Biyografi:Yusuf Pazarlı








Yüz Türk Büyüğü Seri On
Yusuf PAZARLI

Çok eski zamanlardı. Gözlerimizde aşk pırıltıları, yüreğimizde ezel ebed sevdalarının sayhaları vardır. değişim, dönüşüm, inkilab, devrim sosyal olgular değil hayatımızın varoluş gerçekleriydi.
Bilgi meftunu gençlerdik.
Hikmet yiğitimizdi bizler onu bulmanın delisi, divanesi olmuş, Mecnuncasına Leyla’nın ateşiyle özümüzü dağlamıştı.
Şeyh galip bizim için şunları söylemişti. “Gören ser-geştelikte gird-bad-ı eşt zanneyler fena ender fenayım her ne varım varsa sendendir” ( öylesine başım dönüyor, öylesine dönüp duruyorum ki gören, çölün kasırgası sanır; kokum, yokluk içinde yokluk kesilmişim; her ne varım varsa ancak sendendir)
Yirmi beş yıl önceydi.
Sanki dünya Nuh tufanından çıkmış ana karalarda yaşam yeniden başlamıştı. O ve ben belki biz özümüzde var olan Tanrı’nın ışığının meftunu gençlerdir. Din bizim için can suyu, hayat iksiri, alameti farika, var oluş nişanesiydi.
Kutsal İncil kitabında bu vasıflar söyle dile gelmişti: “ İnsan yalnız ekmekle değil, Tanrının ağzından çıkan her sözle yaşar.”
Aynı evi paylaştık. Konya da Doktor Baybal’ın himayesinde açılan evde o’nu tanıdım. Türbeye hemen yakın, İstanbul caddesine paralel alan o daracık evde ne günler geçirdik. Evin kapısı küçük, yola bakan odası çıkmalı, damı topraktı. Ev gözümüzde yoktu biz “sultan”a yakın olmanın hazzının meftunuyduk.
Nakşi geleneğinin Konya da temsilcileri olan insanlar, dervişlerle beraberdik. Hayattan beklenti gibi iğvalardan uzak “Yiğit Cenneti” bulmuş şanslı, Allahın bahtiyar kullarıydık.
Sohbetlerin halkalarında yer aldık neyin ne manaya geldiğini bilmediğimiz pastel vakitleri uzunca bir dönem yaşadık.
Hayatın sisi etrafımızı nasıl sarmış Alamut Fedaileri yüreğimizi dağlamış, bizi kuşatan objeleri olduğundan olabildiğinden farklı anlamış büyünün sabahına hiç mi hiç varamamıştık. Ağaç, ağaç değil, yol, yol değil, kalem, kalem değil hiçbir şey olduğu gibi değil olması gerektiği gibiydi seksen dörtlü yıllarda.
Çeken piyâleyi pâ -der rikab olup gidiyor
Gelen bu meclise mestü harâb olup gidiyor.
(Kadehi çeken, ayağını üzengiye basıp gidiyor; bu meclise gelen sarhoş oluyor, yıkılıp gidiyor) diyordu Şeyh Galip.
Arı, tertemiz bir insandı o.
Portakal çiçeğinden haberdar, limon ağaçlarının kokusuna müptela, elleri toprak, sözleri ıtır, reyhan, bakışı mor sümbül, hareketleri duru göllerin Nilüferi, umutları yedi veren, özüyle diri, umutlarıyla dağa düşen bir cemreydi, Yusuf Pazarlı.
Tekbir ülküsü vardı oda; bilgilenmek.
Dilinden Hasan Harkaninin şu dizeleri hiç düşmezdi
“Esrarı ezelden ne sen ağah ne de ben
Bir bilmece ki ne sen bilirsin nede ben
Bir perde var onda ne konuşsak sen ben
Çün perde iner ne sen kalırsın ne de ben”
Yusuf Pazarlı Aydın ilinin Türklerinden. Sultan hisarın hemen bitişiğinde ki Türkmen Kahvenin ötesinde bulunan Eski Hisar Köyünden. Yörük Türküleri. Efe, Zeybek masallarının içinden Atca’nın yanı başından, Madran’nın karşısından. Konya bozkır, Yusuf’un geldiği yer Cennetin yer yüzündeki izdüşümü.
İlahiyat fakültesine kaydını yaptıran garip bir yeryüzü ermişi. Ne bilsin ki ilahiyat fakülteleri onu alacak, kuşatacak, sarıp sarmalayacak bilmediği ifrit dünyaların içine atacak. Meram yeni yolda bulunan İlahiyat fakültesinin bir şeyler öğrenme sevdasındaki bu insana vereceği ne olacaktı ki? Bilgimi yok, yok sadece ezel ebet sevdaya düşmüş aziz bir dost!
Okul ilk yıllardan sonra onun için pandoranın kutusuna dönüştü. İlahiyat fakültesinin sosyal çevresi o aziz insanı kırdı un ufak etti yaşadığı her gün hayatla dop dolu olan bu insan güzeli eridi, azaldı bilgi ve irfan çıtalarını kırdı olanlara, yaşadıklarına o bile inanamadı.
Ne oluyordu?
Hayatla ilahiyat tahsili arasındaki tezat neye mal oluyordu. Matruşka bebeği gibi her köşeden çıkan yeni zombilere ne demeliydi dahası bu hayat nasıl bir zemine yükünü bırakmış o naif insandan kaldırmasını istiyordu.
Aydın’a her gidip gelişinde dudakları uçuklar, yüzünde yaralar çıkar, Konya’nın havasına alışıncaya kadar nefes alıp vermede zorlanır, hastalanır dahası kendinden geçer, kaybolurdu. Geldiği yerde bahar çiçekleri açarken O Konya’ya vasıl olduğunda Zemherinin vurgununu yer dağılır zerrelere ayrılırdı.
Nuri Kiraz da ev arkadaşıydı.
Onunda hikayesi uzunca yazılacak ama biz üç kişiydik Dergahın kapısında duruyor içeri girip yolumuza devam etmenin erdemini büyütüyorduk. Ehil insanlar tarafından arı, duru yol korunmuş olsaydı Yusuf bu dünyanın görebileceği nadir Süfilerinden olurdu nede olsa o Kenan muştusunun sevdalısıydı.
Derken Yusuf ateşle yüreğini dağladı.
Kendine anlatılanlardan, hurafelerden, bidatlerden, irfandan, bilgiden, konjoktürden, alfabeden, yazdan, kıştan, yemeden içmeden, sevmek sevilmekten uzaklaştı terki terk etti ve eski garaj civarında bir göz evde yaşamaya başladı.

Bi-yu barım hasreti hattında hak olsam yine sihhatim ruh-ı lebindendir helak olsam yine
Tig-ı gamzemden kesilmem çak çak olsam yine hasılı bihvde cevretme bana sevdim seni

(Kaşının, gözünün, saçının hasretiyle toprak olam bile tozum yok. Sıhhatim, helak olsam bile gene dudağının ruhuyladır. Paramparça olsam da bakışının kılıncından ayrılmam, gene de sevdim seni; cevretme, cefa etme) ifadelerini Şeyh Galip Yusuf için yazmıştı.
Onu artık okulda da görmüyordum.
Karlı kış günü akşam yaklaşırken bir göz odada oturan Yusufu görmek için yürüdüm. Cebimdeki son parayla yüz gram Turist çayından aldım kapısını çalıp içeriye girdim. Kumtel elektrik sobasının ısıttığı odada el kadar bir kaset çalar, duvarlara yerleştirilmiş dev kolonlarda “Pink Floyd” dinliyor ta derinlerine çektiği sigarasını odanın uzaklarına üflüyordu. Zayıflamış, bakışları donuklaşmış, sözleri kurşundan dahada ağırlaşmış bir o kadarda ıssızlaşmıştı.
İçtiğimiz sigaralar filitresizdi.
Çay bitti gece yirmi üç sularına geldi dışarı çıktık az ilerideki kahveye vardık bir köşeye sığındık ta ötelerden gelen buğulu sesle kendimizden geçip ibadet huzuruyla çalan kaseti dinledik, türkünün kime ait olduğunu sorduk derken Hüseyin Altın’la nirvanaya gark olduk.
Ne gariptir ki sofulasan biz dünyevileşenler onlar olduğu halde terk edilenler bizler oluyorduk.Dünyada var olmanın erdemini bir ulu sancak misali taşımak varken softalık adına bize biçilen deli gömleklerini yırtıp atıyor bütün dergahlardan Hakkın dergahına iltica ediyorduk.
Yusuf ulu bir Yemin sevdalısı.
Ondan şu hakikati duymuş yüreğimi o kelimelerle dağlamıştım.
“İnsanın bekası bir hak değildir. Olsa olsa kişisel çaba ve mücadele ile elde edilebilecek bir fazilet olabilir.”
Var oluşun ontolojisini Yusuf bilir. Epistemolojik metinleri özümsemiş, ahlaki değerlerin çilesini yudumlamıştır.
Sevginin bütün tonlarını Yusuf ta gördüm ; bilgi sevgisi, ahlak sevgisi, vatan sevgisi, millet sevgisi, aşk sevgisi, Allah sevgisi, erenler sevgisi börtü böcek sevgisi dahası sevginin Ece sevdası.
Saymadığım zamanlarda “Bohem” bir hayat yaşadım. Tanık olarak Yusuf yeter o ve ben sırların sırrını aralayıp karşılıklı konuşmalarla yeryüzü zulmetini nura çevirdik.
“Kıyam bi nefsihi” olamamanın vücudumuzdaki dahası ruhumuzdaki tahrifatını tedavi etmek için tekrar kitaplara sarıldık aşk derecesinde okuduk. KAZANCAKİS’in ruhu şad olsun. Kutsal kitap her daim var olsun. Ham softa kaba yobazları dünyamızdan dışarı çıkarttık Şeyh Galip gibi şöyle söyledik.
“Aşk bir şem-i ilahidir benim peruanesi
Şevk bir zincirdir gönlüm anın kaşanesi”
Yusuf Konya da kaldı. İlahiyatı bitirip Maraş’a döndüğüm o demlerde tren garından koşarak gözyaşlarıyla beni uğurladı.
Ayrılık araya girdi. Doğan her gün o aziz insandan izler getirdi. Gurbet içinde gurbet yaşadı Portakal çiçeğinin açtığı dağların da köz patlattığı Nisa harabeleri hep onun şarkısı oldu.
İnsan olarak başladığı hatta adam oldu Müslüman’ca yaşayarak Pirler, Erenler defterine adını kutsal kelimelerle yazdırdı.
Daha ne diyeyim?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder