Merhaba

MERHABA

Kırlangıç avazının Maraş semalarında yankılandığı şu demlerde Uludaz’da kar eriyor, Deli Höbek’te fırtınalar kopuyor.
Alişan, Hacınınoğlu, Beşen, Kertmen, Çamlıbel de bahar bin bir çiçeği ile bizlere esenlikler diliyor. Salavan Dağı, Nurhak, Engizek dağları yaratılış günlerinin çileleriyle kavrulup dururken Maraş kendi yitiğini bulma telaşında.
Kent merkezinde büyük bir uğultu!
Yerini bulamayan kasnak, yolunu bilmeyen toplum, bereketi uman gönül erleri ve kutlu davaya inanan Şah’ın bendeleri.
Demokrasi gökkuşağına salınan Puhu kuşu renklerinin armonisinden bakalım neler getirecek.
Derde talip olan nerede?
Aşkını dert edinen o güzel, kavi, Polatlı pusatlı, Kızılelma serdengeçtileri İsrafil’in surunu mu bekliyor?
Bin boğadan haykıran gök gözlü bozkurtların sayhaları Maraş’ın kuytularında yankılanıyor.
Kulağı olan beri gelsin!
Aşkın ateşi harlandı, Zülfikar elimizde Şahın düşü Ceyhan dan kaknüs gibi doğacak. Derdiniz yüreğinizi dağlasın!

PEÇE

PEÇE

Dostun kapısında bir el sanki Yedi Beyza
Tufanın heya molaları tayfanın virdi
Leventlerin hepsi aşk pazulu
Derken dağa çevrildi yüzler

Cemalullah oldu gözler

Bedenler baygın zihinler tarumar
Akıl zümrüdü Anka’nın gagasında
Kaf dağı sübyanların defterinde
Leyla salındı çöllere

Hayrettullah oldu pınarlar

Şahım Ali emanet ehli Hayberi
Ayva Sarı turunç gazeli
Coşa geldi dereler sel oldu ırmaklar
İkilik kalmadı vahdet perdesi açıldı

Enelhak oldu canlar


Ali Büyükçapar

Poetika


SEZAİ KARAKOÇ
(D. 1933)
Fatih OKUMUŞ

GİRİŞ

“Şair o büyük ağıtçı geldi dünyamıza
Günlerce gecelerce ağlattı bizi
İrili ufaklı ölenlerimizin ardından
Öldü ve kendi ağıtını yazmadan gitti’ (1987, s.35)

Şairi böyle anlıyor Karakoç ve “ağıt yazmaktan değil Mevlüt yazmaktan yana” (1987, s.37) olduğunu belirtiyor. Sezai Karakoç, şiirle ilgili görüşlerini derli toplu halde, Edebiyat Yazıları-ı adlı kitabında yayınlamıştır. Ayrıca. Şiirler VII (Ateş Dansı) adlı kitabında Şair adlı bir şiir ve Şiir ve Şaire Dair Dörtlükler vardır.
Bir şairin şiir anlayışıyla şair anlayışı birbirinden ayrılamaz. Biz poetik bir incelemenin gereği olarak bu ayrımı yaptık Sezai Karakoç’un poetikasını bir bütün halınde okumak isteyenler elbette Edebiyat Yazılarına müracaat edeceklerdir. Bizim yaptığımız, bir tür özetlemedir.

1. ŞAİR ANLAYIŞI

A. Şair Bir “Toplum Önderi”dir:
Sezai Karakoç şairlerin birer toplum önderi oldukları veya olmaları gerektiği üzerinde özellikle durmuştur. Şair toplumda söz sahibi olmalı, gerçek yerini almak için çaba sarfetmelidir. Kendisi de böyle bir misyonu bizzat gerçekleştirmek, şairlerin de mesela politika yapabileceğini göstermek amacıyla Diriliş Partisini kurmuştur.
Karakoç’a göre, insanlar bir şairin şairliğini, şiirini alkışlarlar; ama onun da
diğer insanlar gibi toplum önderi olma hakkını kabullenmekte nazlanırlar.
“Şairliğini, şiirini olanca içtenlikle alkışlayan toplum, nedense, onun da bir insan, bir toplum önderi olma hakkını tanımak istemez O, ancak şairdir ve şair kalmalıdır; bunun dışına çıktı mı, sınırını aşmış olur! Şairlerin kişiliğine toplumların bakışı çok peşin yargılı ve çoğu kez şaşılacak kadar çocukçadır. Onları ya şen şatır, ya da tam gama gömülmüş kabul eder toplum. Bu yüzden onun politik, ya da toplumsal bir girişimini yadırgar. Onun ahlakı, şiir yazma ahlakından ibaret kalmalıdır insanlara göre. Metapoetik alanda onun diyeceği bir şey olamaz!” (1988, s.4 9)

Sezai Karakoç’a göre şairin manevra alanını şiirle sınırlandırmak isteyen ve şairleri daha çok zaaflarıyla gören toplum, şairleri dışlamıştır. Şair bu yüzden kaygılıdır. Şiirin yerini medyanın ve reklamın almasını bir türlü hazmedememekte ve bunu toplum için bir felaket olarak görmektedir.
Eflatunun rüyası mı gerçekleşti nedir? Şairler, koğuldular siteden günümüzde. İsmi var henüz elbet Bir efsane kahramanı gibi. Ama, buna güvenmemeli şair. Efsanesindeki yerini de çalanlar olabilir. Söz yazarları, yönetmen yardımcıları ve benzerleri, nasıl toplumda onun yerini aldılarsa, efsanelerde de onun yerini kapmaya heveslenenler çıkacaktır.” <1988,> s.56)
C. Şairin Anlaşılması Güçtür:
Sezai Karakoç’a göre toplum, şairleri anlayamamakta, tabir caizse şairlerin hakkını yemektedir. Şairi anlamak şiiri anlamaktan daha zordur. Şiir şairden hareketle daha bir anlaşılma şansı elde eder. Nihayet şiir dolaylı veya dolaysız anlaşılmayı amaçlamıştır. Ama şair kimi zaman da farkında olmaksızın kendini anlaşılmaz kılar.
D. Şair Çevresinden Etkilenir:
Sezai Karakoç “şairi yaratan çevredir” fikrine katılmamakla birlikte çevrenin
şair üzerindeki derin tesirini de inkar etmez.
“Nedim, Fuzuli’nin yaşadığı çağda ve yerlerde yaşasaydı, yine de belki bir Fuzuli olamazdı. Ama, onun ne kadar yakınından geçerdi! Ve kim bilir belki, Fuzuli de, Lale Devrinde İstanbul’da yaşayan ve devlet ileri gelenlerince değeri bilinen bir şair olsaydı, kuşkusuz, yine de bir Nedim olmazdı; ama, bugünkü Fuzuli’den çok Nedime yakın bir şair olurdu. Bununla şiirde, şairlikte bütün ağırlığı, çağa, çevreye yaşanan gerçeğe atfetmiş olmuyorum. Anlatmak istediğim, içinde bulunulan uygarlık havası> ve onun metafizik ruhudur.” (1988> s.25-26)
E. Şair ve Gelenek:
Şairin gelenekle ilişkisi merhale merhaledir. Şair önce gelenekle tanışmalı, sonra onunla yarışmalı ve en sonunda da ona katkıda bulunmalıdır. Karakoç’a göre yeteneği ilk uyandıran, bilinçlendiren, kımıldatan, onu harekete geçiren tarihi sosyolojik birikim gelenektir. Sezai Karakoç, şairin kendi zamanındaki şairlerle olduğu gibi kendinden önceki şairlerle de yarışması gerektiğini, başlangıçta kimilerinden etkilense bile bu dönemi kısa sürede aşarak kendini yoklaması ve bulması gerektiğini söyler:
“Bundan sonra, etkiden kurtulma çabasındadır şair. Buna da gelenekle
hesaplaşma dönemi diyebiliriz. Bazen, bu hesaplaşma çok şiddetli ve keskindir.
Şair, geleneğe başkaldırma görünümündedir. Geleneği yıkma, reddetme ve
tanımama biçimlerinde ortaya çıkan bu protesto, gerçekte, şairin, omuzlarında
geleneğin adeta çökertici ağırlığını hissetmesinin ters tarafından itirafından başka
bir şey değildir. “Putları devirme” adı altında genç şairin kopardığı çığlık, gerçekte,
çoğu kez, geçmişin büyük şiir gerçeği önünde, kendisinin yeni bir şey
yapamayacağı inancı, şuuraltı inancını, kapıldığı korku ve paniği kendisinden bile
saklama gayretidir.” (1988, s.96)
Sezai Karakoç, şaire, eskileri topa tutmak yerine, daha pratik ve işlevsel bir yöntem önerir: “Oysa şairin yapacağı iş, basittir ve o da gürültü kopararak
geçmiştekileri yıkmak değil, eser vermektir. Gerçekten, verdiği eser yeni ise,
öncekileri bir parça eskitecektir. Onlar eskimekle elbet bir şey kaybetmezler; ama
şair, bir şey kazanır.” (1988, s.96)
Yenilik ise, biçimde değil ruhta olandır. Yenilik esasta geleneğe karşı olmak
değil, onun bıraktığı noktadan başlamak demektir. “Aslında, yeni olmak, “eski”nin
sırrını bulmaktır. Çünkü: o “eski” bir nevi ölmezlik kazanmıştır. Şair de, zaten o
ölmezlik sırrının peşindedir.” (1988, s.97)
Geleneğe saygı duyulacaktır; ama gelenek tartışılacaktır da... Ama bu parça
yeniden değerlendirme iyi niyetle ve sakince yapılmalıdır. Şair, kendinden önceki
üstad şairlerin eserlerini benimsemeli, yaymalı, onlarla mutlu olmalıdır. Katıldığı
yolun onurunu hissetmeli, sanki onlar kendi eseri imiş gibi onlarla öğünmelidir.
Çünkü kendinden önceki şairler kendisi için bir nevi manevi baba durumundadırlar.
“Gelenek, şair için en çetin sınav dünyasıdır. Korkunç aldatıcı, adeta hilecidir. ilkin, genç şairi çeker; sonra, ona baskı yaparak, adeta onu vazgeçirmeğe çalışır. (...) Direnenler, dayananlar ve diretenlerdir ki, kazanacaklardır. Evet, çetin şairlik yolunda, bu sınav zaruridir. Ve geleneğin en büyük yararı da buradadır. Böylelikledir ki, yeni eser, geçmişle karşılaşmış ve yıkılmamış, sonunda da onun onayını almıştır.” (1988, s.100)

F. Pergünt Üçgeni
Sezai Karakoç, şairin genel çizgilerini, pergünt üçgeni dediği üç ilkeyle anlatır. Perer Gynt, Norveçli yazar Henrik IBSEN (1828-1906)’in en ünlü oyunlarından biridir. Karakoç oyunun kahramanı olan Peer Gynt’ün, hayatında bu ilkeleri yaşadığını belirtir ve bu ilkeleri şiire tatbik eder:
Şair, Kendi Kendisi Olmalı: “Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik
yolu, değişmek, başkalaşmaktır.”
Şair, Kendine Yetmeli: “Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin
kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yani fildişi kuleyi biz dışına
çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir
ikindide bulabilmeli.” (1988, s.82)
Şair, Kendinden Memnun Olmalı: ‘Eserin şairini sevinçle titretmesi
demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeğe kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. “Beni andırıyor, ah, beni o” ve demeli.” (1988, s.83) Memnunluk ilkesinin temeli, sevinçtir. Yaşama sevinci değil da yaşatma sevinci”dir. Devamı gelecek sayıda.
Akademik Çerçeve Dergisi

Fatih OKUMUŞ

Köroğlu Hikayesi

Meddahımız çayından bir yudum daha aldıktan sonra Ayvaz koluna başladı:


-Gûş-ı makam, el kıssa-i mâcerâ-i destan; belî ağalar, kıssa-i mâcerâmız şol yerde kalmıştı ki… Koç Köroğlu Çamlıbel kalesinin yapımını bitirmişti. Görenlerin ağızlarını bir karış açık bırakan kocaman bir kaleydi bu. Bahçe-deki fidanlar ağaç olmuştu. Bir elma ağacı da birkaç tane çiçek açmıştı. Bahçıvan şöyle düşündü:
“Ben bu elmaları yetiştirirsem, Köroğlundan bahşiş alırım. Bunlar bah-çenin ilk meyveleri olduğu için değerlidir.”
Bahçıvan, elma ağacının çevresinde dört dönmeye başladı. Çiçeklerin üzerine ne denli titrediyse de çiçekler döküldü. İçlerinden yalnız biri mey-veye döndü. Bahçıvan, bütün çabasını bu elmaya harcadı. Eğer bu son el-mayı yetiştirirse bahşiş alıp, karısı ve çocuklarıyla yeniden Malatyaya döne-bilirdi. Bu düşünceyle o elmaya kanat gerdi.
Sıcaklar artınca şalvarını çıkarıp dala astı, gölge yaptı. Rüzgârın hızlı es-tiği zamanlar abasını çıkarıp meyveye giydirdi.
Günler birbirini kovaladı. Elma yavaş yavaş büyüdü. Yeşili kırmızıya döndü. Sap kısmından aşağılara kadar, nokta nokta bir sıra siyah ben vardı. Bahçıvan elmaya ayna tuttu, güneş görmeyen yerlerine gün ışığı verdi. Böy-lece her yanının kızarmasını sağladı.
Kıpkırmızı olunca elmayı kopardı. Bir tepsiye koydu. Köroğlunu ara-maya başladı.
Meğer Köroğlu, ayvanlı köşke oturmuş sohbetteymiş. Kaleye uğrak ve-ren iki derviş konuşuyor, Köroğlu ve binbaşıları dinliyormuş:
Sohbetin koyu bir yerinde bahçıvan geldi:
-Düşmanıyın ömrü bu kadar olsun Köroğlu!
Diyerek tepsiyi Köroğlunun önüne koydu. Köroğlu Çamlıbelin ilk mey-vesine kıvançla baktı. Sapı uzunca koparılmıştı. Sapının üzerinde yemyeşil iki yaprak duruyordu. Elma kocaman ve kıpkırmızıydı. Sapından tomurcuk yerine doğru bir sıra ben gibi siyah noktacıklar vardı.
Köroğlu elmayı aldı. Elini kuşağına atıp bahçıvana üç altın verdi. Bah-çıvan içinden “Eyvah!” dedi, “Koskoca Köroğlu vere vere üç altın verdi. Bu kadarcık parayla ben Malatyaya nasıl yerleşirim?”
Bahçıvan bu düşüncedeyken Köroğlu:
-Beni seven benim gibi yapsın, dedi.
Bir anda binbaşılar kuşaklarının arasından keselerini çıkarttılar. Her biri ikişer üçer altın verince bahçıvanın eteği altınla doldu. Bahçıvan durur mu? Altınları aldığı gibi kulübesine döndü. Karısına muştuyu verdi. Karısı bah-çıvana kızdı:
-Yahu ne ahmak herifsin. Adam hemen gelir mi? Biraz oralarda oyalan. Belki birkaç altın daha yolunu bulursun.
Bahçıvan yeniden ayvanlı köşke seğirtti. Vardı ki Köroğlu elmayı sa-pından tutmuş, binbaşılarına gösteriyor:
-Ağalar, beyler! Yüzü bu elma gibi kırmızı, bu elmadaki gibi sıra benli bir yiğit tanır mısınız?
Bahçıvan üç-beş altın daha koparmanın aç gözlülüğüyle atıldı:
-Ben tanırım Köroğlu!
-Kim?
-İstanbulda, Kasapbaşının oğlu Ayvaz?
Köroğlu Kasapbaşının adını duyunca kızgınlıkla bağırdı:
-Ulan bahçıvan! Ayvazı göstermesi senden, alıp kaçırması benden. Git hazırlığını gör.
Bahçıvan içinden “Eyvah!” dedi.Bir yüzü ağlar, bir yüzü güler, kulübe-sine yollandı.
Köroğlu elmayı tepsiye bıraktı.
-Kasapbaşı kimdir, bilir misiniz? diye sordu.
- …
-Kasapbaşı, Lala Hüseyin Paşanın arkadaşıdır. Babam Deli Yusufun gözlerine Lala Hüseyin Paşa mil çektirdi. O sırada İstanbulun Kasapbaşı da oradaymış. Babam Deli Yusuf ona da yalvarmış. “Kasapbaşı, Paşa seni se-ver, söyle şu tayları büyütünceye dek izin versin.” demiş. Ama Kasapbaşı oralı olmamış. Şimdi fırsat düşmüşken ben ondan öcümü almaz mıyım? İstese, babamın gözlerine mil çekilmesine engel olurdu. Ben onu oğlundan ayırmaz mıyım? Ben bu dağlara barhanemi çözmüşsem, babam Deli Yusufun öcünü almak içindir. Şimdi fırsat düşmüşken Kasapbaşından öcü-mü almam gerekiyor.
……………………………………………………………………

Bahçıvan hışım gibi kulübeye girdi:
-Avrat, bana yol elbiselerimi hazırla, dedi.
-Nereye herif?
Bahçıvan:
-Dur sana bir hikâye anlatayım avrat, dedi; Maraşta zengin bir ağanın Agop adında Ermeni bir yanaşması varmış. Ağa mangala meraklısıymış.
-Mangala ne herif?
-Mangala, bir el genişliğinde iki-üç karış uzunluğunda, kalınca tahtalar-dan yapılır. Uzunlamasına iki sıra oyuk oyulur. Bu oyuklara boncuk gibi taşlar girdirilip çıkarılarak mangala oynanır. Bir oyun işte… Neyse… Ağa kısmına armağan çok gelir. Ağa kısmının sofrası açık olur. İyiliği gayet bol olur. Bu iyiliklere armağanla karşılık verilir. Ağaya da mangala hediye eder-lermiş. Ama gel görelim bizim Agop Efendi her mangalaya bir kusur bu-lurmuş. Ya tahtasına, ya taşına ya da nakışına bir kusur bulurmuş. Ağa, Agopun bu huyuna içten içe kızarmış ama Agop da haklı olurmuş. Uzatma-yalım… Ağa sürülerini çevirmiş, Maraşın Ahır Dağına yaylaya çıkmış. Güz gelince yağmurlar başlamış. Yağmurun sicim gibi yağdığı bir gün ağaya bir konuk gelmiş. Bir mangala armağan etmiş. Ağa bakmış ki mangala çok gü-zel. Hiç kusuru yok. Hemen Agopu çağırmı :
-Agop!
-Buyur Ağam!
-Bak bakalım, şu mangala nasıl?
Agop evirmiş, çevirmiş; kusur bulacak yeri yok, ama Agop da bir kusur bulacak ya… Sonunda demiş ki:
-Ağa mangala iyi, güzel. Ah bir de bunun taşları Aksuyla Ceyhanın ka-rıştığı yerden olacaktı ki… Bak o zaman sen bunun tadına…
Ağa sinirlenmiş:
-Kalk lan Agop, demiş. Hemen beygirine bin. Aksuyla Ceyhanın karış-tığı yerden taşları topla, gel.
Agop kalkmış... Yağmur sicim gibi… Hava soğuk… Vakit gece… Bey-girine binmiş, titreye titreye Ahır Dağından inmeye başlamış. Ovaya indi-ğinde gün ışımış. Bir köyün içinden geçerken Agopu tanımışlar:
-Agop Efendi, ulan bu yağmurda nereye böyle demişler.
Agop demiş ki:
-Ahır Dağının başında bir bok yedim, Aksuyla Ceyhanın karıştığı yere ağzımı yıkamaya gidiyorum.
Bahçıvanın karısı sözün nereye geleceğini merakla dinliyordu.
-Yahu kısa kes şu hikâyeyi. Ne oldu? Nereye gidiyorsun?
Bahçıvan olanları anlattı.
-Ben de bir bok yedim. Ağzımı yıkamaya İstanbula gidiyorum.
-İyi ama sen ne Ayvazı tanırsın, ne de İstanbulu gördün…
-Haklısın…
-Herif, var Köroğluna derdini anlat. O da bir adam sonunda.
Bahçıvan düşündü:
-Ben ona işin doğrusunu yolda anlatırım. İzin verirse dönerim. Vermez-se birlikte giderim. Koca Köroğluyla yola gitmişim, Tanrıdan daha ne iste-rim.
Alalım Köroğlundan haberi:
Köroğlu seyisine emretti. Kıratı Kayseri eşeği gibi boyattı. Kıratın tanı-nacağı kalmadı. Köroğlu bir kıl aba, bir kıl şalvar giydi. Beline Kirmânî kılıcını astı. Bir tarafına gürzünü bağladı. Omuzuna oniki telli, yirmidört perdeli, sedefkârî sazını astı. Kürdüvâri (Kürtvâri) bir maşlağı omzuna aldı. Keçe külahına Acemin poşusunu yedi dolam doladı, ucunu bir buçuk arşın sarkıttı. Beline Acem işi bir kuşak bağladı. Kuşağın birinci katına altın kese-sini, ikinci katına tabakasını, üçüncü katına emziğini (ağızlığını), dördüncü katına çakmağını, beşinci katına kavını, altıncı katına yılan dili eğri hançeri-ni, yedinci katına birinin üzerinde KÖROĞLU, ötekinin üzerinde ALİ ya-zılı mühürlerini koydu. Ayağına yedi körüklü çizmelerini giydi. Bıyığını aşağı doğru sarkıttı. Oldu bir Kürdoğlu. Görenler ne Kıratı, ne de Köroğlunu tanıyamazdı.
Köroğlu, askerlerini, binbaşılarını topladı. Kayseri eşeği gibi boyadığı Kırata bindi. Omuzundan oniki telli, yirmidört perdeli sedefkârî sazını çı-kardı. Sazla kumanda verdi:
Atıma binem de gidem yabana
Belki kar yağıp da yollar kapana
2/1 Beşyüz öveç tembih ettim çobana
Yedirin beylere ta ben gelene

Atıma binen de gidem Kozana
2/2 Bir düzen vereyim yoldan azana
Altmış okka pirinç güccük kazana
Yedirin beylere ta ben gelene

Tokat kervanından aldım bakırı
İncitmeyin fukarayı fakiri
2/3 Tuna seli gibi boz arakıyı
İçirin beylere ta ben gelene

Bizim vatanımız Çamlıbel dağı
Tuluk tuluk gelsin Helete yağı
2/4 Askerime yetmez Besninin bağı
Yedirin beylere ta ben gelene

Deli Yusuf Köroğlunun babası
Durağımız Çamlıbelin tepesi
2/5 Kırat kırat gelsin kıraç arpası
Yedirin atlara ta ben gelene
Deyip bağladı.

Devam Edecek...

İrşad

İrşad

Hasan Basri Tapdık Baba

Futulüt-ı Mekiyye’nin başındaki beyt:
“El-abdü Rabbün ve’r-Rabbü abdün” itibkıyle min haysü-l hakika Allah’dır ki esma ve sıfatıyle mutecellidir. Bu alem-i kesret onun esma ve sıfatının mezahiridir. Kul dahi bir mazhardır. Kulun mir’at-ı vücüdunda zuhur eyleyen tecelli itibariyle Rabb’dır ve Rabb da, bu vücud-ı mukayyedden zuhur eylediği haysiyetden Abddır.
Beyt:
Hayat-ı cavidanı şeyh-i kamilden sual etdim.
Ölmeden önce ölmekdir, deyince intikal etdim.

Görmeyince hüsnünü imana gelmez şıkın
Yüz peyamber cem’ olup gösterse yüzbin mucizat

Ayan etmiş iken cna cem1in cümle eşyada
Hayalata kapılmış bir takım gafiller, hülyada

Makam-ı hazretü’l-cem’: Hak batın, halk zhir demek- din Hak batın, halk zahir demek, yani o halk ki zatın ilininde batın olmuşdu ve ilm-i ilahide mahfuz olmuşdu. O ilmde olan esmayı, Hak kendi vücüdiyle izhar edüp, kendi hükmünü esmaya nisbet eylediğinden esma zahit, zat batın oldu. Bu halde gören, işiten, söyleyen halkdır, lakin Hak ile. Nitekim cem’ de gören, işiten, söyleyen Hak’dır, lakin abdın kavasıyle. Bu makamda Hak kulun kuvası olup kulun hayatı Hak ile, sem’i Hak ile ve basan Hak iledir. Bir kimse ki Hak ile işitip görür elbetde o kimsenin sem’i basarı ve ilmi kuvvetli olur. Bu makam sahipleri her neye nazar ederlerse zahirde nazarları halka ise de, batında Hak’a olduğu şübhesizdir.
Bu makam sahiplerine “mukarrebin” de derler. Bu makamdan aşağı bulunanları bunlara nisbet seyyiedir. Mazhar-ı sırr olmak vakıf-ı kelam olmaya mütevakkıftır. Adem bir isimdir. Üç harf iledir. Adem, bu üç had, halet-i cem’de bir ismi isbat ederler. Nokta-i farkda ayrıdırlar. Cem etdiğinde adem okunur. Tefrik etdiğinde “elif, dal, mim” okunur. Tek- sir eder, el-farku bila Cem’, ve’l cem’u bila fark, el-cem’u mada’l-fark “kavl’ Cüneyd-i Bağdadi”. Bu noktaya vusul, feyz ve ta’lim ve irşad ile tay olunur. Adem sırr-ı belde-i emindir. Ve kalb dahi bu kişver-i şahinin kürsüsüdür. Noktasıdır beytullahdır. Vicud-i adem Hak, Muhammed, Ali ve vakfının meydanıdır. Hak. Muhammed, Ali’yi bilmek Ievh-i vücüd-i ademi, nefsi bilmeğe ve görmeğe mııvaffak olmayı gösteren açık bir delildir. Vücüdu görmek için ayna lazımdır sırrı, candadır. Can vücüddadır. Can ulvi, cism süflidir. İnsan cemi-i küldür. Mecmu’a-i kainatdır. Kalb, beytullahdır. Cismi, can sırra irsal eder. Vücud rehberdir. Can mürşiddir. Vücüd mes’ül-i ahkam-ı nübüvvetdir. Can, hasıl-ı esrar-ı velayetdir. Nübüvvet şeriatdır. Velayet tarikatdır. Rabıtaları marifetdir. Sırrları hakikatdir. Cism ile can beyninde rabıta yoksa, hakikat yokdur. Şeri’atla, hakikat ittihadd-ı ma’rifetdir. Şeriat Muhammeddir. Tarikat Alidir. Marifet Kur’ andır. Hakikat sırr-ı mübhemdir. Kesb-i marifet şeriatdır, tarikat ilmini Öğrenmeye tevakkuf eder. Tılsım-ı a’zam musha-i kübradır. Vefk-i müsellesdir. Vefk-i müselles belde-i emindedir. Belde-i emin mevcüd-i Vücüd-i Ademdir. Vücüd-i Adem ümmü’l kitabdır, dershane-i irfandır, mahall-i feyzdir. Feyz mucib-i kemAl, Mir’atı cemAldir. Ve tavaf-ı beytullah farzdır. Maksad-ı tavAf eserden mü’essire tevecüh ve vüsuldur, cisman-ı rühaniye delildir. Zahit nişan-ı batındır. Kıble Nokta-i te’ayyün içindir. Kalb-i mü’min beyt-i Hak’dır, hacc-ı ekber ondadır. Kabe, muharebe-i bi’l-küffftr feth olundu. Kalb, mücahede-i bi’n-nefs feth olunur. Şeriat abidden mabüda yol açar, fetihdir. Tarikat yolu ma’buddan abde irca’ eder hatemdir. Ma’rifet uzaklığı yaklaştırır. Cisimden rüha yol açar.
Hadis-i şerifde cenab-ı peygamber efendimiz buyurur ki:
“Şeria’t kavlimdir, tarikat fi’limdir. Hakikat halimdir, ma’rifet sermayemdir.
Hakikat Hakk’a giden mihirdir. Şeriat ibadet-i cismi, namazı talim eder. Tarikat ibadet-i ruhu, niyazı tMim eder. Şeıüt iman-’ gaybi “ilme’l yaldu”. Tarikat iman-t şuhüdi “ayne’l-yakin” isbat eder. Şeriat, mücib-i eaıni’dir, maldm-ı nübüvvetdir. Sadr-ı Ahmed’dir, Tarikat meydan-t mürşiddir, sahne-yi velayetdir. Arş-ı tecelli-i ahaddır. Camide fatiha okunarak el yüze sürülür. Huzür-i mürşidde fatiha yüz yüze gelmektir. Ehl-i şeriat “eş-Şeriat-t akval-i” ile anıildir, Ehl-i tank “et-tanikarü ef’Mi” ile amildir. Zahir ceseddir, batm ruhdur. İbadet-i şer’i zahir-ı vazife-i ceseddir. İbadet-i tarik-i Batıni gıda-i rühdur. İbadet-i şer’i lazıme-i şeriatdır. Niyaz-ı tarıki bir lutf-i biat, Secde şükür, mirac dilve-i vuslatdzr. Şeriat alem-i nasüt, tarikat alem-i meleküt, marifet alem-i ceberüt, hakikat alem-i lahutdur. Alem-i ceberüt sırr-ı Cibril, Akl-ı Muhammediye, delil-i mftvera-i sırr-ı Muhammedi, Şan-t velidir.
Cami eda-yı salat-ı şer’i için mecma-ı kaffe-i mü’mindir. Huzür-ı mürşid, meydan-t niy5z ve şiyn-ı vahdet için “zaviye” mahall-i icrd-i ibdet-i zahiri camidir.” Makam-ı icrft-i tarık ve erkan “huzür-i ve mürşiddir.” Feth-i mekke, “remz-i feth-i mutlaktır.”

Okunacak Kitap





İslam, dindir!

Tarif edecek olursak: ferdi ve ictimai yanı bulunan, fikir ve tatbikat açsından sistemleşmiş olan, inananlara bir yaşama tarzı sunan, onları belli bir dünya görüşü etrafında toplayan bir kurumdur.
Din vicdanlarda kök salan ulu çınardır. Nurettin Topçudan şu ifadeler önemli. “Dini irade bizi sonsuz kudretin iradesine iştirak ettiriyor. Dinde kurtuluşun, selametin ve İslam’ın asıl manası budur.
Düşüncede ilahi olan nedir?
Tanrısal yapı acaba sonlu akıla girdiğin de hangi formatı taşır 1948’ler de yayınlanan bu kitap o yıllardan zamanımıza ışıklar saçıyor.
Bu kitapta diğer kitaplar gibi okunmadı!
Mevzu yüreğimi dağlıyor ne olacak bu milletin hali ve yarınları.
Akıl kitap diye beklerken incir çekirdeğini doldurmaya çabalayan kültür divanelerini tamunun harlı ateşine havale ediyorum. Cahillerden zerre bile kalmasın!