Merhaba

MERHABA

Güz eşikte, sararan yapraklara merhaba.
Bal gibi incir, kırmızı hetifli üzüm, puslu seherler, gittikçe soğuyan su sana da merhaba.
Haziranda verdiğimiz molayı bitirdik.
Ömür halkası bir yazı daha kayıt etti.
Diri, delişmen ruhumuzda börtü böceği selamladık yaz da kış hazırlıkları yaptık. Tarhana aldık, ceviz siparişi verdik, incir kuruttuk, kış peteğini esrük türkülerle doldurmak için bu demleri bekledik.
Şimdi ötüken diyarında Karlı Tanrı Dağlarında gövşen gözlü Bozkurtların yoldaşlığında üç hilalin gölgesinde Kızıl Elmaya doğru koşma vakitleri Devlet biz, millet biz, ülkü biz peki biz kim: TÜRK MİLLETİ!
Olup bitenler millet olmanın bedelidir.
Duru göller ülkensin de Nilüferler olmaz. Çiçekler aşkın kor ateşinde dağlanan yüreklerde yeşerir.
TÜRK; sevdasıyla, çektiği zülfikarıyla ifrit düğümlerini parçalayacak, Haydarın aşkıyla ROMA nın burçlarında İslam’ın Tevhit sancağını dalgalandıracaktır.
Yakarışımız ise hep daim Assisi’li Fransua’nın şu dizelerindeki gibi olacaktır:

Yaratıklar Ezgisi


Yücelerden yüce, her şeye gücü yeten Tanrım
senindir övgüler, yücelikler, şan ve şerefler
yücelik, kutsallık sana yaraşır ancak.
kimse layık değildir adını anmaya.
Tüm yaratıkların için,
özellikle de bize ışık veren, günü getiren;
göz kamaştırıcı parlaklığıyla ışıldayan,
yücelerden yücesi seni simgeleyen
güzel kardeş senyör güneş için
övgüler olsun sana, Tanrım.
Ay ve yıldız kızkardeşler için,
gökte onları ışıklı, değerli ve güzel oluşturdu ğun için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Rüzgar kardeş için,
bize bağışladığın hava ve bulutlar,
durgun ve fırtınalı havalar için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Çok yararlı ve gösteri şsiz,
çok değerli ve çok temiz
su kızkardeş için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Sayesinde gecelerimizi aydınlattığın,
güzel ve neşeli olan
güçlü ve dizginlenemez ateş kardeş için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Bizi bağrına basan ve besleyen,
çeşitli meyve ve rengarenk çiçekler ile
ağaçlar veren toprak ana için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Sana karşı besledikleri sevgiden dolayı
düşmanlarını bağışlayanlar;
felaketlere ve hastalıklara katlananlar için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Ne mutlu barış içinde yaşayanlara,
çünkü yücelerden yüce Tanrım,
sen onları taçlandıracaksın.
övgüler olsun sana, Tanrım,
canlı hiçbir insanın kurtulamadığı
ölüm kardeş için.
Oldürücü günah içinde ölenlere ne yazık,
senin iradeni yerine getirirken
ona yakalananlara ne mutlu,
çünkü ikinci ölüm onlara zarar vermeyecektir.
Rabbimi yüceltin ve ona hamdedin.
Ona şükredin ve ona alçakgönüllülükle kulluk edin!

Biyografi:Yusuf Pazarlı








Yüz Türk Büyüğü Seri On
Yusuf PAZARLI

Çok eski zamanlardı. Gözlerimizde aşk pırıltıları, yüreğimizde ezel ebed sevdalarının sayhaları vardır. değişim, dönüşüm, inkilab, devrim sosyal olgular değil hayatımızın varoluş gerçekleriydi.
Bilgi meftunu gençlerdik.
Hikmet yiğitimizdi bizler onu bulmanın delisi, divanesi olmuş, Mecnuncasına Leyla’nın ateşiyle özümüzü dağlamıştı.
Şeyh galip bizim için şunları söylemişti. “Gören ser-geştelikte gird-bad-ı eşt zanneyler fena ender fenayım her ne varım varsa sendendir” ( öylesine başım dönüyor, öylesine dönüp duruyorum ki gören, çölün kasırgası sanır; kokum, yokluk içinde yokluk kesilmişim; her ne varım varsa ancak sendendir)
Yirmi beş yıl önceydi.
Sanki dünya Nuh tufanından çıkmış ana karalarda yaşam yeniden başlamıştı. O ve ben belki biz özümüzde var olan Tanrı’nın ışığının meftunu gençlerdir. Din bizim için can suyu, hayat iksiri, alameti farika, var oluş nişanesiydi.
Kutsal İncil kitabında bu vasıflar söyle dile gelmişti: “ İnsan yalnız ekmekle değil, Tanrının ağzından çıkan her sözle yaşar.”
Aynı evi paylaştık. Konya da Doktor Baybal’ın himayesinde açılan evde o’nu tanıdım. Türbeye hemen yakın, İstanbul caddesine paralel alan o daracık evde ne günler geçirdik. Evin kapısı küçük, yola bakan odası çıkmalı, damı topraktı. Ev gözümüzde yoktu biz “sultan”a yakın olmanın hazzının meftunuyduk.
Nakşi geleneğinin Konya da temsilcileri olan insanlar, dervişlerle beraberdik. Hayattan beklenti gibi iğvalardan uzak “Yiğit Cenneti” bulmuş şanslı, Allahın bahtiyar kullarıydık.
Sohbetlerin halkalarında yer aldık neyin ne manaya geldiğini bilmediğimiz pastel vakitleri uzunca bir dönem yaşadık.
Hayatın sisi etrafımızı nasıl sarmış Alamut Fedaileri yüreğimizi dağlamış, bizi kuşatan objeleri olduğundan olabildiğinden farklı anlamış büyünün sabahına hiç mi hiç varamamıştık. Ağaç, ağaç değil, yol, yol değil, kalem, kalem değil hiçbir şey olduğu gibi değil olması gerektiği gibiydi seksen dörtlü yıllarda.
Çeken piyâleyi pâ -der rikab olup gidiyor
Gelen bu meclise mestü harâb olup gidiyor.
(Kadehi çeken, ayağını üzengiye basıp gidiyor; bu meclise gelen sarhoş oluyor, yıkılıp gidiyor) diyordu Şeyh Galip.
Arı, tertemiz bir insandı o.
Portakal çiçeğinden haberdar, limon ağaçlarının kokusuna müptela, elleri toprak, sözleri ıtır, reyhan, bakışı mor sümbül, hareketleri duru göllerin Nilüferi, umutları yedi veren, özüyle diri, umutlarıyla dağa düşen bir cemreydi, Yusuf Pazarlı.
Tekbir ülküsü vardı oda; bilgilenmek.
Dilinden Hasan Harkaninin şu dizeleri hiç düşmezdi
“Esrarı ezelden ne sen ağah ne de ben
Bir bilmece ki ne sen bilirsin nede ben
Bir perde var onda ne konuşsak sen ben
Çün perde iner ne sen kalırsın ne de ben”
Yusuf Pazarlı Aydın ilinin Türklerinden. Sultan hisarın hemen bitişiğinde ki Türkmen Kahvenin ötesinde bulunan Eski Hisar Köyünden. Yörük Türküleri. Efe, Zeybek masallarının içinden Atca’nın yanı başından, Madran’nın karşısından. Konya bozkır, Yusuf’un geldiği yer Cennetin yer yüzündeki izdüşümü.
İlahiyat fakültesine kaydını yaptıran garip bir yeryüzü ermişi. Ne bilsin ki ilahiyat fakülteleri onu alacak, kuşatacak, sarıp sarmalayacak bilmediği ifrit dünyaların içine atacak. Meram yeni yolda bulunan İlahiyat fakültesinin bir şeyler öğrenme sevdasındaki bu insana vereceği ne olacaktı ki? Bilgimi yok, yok sadece ezel ebet sevdaya düşmüş aziz bir dost!
Okul ilk yıllardan sonra onun için pandoranın kutusuna dönüştü. İlahiyat fakültesinin sosyal çevresi o aziz insanı kırdı un ufak etti yaşadığı her gün hayatla dop dolu olan bu insan güzeli eridi, azaldı bilgi ve irfan çıtalarını kırdı olanlara, yaşadıklarına o bile inanamadı.
Ne oluyordu?
Hayatla ilahiyat tahsili arasındaki tezat neye mal oluyordu. Matruşka bebeği gibi her köşeden çıkan yeni zombilere ne demeliydi dahası bu hayat nasıl bir zemine yükünü bırakmış o naif insandan kaldırmasını istiyordu.
Aydın’a her gidip gelişinde dudakları uçuklar, yüzünde yaralar çıkar, Konya’nın havasına alışıncaya kadar nefes alıp vermede zorlanır, hastalanır dahası kendinden geçer, kaybolurdu. Geldiği yerde bahar çiçekleri açarken O Konya’ya vasıl olduğunda Zemherinin vurgununu yer dağılır zerrelere ayrılırdı.
Nuri Kiraz da ev arkadaşıydı.
Onunda hikayesi uzunca yazılacak ama biz üç kişiydik Dergahın kapısında duruyor içeri girip yolumuza devam etmenin erdemini büyütüyorduk. Ehil insanlar tarafından arı, duru yol korunmuş olsaydı Yusuf bu dünyanın görebileceği nadir Süfilerinden olurdu nede olsa o Kenan muştusunun sevdalısıydı.
Derken Yusuf ateşle yüreğini dağladı.
Kendine anlatılanlardan, hurafelerden, bidatlerden, irfandan, bilgiden, konjoktürden, alfabeden, yazdan, kıştan, yemeden içmeden, sevmek sevilmekten uzaklaştı terki terk etti ve eski garaj civarında bir göz evde yaşamaya başladı.

Bi-yu barım hasreti hattında hak olsam yine sihhatim ruh-ı lebindendir helak olsam yine
Tig-ı gamzemden kesilmem çak çak olsam yine hasılı bihvde cevretme bana sevdim seni

(Kaşının, gözünün, saçının hasretiyle toprak olam bile tozum yok. Sıhhatim, helak olsam bile gene dudağının ruhuyladır. Paramparça olsam da bakışının kılıncından ayrılmam, gene de sevdim seni; cevretme, cefa etme) ifadelerini Şeyh Galip Yusuf için yazmıştı.
Onu artık okulda da görmüyordum.
Karlı kış günü akşam yaklaşırken bir göz odada oturan Yusufu görmek için yürüdüm. Cebimdeki son parayla yüz gram Turist çayından aldım kapısını çalıp içeriye girdim. Kumtel elektrik sobasının ısıttığı odada el kadar bir kaset çalar, duvarlara yerleştirilmiş dev kolonlarda “Pink Floyd” dinliyor ta derinlerine çektiği sigarasını odanın uzaklarına üflüyordu. Zayıflamış, bakışları donuklaşmış, sözleri kurşundan dahada ağırlaşmış bir o kadarda ıssızlaşmıştı.
İçtiğimiz sigaralar filitresizdi.
Çay bitti gece yirmi üç sularına geldi dışarı çıktık az ilerideki kahveye vardık bir köşeye sığındık ta ötelerden gelen buğulu sesle kendimizden geçip ibadet huzuruyla çalan kaseti dinledik, türkünün kime ait olduğunu sorduk derken Hüseyin Altın’la nirvanaya gark olduk.
Ne gariptir ki sofulasan biz dünyevileşenler onlar olduğu halde terk edilenler bizler oluyorduk.Dünyada var olmanın erdemini bir ulu sancak misali taşımak varken softalık adına bize biçilen deli gömleklerini yırtıp atıyor bütün dergahlardan Hakkın dergahına iltica ediyorduk.
Yusuf ulu bir Yemin sevdalısı.
Ondan şu hakikati duymuş yüreğimi o kelimelerle dağlamıştım.
“İnsanın bekası bir hak değildir. Olsa olsa kişisel çaba ve mücadele ile elde edilebilecek bir fazilet olabilir.”
Var oluşun ontolojisini Yusuf bilir. Epistemolojik metinleri özümsemiş, ahlaki değerlerin çilesini yudumlamıştır.
Sevginin bütün tonlarını Yusuf ta gördüm ; bilgi sevgisi, ahlak sevgisi, vatan sevgisi, millet sevgisi, aşk sevgisi, Allah sevgisi, erenler sevgisi börtü böcek sevgisi dahası sevginin Ece sevdası.
Saymadığım zamanlarda “Bohem” bir hayat yaşadım. Tanık olarak Yusuf yeter o ve ben sırların sırrını aralayıp karşılıklı konuşmalarla yeryüzü zulmetini nura çevirdik.
“Kıyam bi nefsihi” olamamanın vücudumuzdaki dahası ruhumuzdaki tahrifatını tedavi etmek için tekrar kitaplara sarıldık aşk derecesinde okuduk. KAZANCAKİS’in ruhu şad olsun. Kutsal kitap her daim var olsun. Ham softa kaba yobazları dünyamızdan dışarı çıkarttık Şeyh Galip gibi şöyle söyledik.
“Aşk bir şem-i ilahidir benim peruanesi
Şevk bir zincirdir gönlüm anın kaşanesi”
Yusuf Konya da kaldı. İlahiyatı bitirip Maraş’a döndüğüm o demlerde tren garından koşarak gözyaşlarıyla beni uğurladı.
Ayrılık araya girdi. Doğan her gün o aziz insandan izler getirdi. Gurbet içinde gurbet yaşadı Portakal çiçeğinin açtığı dağların da köz patlattığı Nisa harabeleri hep onun şarkısı oldu.
İnsan olarak başladığı hatta adam oldu Müslüman’ca yaşayarak Pirler, Erenler defterine adını kutsal kelimelerle yazdırdı.
Daha ne diyeyim?

İRŞAD : Hasan Basri Tapdık Baba

İRŞAD

Ey talib-i Hak ve mürid-i mutlak, hakikatte ma’rifet-i ilahiyeye talib isen mürid-i mutlak ol. Zira mürid üç türlüdür:
1.Mürid-i mutlak
2.Mürid-i mecziİ
3.Mürd-i mürted’dir.
Mürid-i mutlak oldur ki; her türlü halde, mürşide inkıyad edüp zahiren ve bâtınen itirazdan beri olup ef’âl-i mürşidi ef’âl-i Hak bilmektir.
Mürid-i meczi oldur ki; zühirde mürşid dileğinde
olup, kendi dileğinde olmaktır.
Mürid-i mürted oldur ki; mürşidinde bir fena hal gördükte bu caiz değildir deyip yüz çevire.
Mürid-i mutlak olarak muhabbetullah mertebesine vâsıl olmak talebinde isen bu sıfât-ı mezmümeden teberrâ et ki bunlardır: Hased, kibir, buğz, adâvet, kin, küdüret ve ucub, enâniyet ve efkâr-ı füside. Bu ahlak-ı rediyeden halas olan kimse cemi mevcüdata ibret ve hikmetle nazar edip cümleyi dost ittihz eyleyip herkesle ülfet eylemişdir ve herkesi dost bilmişdir. Yukarda zikr ve tâdâd olunan sıfât-ı rediyeden ne- cât bulmak için meşayih-i selef hazerâtı usül-i esmü, erbain ve halvetle sâliki makam-ı temkine getirirlerdi. Bu da tâlibin kabiliyet ve istidâdına göre kimi üç, kimi yedi ve kimi on beş ve daha ziyade senelerde tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalbe muvaffak olurlardı.
Sonradan gelen meşâyih buyururlar ki:
Abd, devri tamam etti nübüvvetle temaşayı
Velayet devridir zahid, olur müşrik diyen “la”yı
Kesad buldu zühd ü halvet gerekmez çille-i esma
Heman ikrar ile hizmet açar vech-i müsemmayı.

Allah’a giden tarik halâikm nefesleri sayısıncadır. Velâkin her hangi mahalle gitmek murad ettiği takdirde gideceği mahallin en kestirme yolunu intihab ettiği gibi, Hakka giden yolun da en kısasmı intihab etmesi lazımdır ki yorulmasın. Bu böyle olduğu takdirde Hakk’a giden yolun da en kestir mesini sorup anlayıp kestirme yoldan gitmek icâb eder ki yorulmasın. Dolambaçlı yollardan gitmek, kalıbı yorduğu gibi esmâ, halvet ve erbain ile Hakk’a vuslat kalbi ve ruhu yorar. Şuüra halel getirir. Ey talib-i Hak! Hakikatte talib-i Mevlü isen, tarik-i aşkı ihtiyar et ki, yorulmayasm.
Tarik-i aşkı ihtiyar ettiğin takdirde, ehlini bulup ol “Adem-i mâ’nâ”ya intisâb edip ve ba’del- intisab ol zatın talim ve telkinine ez-dil ü cân inkıyad ve her emrine itaat ve tedric ile onun ahlaki ile ahlaklanmak ve onu öyle sevmek gerekdir ki dünya ve müfihâ’yı verseler ondan dönmemek ve nazarını ondan bir an ayırmamak ve sen “ol” oluncaya kadar mücadele etmek ve efendinin hakkında zerre kadar şübhe geldiği takdirde nakz-ı ahd etmiş ve abdest-i batını bozmuş olursun. Şeriatın cunübunu su temizler, hakikatin cünübunu yedi derya temizlemez. Ol vakit makümından düşer ve esfele karışırsın. İşte yukarıda zikri geçen şerâiti yaptınsa Hakkı anlarsın ve illa anlayamazsın. (Hazretin):
Ölmezden evvel öl, dediği mü’na bu ma’nüdır. Yani sen, sen değilsin.
Taayyünde bugün kim kaldı manbüs
Düşüp hâke oluser külli me’yüs.
Ey talib-i Hak! Sözüm mutlak. Gönülden gayrıyı bırak. Olma Hakk’a irak. Yedi cehennemde yanmadıkça ve sekiz cenneti geçmedikçe ve Hızır elinden ab-ı hayatı içmedikçe hayat-ı ebediyye’nin ne olduğunu bilemez ve anlayamazsın. Sahra-yı heyhatda nâlân ve zâr u giryân gezersin.
Hayat-ı cavidanı şeyh-i kamilden sual ettim.
“Ölmeden evvel ölmekdir.” Deyince intikal ettim. Ölmezden evvel ölüp kabre girip Münkir ve Nekirin suallerine ahsen cevab verip İnsan-ı kamil zümresine dahil olmağa sa’yet. İsbât-ı ayniyyet için lazım olan şart: Fikrini zikre ve zikrini kalbe ve kalbini mürşide ayine edip Hakka rabıta etmek lazımdır.
Şuhüd-i kalb, ademi şekden halâs eder. Bir kimse ne kadar ilm-i zhirle mükemmel olsa cehlin giderir, şekkin gideremez, belki ziyade eder. Makam-ı ayniyyete varamayan salike ihtiraz lazımdır.
Nefsini makam-ı aczde tutup yokluğu sermaye edenler, Hakk varlığına vasıl olurlar. Sözde kalanlar özden mahrüm olurlar. Ehl-i söz satırda ve ehl-i öz sadırdadır. İnsan, basiret ve manadan ibaret bir neş’edir. Nazar-ı hayvân, ancak süret görür. Süret ise gölgeden ibarettir, devamı olmaz.
Ey talib! Halk ile Hakk arasmda hicab, zemin ü suman değildir. Senin, senliğin ve benliğin hicabdır. Eğer bunu mürşidin vasıtasiyle ortadan kaldırırsan Hakk’a erersin. Zira Cenab-ı Hakk, zatiyle, sıfatiyle ve ef’al ve âsâriyle bilinmek istedi, ve kendi kendisini görmek diledi. Sıfatmı zatına, yani bu cismi rüha ve yokluğu varlığa ayine edip kendi kendini temaşa eder ki bakan, bakılan, gören ve görünen “Ol”dur.

Hasan Basri Tapdık Baba

Köroğlu Hikayesi

Hacı Ali ÖZTURAN

(Geçen Sayıdan Devam)


-İşte mal canın yongası olduğu için verirler. Buna, onu verip dokuzu kurtarmak denir. Şöyle… Senin ünün şanın artınca ününü duyanlar yanına gelir, kanadının altına sığınır. Onlara baş olursun, ağa olursun. Askerlerin çoğalıp, ünün cihanı tutunca bir mühür kazdıracaksın. Ondalığını aldığın kervana mühürlü bir kâğıt vereceksin. “Ben bu kervandan ondalığımı aldım, bu kervanı hiç kimse soymasın!” diye belge vereceksin. Eğer sen soyduktan sonra başkaları da soyarsa,s oyanlardan hesap soracaksın. Yâni, bir kervan-dan bir kez ondalık alınacak. O kervan bilecek ki, “Ben bu adama ondalığı verirsem, beni başka hiç kimse soyamaz.” Ama dediğim gibi, ondalık aldı-ğın kervanı soyan olursa hesap soracaksın. Anladın değil mi?
-Anladım baba.
-Ama bu sonraki iş… Şimdi senin yapacağın şu: Silahlarını kuşanacak-sın. Kırata binip Bozgediğe çıkacaksın. Gelen kervanlardan ondalığını ala-caksın.
Ali, “Peki Baba.” dedi ama, dediğine kendisi de inanmadı. Onsekiz ya-şındaki bir çocuk, koca kervana ne yapabilirdi ki… Bunlar büyük işlerdi. Bu işlerin altından kalkmak kolay değildi.
Yemekten sonra Deli Yusuf sazı aldı. Görelim ne söyledi:
Yücesinde namlu namlu kar yatar
Bizim eller Çamlıbeller bu beller
1/53 Etrafında soğuk pınarlar akar
Bizim eller Çamlıbeller bu beller

Dolandık da geldik bu güzel yurda
Bundan sonra durağımızdır bura
1/54 Fırsat verme hem çakala hem kurda
Bizim eller Çamlıbeller bu beller

Deli Yusuf der ki bu dağlar yüce
1/55 Gözlerim görmüyor tarifim nice
Bu dağlarda olur aslanlar hoca
Bizim eller Çamlıbeller bu beller
-Şimdi vakit geç oldu, yatalım oğlum.
Maşlahlarını yorgan gibi üstlerine aldılar; poşularını dürdüler, yastık gi-bi başlarının altına aldılar. Yatıp uyudular.
Gece olup da yaban hayvanları ulumaya başlayınca Alinin içine korku düştü. Korkudan iyice babasına sokuldu. Deli Yusuf içinden, “Eyvah!” dedi. “Şu çocuk mu benim öcümü alacak ?Kurttan çakaldan korkan şu çocuk mu Hüseyin Paşayı cezalandıracak? Eyvah ki eyvah! Vay benim talihim.”
Deli Yusufu uyku tutmadı. Saatlerce sağa sola döndü, durdu. Tanrıya yalvardı .
-Tanrım, atsa yetiştirdim. Yiğitse yetiştirdim. Bu zalim Paşadan öcümü almak için sen yardım et! İşimizi rast getir Tanrım.
-Ertesi gün Deli Yusuf erkenden kalktı. Çamlıbelden aşağı akan suda elini yüzünü yıkadı. Sonra Aliyi uyandırdı:
-Kalk oğlum, kalk. Erken kalkanın rızkını Tanrı verir. Kırata bin, yuka-rılara çık. Elma, taşlı armut, alıç, muşmula, kiraz, böğürtlen, ne bulursan topla. Okunu yayını al, belki tavşandan kuştan bir av vurursun. Unutma! Bundan sonra bizim mekânımız Bozgedik.
Deli Yusuf oturdu. Sazını kucağına aldı. Bakalım ne söyledi. Aldı Deli Yusuf:
Akar ab-ı hayat, biter yemişler
Aslan gibi bu yerlerde kalmalı
1/56 Yürü oğlum burda aslanlar yatar
Aslan yatağında aslan olmalı

Bu dağlarda türlü meyveler biter
1/57 Dallarında şeyda bülbüller öter
Bu dağlarda âsi aslanlar yatar
Aslanın başına aslan olmalı

Yarın burdan kalkıp inmeli düze
Allah yardım eder bu işte bize
1/58 Basmalı kervanı çıkmalı yüze
Bu dağlarda mesken tutup kalmalı

Topuzu çekmeli yola durmalı
Sonunu düşünme n’olup n’olmalı
1/59 Bezirgân bozmalı çerçi vurmalı
Aslan gibi olup nara salmalı

Deli Yusuf derler benim adıma
1/60 Rahmetme her kulun asla dâdına
İşte nasihatım budur zatına
Zalimi kesmeli kervan basmalı
Ruşen Ali, babasının zaman zaman söylediği öğütleri dinliyor, kafasında evirip çevirerek doğruluğunu kabul ediyordu. Böylece Alinin kafasında na-sıl bir yol tutması, nasıl bir yiğit olması gerektiğinin sınırları çiziliyordu.
Ali silahlarını kuşandı. Kırata bindi. Çamlıbele doğru tırmanmaya baş-ladı. Yabanıl meyveler topluyordu. Küçük bir kaynak gördü. Küçük büngültülerle su yerden çıkıyor, aşağıya doğru akıyordu. Köpük köpük bir kaynaktı. Kıratı kaynağa sürdü, suladı. Kırat biraz içti. Kişneyerek geri çe-kildi. Ali şaşırdı. Her içişte bir helke su içen Kırat, nasıl olur da bu suyu içmez ya da içemezdi. Attan indi. İki avucunu birleştirip su doldurdu. Üze-rinde beyaz bir köpük vardı. İçti… Damarlarına kımıl kımıl bir canlılık ya-yıldı. Değişik bir lezzeti vardı suyun. Bir avuç daha aldı. Bu kez de suyun üzerinde sarı bir köpük vardı. İçti… İçtikçe damarlarına dek bir sıcaklık, bir ürperti dağıldı. Bir avuç daha aldı. Bu kez de suyun üzerinde mavi bir köpük vardı. İçti... İçtikçe damarlarına mercan közler dağıldı.
Yeterince meyve toplayan Ali Bozgediğe doğru inmeye başladı. Birden babasını gördü. Çarpına çarpına yukarı doğru tırmanıyordu. Ali şaşkınlıkla sordu:
-Baba nereye?
-Yukarıda küçük bir kaynak gördün mü?
-Gördüm… Kıratla biz içtik. Değişik bir tadı var.
-Aman oğlum, beni hemen oraya götür.
Ali eğildi. Babasının kolundan tutup atın terkine attı. Kıratın yönünü kaynağa çevirdi. Kırat durumun önemini kavramıştı. Ön ayaklarını kısalt-mış, arka ayaklarını uzatmıştı. Böylece binicilerini yormuyordu. Çalıların arasından kaplan gibi sıyrılıp geçiyordu. Kaynak yerine geldiklerinde Ali şaşırdı: Su yoktu… Az önce büngüldeyerek akan köpüklü su yoktu.
Deli Yusuf heyecanla sordu:
-Geldik mi?
-Geldik ama su kurumuş baba.
-Çamuru da mı yok?
-Kupkuru olmuş baba. Çamuru da yok.
-Eyvah! Yetişemedik .
-Ne oldu baba?
Deli Yusuf açıkladı :
-Oğlum, sen gittikten sonra uyumuşum. Düşümde ak saçlı, ak sakallı, ak sarıklı, ak cübbeli, ak gömlekli, ak tesbihli yaşlı bir adam gördüm. “Yusuf, kalk oğlum, uyan!” dedi. “Senin gözüne merhem olacak bir su var. Çamlıbelde akıyor. O suyla üç kez yüzünü yıkarsan gözlerin açılır.” Yaşlı adam öyle dedi ama yetişemedik. Yazgı böyle. Ne desek, ne yapsak boş. Eninde sonunda ulu Tanrının dediği oluyor.
Kırata binip Bozgediğe doğru inmeye başladılar. Yusuf üzgündü. Ali üzgündü, Kırat üzgündü. Cenazeden döner gibiydiler. Birden Deli Yusuf canlandı:
-Siz içtiniz mi o sudan?
-İçtik baba. Kırat da içti, ben de içtim. Değişik bir suydu. Köpük köpük-tü. Bir avuç aldım, üzerinde beyaz bir köpük vardı.
-İçtin mi?
-İçtim.
-Beyaz köpük ölmezlik verir oğlum. O su ab-ı hayattır. Bundan sonra sana ölüm yoktur. Eee?
-Bir avuç daha aldım. Üzerinde sarı bir köpük vardı.
Deli Yusuf heyecanla sordu:
-İçtin mi?
-İçtim.
-Sarı köpük yüreklilik verir oğlum. Seni artık hiç kimse korkutamaz. Eee?
-Bir avuç daha aldım. Bu kez de üzerinde mavi bir köpük vardı.
-İçtin mi?
-İçtim.
-Mavi köpük âşıklık verir. Bundan gayrı sana bir de saz gerek. İster tel-den, ister dilden söyle, artık sözler ağzına Hakk tarafından dürülür gelir. Amma oğlum, sana baba öğüdü, bu yeteneklerini kötüye kullanma! Kimse-nin malında, namusunda gözün olmasın. Gücünü kullanarak zayıfları ezme.




SİFTAH VE DELİ HOYLU


Bozgediğe varınca Deli Yusuf sazını aldı.Aliye söyledi. Bakalım ne de-di:
Var oğlum soyun meydana
Vay bu er neci desinler
1/61 At kişnesin kana kana
Vay bu at neci desinler

Çelik çeliğe değmeli
Zoryiğitler baş eğmeli
1/62 Yaya koyup gözlemeli
Vay bu ok neci desinler

Kırat rüzgar gibi essin
Yerin damarını kessin
1/63 Bozgedikten toz yükselsin
Vay bu yer neci desinler

Top kumaşlar arşın arşın
Baharatlar kimyon tarçın
1/64 Yol pacını yola saçın
Vay bu zer neci desinler

Yusuf der çoğa güvenme
Körün oğlusun yerinme
1/65 Sorarlarsa de çekinme
Vay körünoğlu desinler
Deyip bağladı. Sonra oğluna dilden söyledi :
-Artık Bozgediğe çık. Gelenden geçenden ondalığını iste. “Kimsin, neci-sin?” derlerse “Körünoğluyum!” de. Unutma, Kırat kırk yiğitten iyidir. Var işin rast gelsin.

Okunacak Kitap: KÖROĞLU


Köroğlu Kitabı

Köroğlu kitap olarak yayınlandı.
Maraş kültür hayatında bundan daha büyük bir toy olamaz.
Köroğlu hemen yanımızda, yüreğimizde dilimizde, özümüzde dahası masamızın hemen üstünde.
Doğdu Köroğlu!
Kitabın yayınlanacağı müjdesini alınca sevinmiş, kitaplaşıp elime alınca üç defa öpüp başıma koymuştum.
Ezberlemek lazım bu destanı, hafıza buna müsait. Dil iyi ne duruyoruz öyleyse. Kitabın doğumu kutlu Ramazan ayına denk geldi bu kitap artık bu şerbetle kıyameti bulur.
Niye Köroğlu?
Türkçemiz için, anlatım zenginliği için, imge için, ütopyalar için velhasıl yaşamak için Köroğlu.
Yaza, güze, kışa bahara Köroğlu okuyacağım bundan sonra.
Hoş geldim Beyim, Reyhan Arap, Köse Kenan, Selamuvermez, Ecelalmaz, Sopayadoymaz, Kabresığmaz, Canıcebinde, Zincirkıran, Dağdeviren, Darıdeğmez, Postalpatlatır, Ayvaz, Dellek Deli Hasan sizde hoş geldiniz.