İçinden “Bismillah” deyip dükkâna daldı:
-Selamünaleyküm!
Deli Yusuf oturduğu yerden ayağa kalkarak selâm aldı:
-Aleykümselâm Ağa! Buyur, otur.
Rüstem Ağa hasır iskemleye oturdu. Karşılıklı hâl-hatır sorduktan sonra Rüstem Ağa konuya girdi:
-Yusuf Ağa, az önce askerlerle kavganı gördüm. Bir şey dikkatimi çekti…
-Buyur sor Ağa!
-Sana değil, şu delikanlıya soracağım. (Aliye dönerek) Delikanlı, baban kavga ederken sen niye yardıma gelmedin?
-Babama üç beş askerin gücü yetmez de ondan…
Rüstem Ağa kafasını yere eğerek gülümsedi. Deli Yusufun oğluna da böyle düşünmek, böyle davranmak yaraşırdı. Deli Yusufa dönerek:
-Yusuf Ağa, dedi, ben seni çoktandır tanırım, severim…
-Eksik olma…
-Dün akşam Paşanın konağındaydık. Paşanın çok iyi bir atı varmış…
Deli Yusuf at tutkunuydu. “At” dendiğinde yemeyi içmeyi unutur mu, unuturdu. Sandalyesinde biraz daha öne eğilerek Rüstem Ağayı dinlemeye başladı:
-Eeee…
-Atın cinsini bir türlü bilemedik. Ben dedim ki; bilse bilse bunu Yusuf Ağa bilir.
Deli Yusuf paşanın atını görmek için yay gibi fırlayıp ayağa kalktı:
-Ağa hemen gidip bir bakalım…
Rüstem Ağa ile Deli Yusuf yola dizildi.
Konağın selamlığına vardıklarında soluk soluğa kalmışlardı. Rüstem Ağa selam verip paşanın gösterdiği yere oturdu. Deli Yusuf da tek dizi üstüne yeleli aslan misâli oturmuş bir an önce ahıra gitmeyi bekliyordu. Rüstem Ağa, Deli Yusufu tanıttı:
-Paşam, akşam sözünü ettiğim Yusuf Ağa bu arkadaş. Erzurumda at dilinden en iyi Yusuf Ağa anlar. Dilerseniz atınızı bir de Yusuf Ağa görsün.
-Hay hay!
Paşa, ”Hay hay!” der demez Deli Yusuf yay gibi fırlayıp ayağa kalktı. Hemen ahıra gidip ata bakmak istiyordu. Paşa:
-Acele etme Yusuf Ağa, hele kahveni iç… dedi.
Fidan gibi bir genç hölbeli fincanlarla kahve getirdi. Deli Yusuf atı görmenin heyecanı ile, bir dikişte fincanın dibini gördü:
-Ben kahvemi içtim Paşam! dedi.
Paşa baktı ki, Yusuf aceleci:
-Peki, dedi, sen ahıra var, biz de geliyoruz.
Tek dizi üstüne yeleli aslan misali oturan Deli Yusuf yekinip kalktı. Merdivenleri gepir güpür inerek ahırın yolunu tuttu.
Ahırın kapısını açtı. İçeriye girdi. At yalnızdı. Boy bucak yetmeyecek, yüksek bir attı. Rengi al ile yağız arasıydı. Bacakları uzun, bilekleri inceydi. Sağrısı ve kafası iriydi. At, merakla Yusufa bakıyordu. Kulaklarını makas gibi dikmişti. Ön ayağı ile hafiften eşinmeye başlamıştı.
Yusuf birden atıldı. Sol eliyle hayvanın alt çenesini kaptı, dişlerine baktı. Altı yaşındaydı. Paşanın atı çırpınıyor, alt çenesini kurtarmaya çalışıyordu. At huysuzlaştıkça Yusufun parmakları biraz daha kasılıyor, atı kıpırdayamaz ediyordu.

Varidât

VARİDAT
Şeyh Bedreddin

Şunu bil ki, isimler, nitelikler ve işlerin hepsi kabiliyetlere bağlıdır. Bunlar olmayınca, onlardan da bir şey ortada kalmaz. Bu sırra dair haberi de kaderin sırrı bana bildirmektedir. Allah daha iyi bilir. Allah'a hamdolsun bu konulardaki bilgileri Yüce Allah bana bildirdi. Bu bilgiler kitap okuyarak ve öğrenim görerek elde edilemez. Cennet, esasında melekût âleminden ibarettir. Âdem aleyhis-selam buradan çıkıp, yoğunlaşarak yeryüzüne aldığı şekille inmiştir. Ahiret işleriyle ilgilenen bilginler, Ahiret yolu için gerekli olan bilgileri kitap ve sünnetten öğrendiler. Fıkıhla uğraşan bilginler de, dünya işlerine dair bilgileri ve alım satmalara dair meseleleri yine, o kitaplar ve sünnetten elde ettiler. Kişi, Ahiret yoluna dair bilgileri elde etmek isterse, Ahiret konularını ele alan kitapları incelemelidir. Fıkıh konularına dair bilgileri elde etmek istiyorsa, o halde, fıkıh kitaplarım okumalı ve incelemelidir. Biri kalkıp, ben de kitap ve sünnetten yararlanarak bu bilgileri, Ahiret ve fıkıh işleriyle ilgilenen bilgilerin eserlerini gözden geçirmeden elde edebilirim; onlar insandı, ben de insanım derse, doğru olmaz ve bu düşünce ömrü boşa harcamaktan başka bir işe yaramaz. Ahiret yolu da böyledir. İnsan ancak duygularla ilgisini kesip, Hakk'ı gözle göremeyeceğini idrak ettikten sonra ve Allah'm sevgisiyle coşunca, Allah ona görünüş olarak görünebilir. Fakat bu çok az tahakkuk eden bir olaydır. Buradaki esas nokta gönlün saf bir şekilde Allah'a yönelmesidir. Bu gerçekleşirse, Allah görünüş olarak değil, anlayış şekliyle ve duyularla tecelli eder ve şüphe ortadan kalkar.
Ağacın, "Ben Allah'ım" demesi, insanın bunu söylemesinin doğru olduğuna dair bir uyarıdır. Birinci şekilde belirttiğimiz gibiyse, doğrudur. Dünya Allah'ın görünüşü olduğundan dolayı, "Ben Allah'ım" diyen herkesin sözü de doğrudur. Çünkü bununla bütün (Allah) kastediliyor; bölümle hiç bir alakası yoktur ve konuşan insan değil, Allah'tır. Keza aynı şekilde insan konuşmaya başlayıp, "ben Zeyd'im" derse, bu sözleri doğrudur. Çünkü bu sözler Zeyd'in özüyle alakalıdır ve konuşan dil ile kıpırdayan ve etten oluşan bedenle yakından uzaktan hiç bir ilgisi yoktur. Sözü söyleyen dil değil, Zeyd'in zatıdır. Bundan dolayı ağaç veya insan "ben Allah'ım" derse doğrudur. Bu itibarla her zerre de, "Ben Allah'ım" derse doğrudur. Ancak başka bir kişi "O veya sen Allah'sın" derse, doğru değildir. Aynı şekilde dil ben Zeyd'im diyebilir. Fakat bir başkası dile, o, veya sen Zeyd'sin diyemez. Peygamber (S.A.V.)'in; "Allah vardı ve onunla başka hiç bir nesne yoktu" sözleri, Allah'ın birlik aşamasından daha üstün bir aşamaya denildiğine dair bir göstergedir. Bütün nesneler de, bu aşamada ortaya çıkmaktadır.
Şunu bil ki, varoluş ve yok oluş ezelî ve ebedîdir ve dünya ile Ahiret ise izafîdir. Görünen dünya fâni ve görünmeyen Ahirete baki denmiştir. İkisi de ezelî ve ebedîdir. Ancak diğer ebedî olan Ahirete verilir. Kişilerin elde ettikleri olgunlukların tatları, huriler, köşkler ve cennetlere benzetilmiştir. Bunlara verilen adlar takma adlardır. Çünkü eksik, câhil ve kıt akılları bulunan kişilere gerçek bu vesile ile anlatılabilir. Onlara açıkça anlatılsa bile, dünya işleri ve lezzetlerinden geri kalmazlar. Bundan dolayıdır ki, bu yollara başvurulmuş ve bununla bu kişilerin şevkinin arttırılması amaçlanmıştır. Böylece bunlar Allah'a ulaşmak için ibâdetlere yönelirler ve büyük bir çalışmaya girişirler ve sonuçta Hakk'ı idrak ederler. Allah yoluna girenlere başlangıçta böyle yapılmamış ve böylece dikkatleri çekilmemiş olsaydı, bilmedikleri yollara saparlardı. Allah gerçeği söyler ve doğru yolu gösterir.
Allah'm selamı ona olsun Peygamber, hadis-i şerifinde buyurmuştur ki, "İnsanların ellerinde bulunanlardan uzak dur; insanlar seni sever ve Allah'ın katımda bulunanlardan uzak dur; Allah seni sever." Mükâfat ve tehditler doğrudur ve bunlar Hak'tan Hak'a ve Hak'la Hak içindir.
Şeyh Bedreddin