Merhaba

MERHABA

Kar geldi
Zemheri kendi güzelliği ile Maraş’ı kuşattı. Ahır dağ ak saçlı bilgiler gibi vakur kenti seyrediyor. Zaman ne?
Kimin umurun da olup bitinler, yüreğinde ezel ebet varlık sızısını duyanlar için ne büyük telaş var öyle.
Kendini kurtarmak!
Kim kimden neyi kurtarıyor gibi sinsi sorularla mevzuyu bulandırmak isteyen çaşıtları Zülfikar’a havale edip o yezitleri unutmadan yola devam ediyoruz.
Varlık, bilgi, ahlak.
Üç som hakikat insanlara yabancı değil.
Duyun, eğlence, vurdumduymaz bir hayatı tufeyli duygularla yaşayan yığınlar için ne söz ne kaygı.
Maraş tenha.
Nergis satılıyor Trabzon Caddesinde, sümbül’ler için cemrelerin düşmesi gerek. Mor menekşeli buz gibi sulardan içen ceylanlar hemen ötemizde uzanan yavşan’dan bize bakıyorlar.
Ey varlığımı kuşatan ulu devam!
Senin bize bahşettiğin özgürlükler için neleri feda ediyor nelerden vazgeçiyoruz. Zincirleriyle varlığını ağırlaştıran özgürlük ülkesinin ülküsünü yüreğinde duymayan çıfıtlar uzak durun öteye gidin.
Cennet elmaları kızardı.
Kış için hazırladığımız şıralarımızla ne güzel demler geçiriyor Köroğlu hikâyesinden masalarla geceleri kutlu seherlere taşıyoruz. Namaz niyaz ilahilerle yirmi dört saatin yetmediği kış vakitlerini bahara taşıyıp yeni dirilişlerin muştuları olacağız.

FAZİLET DEMOKRASİ’ sinin ne olduğu soruluyor. Adalet, iffet, cesaret temelleri üzerine bina edeceğimiz egemenlik alanında hak ve hâkimiyet için kadim değerlerin neler söylediğine hep dikkat etmemiz gerekiyor. Demokrasi bu yüzyılın abonesi. Yalnız başına demokrasinin nelere güç yetire bileceği ortada. Fazilet ilkesinin beslendiği kaynak Anadolu’dur. Binlerce yıldır varlığını aşkla sürdürenlere cennetler kutlu olsun.
Ötüken diyarının hoyrat türküleri kupuzların eşliğinde söylenecek, toylar kurulup var oluş neşesinin bitimsiz nameleri kulaktan gönüllere yayılacak.

Medet ya Murtaza

Ceren'in İlk Günü

CEREN’İN İLK GÜNÜ

Seher vaktinin müjdesidir hayalin
Gulyabaniler çekilir karanlıklara
Karanfil düşer kara göklere
İsrail’in yüreğinde kopar fırtına

Işık biraz daha çoğalır sarımolla da
Delişmen atların koşuşu başlar bozkırda
Ocak yerinde kara taşlar
Saçtığın saçların kaplar dünyamı
Güneşler doğar gözlerine
Ceylan sıçrar su içtiğimiz kayalıklara

Tüten ocak ellerinde buğday başak
Dilinde inci mercan gün ha doğdu doğacak
Kuzular meleşir ıssızlarda
Dağlar gecenin sarhoşu bende bir çaren
Eşiğindeyim elimde mürdüm
Yüreğim aşkınla dağlanmış
Çık salın uzun yaylaya
Başlamasın kıyametim

Ali Büyükçapar

Ali Haydar'la Geçen Demler

ALİ HAYDAR’LA GEÇEN DEMLER

O benim için İstanbul eşiği.

Hatıraların sis perdelerini aralamak göründüğü kadar kolay değil. İstanbul kelimesinin büyüsüne tutulanlar bilirler ki iflah olmak mümkün değil. Çok uzun yıllar aklıma geliyor ali haydar haksal deyince yağmur, gökkuşağı, martı sesi ve heybet.
İmzalı kitapları var “aziz dost” hitabıyla başlıyor esenlik dilekleriyle devam ediyor.
Yayınlanan kitaplarını masama yerleştirip şöyle hatıralar ışığında biraz okudum. İç kitap kapağında yer alan biyografik bilgiler o’nun hayatta hangi imtihanları nasıl geçtiğini anlatıyor:
“ilkokulu bitirdikten sonra 5 yıl ara verme durumunda kaldı. Özel valilik izniyle Elazığ imim hatip lisesine başladı. İki yıl paralı, beş yıl parasız yatılı okudu. Erzurum üniversitesi edebiyat fakültesi, Türk dili ve edebiyat bölümü’nü bitirdi... Marmara üniversitesi, ilahiyat fakültesi İslam düşüncesi anabilim dalında yüksek lisans yaptı. Kuran-ı kerim’de güzel kavramı üzerine tez hazırladı. İşte bu satırlarda insanımızın gerçek hayatının izleri var. Anadolu’da yaşayanlara imam hatip okulu kültürün irfanın kapısını aralayıp onları Firdevs’e kanatlandırmıştır ali haydarda onlardan birisi Konya’da ilahiyat fakültesinde okurken farklı dergileri takip ederdim. Andırın’dan ikindi yazıları gelir, İstanbul’dan diriliş ve yedi ikliminde abonesiydim.
Dergileri seçmemde etkili olan edebi dünya görüşümün izlerini oralarda bulmamdı. Paralel evren anlayışı gibi Türkiye’nin bütün renkleri o yıllarda hayatımın vazgeçilmesi idi.
Dergileri can suyu bellemiş ilahiyat tahsilinin sınırlarını çok ötelere götürmenin erdemiyle gönenip durmuştum.
Yedi iklim yazarlarının anlattıkları çevremde yaşadıklarımda behreler taşıyor, ortaya koymuş olduğu ülkü değerlerini misyon olarak kabul ediyorum. Necip fazıldan o’nun ideali büyük doğudan söz edilmesi yüreğimi coşturuyor, Sezai Karakoç’un kitaplarına gönderme yapılması ortak buluşma noktamı çoğaltıyordu. Nuri Pakdil’in ara sıra adının geçmesine hayret ediyor Zarifoğlu, Özdenören kardeşlerle hemşeri olmanın bu dergiyi okumama yeteceğine inanıyordum. Derginin her ay yayınlanması muştuydu.
Postacının evimize İstanbul’dan dergiyi getirmesi mahallede sosyal konumumuzu artırıyor imrenilen kişiler arasına yerleştiriliyordum.
Yedi iklimden çok derin mevzular öğrendim.
Varlık, bilgi ve ahlak konusunda insanımızın neler söyleyip bunları yazılı olarak paylaşmalarındaki sırlara vakıf oldum. Zarf, mazruf ilişkisi denilen nüansları belledim, şiirlerle yoğrulup İstanbul irfanından Maraş’a yeni söylem biçimleri taşıdım.
Türkiye’nin dört tarafından yazılan mevzuların bir tek hakikatin aydınlatılması olduğunu öğeleriyle dünya dengesinin nelerden, baret olduğunun farkına vardım.
Periyodu aksasa da yedi iklim dergisini her ay her mevsim takip edip o dergiden yapmak istediğim ülkü değerlerinin şekilleriyle ilgili incelikleri gözlemledim. Hasan Aycı’nın çizgileri, röportajlar, medeniyet yazıları ve sadece kendimiz olabilme erdeminin her vakit geçer ilke olması derginin verdiklerinden başta geneliydi.
Yedi iklimde bizden olandan motifler vardı.
Hüzün, aşk, eser koymanın engin hazzı hep yüceltiliyor İslam irfanı orada gündem buluyordu.
Bütün bunları yapan Ali Haydar nasıl biriydi?
İstanbul’a gidip o’nu görmek, tanışıp sevgi ışığından nasiplenmek arzusu içime doğdu bunu için yola çıktım, muradım hasıl oldu.
Kadıköy deki nalbur dükkânının üst katın da kitap koridorlarından geçip Ali Haydar Haksal’a ulaştım. Yer kitap, duvar kitap tavana kadar kitap ve kitaplar arasında bir insan, şaşırdım, öylece etrafta bulunan zamanın tanığı kitapları seyrederken kitapların yakıcı ateşi aklıma şeyh galip den şu dizeleri getirdi ve onları şöyle okudum.
“Gül ateş gülbün ateş gülşen ateş cuybar ateş semender tıynetanı aşka bestir lalezarateş hayali hasreti halinde ah ettikçe uşşakın Şebi firkatte her dem ahteran eyler nisar ateş. Bana düzahtan ey meh dem urur gülzarlar sensiz dıraht ateş nihal ateş berkü bar ateş çera-ı bezmi hicr oldum yapmış yakıştırmış. Gönül pervanesine vuslat ateş intizar ateş meger kilk-i sebük cevlanın olmuş germ rev galib zemin ateş zaman ateş bütün nakşu nigar ateş.”

Böylece başlayan dostluk kapısını açtım. Üsküdar meydanda bulunan yedi iklimin o küçük sahaf dükkânında güzel vakitlerim geçti.
Çınar ağacı, gölgeli mekân sıcak demli çayla İstanbul’dan tanıdık simalarla hep orada buluştum. Asım gül tekini tanıdım, Cevdet Karalla o mekâna yakın yerde konuşup hem hal oldum.
Yedi iklimin başyazılarında medeniyet vurgusuna dikkat çeken Ali Haydar’ın tespitinin önemli olduğu zaman geçtikçe daha iyi anlaşılacak. İslam dininin hareket zemini ezel ebed varlığımızın belirtisi ortaya koymuş olduğu yaşam ilkeleri yolumuzun işaret levhaları Ali Haydar kısa öyküler yanında uzun metinlere de imza attı. Hayata tutunmanın, varlıkta doğal ahengin, çalışıp gayret etmenin başarıp başaramamanın sırları hep, yazıların içinde gizli örneğin: uzun yola talip oldum.yarı yolda kalacağımı düşünmedim hiçbir zaman. Nasılsa sonunu getiririm diye düşündüm. Yoluma, gene kendim ayna oluyorum.
Yürüdükçe dizlerimin gücü artıyor. Yoruldukça soluklanmam için nedenim var. Yol, sonsuzluğa açılan bir kapı gibi(içim su berraklandığında.sh94)
Milli gazetede yazılar yazması Ali Haydar’ın doğru kararlarından biriydi her gün yayınlanan gazete ve sosyal çevre o’nu hayatın doğal ihtiyaçlarına gerçekçi çözümler üretmesi hususunda uyardı oda bunu hakkıyla yaptı.
Maraşta Ali Haydar’ı misafir ettim.
Mehmet Akif hakkında hazırlamış olduğu konferansı Maraşta beğeni buldu, salon o’nun heyecanlı konuşmasıyla o gece coştu. Maraş yazıları kaleme olan ali haydarın o yazıları en çok ilgi gören yazıları oldu. Elektronik ortamda ne zaman bilgisayarını açsam o’nun günlük yazıları dikkatimi çekmiştir.
Geçen yıl 2009 da İstanbul’da görüştük yapıp ettiklerimizi anlatıp yüreklendirici sözlerine muhatta oldum.2010 İstanbul ziyaretimde Bingöl’de olduğumu öğrendim yeğenime selam karımızı saygılarımızı emanet edip Maraş’a döndük.
Hülasa sözümü şöyle tamamlamak gerek.

“Ne zühd ile ne ilm ile müstesnayız
Hayran’ı ezel aşıkı bipervayız
Feyzi nefesi pir ile guya oluruz
Her neyse neyiz bendei mevlanayız

Ali Büyükçapar

HAK SUALİ

HAK SUALİ

Katar olmuş hakkın kulları
Caferi sadıktır önderleri
Mavi yeşil al sancakları
İmam aliyi gördünüz mü?

Gül bank çekilir meydanda
Koşuşur leventler muhabbetle
Çekilmiş sancağı haydarın
İmam aliyi gördünüz mü?

Gün akşam olmada usulca
Börtü böcek kimsesiz kutuda
Laleler açılır gün batımında
İmam aliyi gördünüz mü?

Şah alim gel hele divana
Sırları açma yazıya yabana
Sormazlarsa sana adabınca
İmam aliyi gördünüz mü?

Ali Büyükçapar

Köroğlu Hikayesi - Hacı Ali Özturan

Kasapbaşı marzıman eşeğinden, ötekiler atlarından indiler. Köroğlu sırtını kalın bir meşeye dayadı. Kuşağının bir katından tabakasını, bir katından emziğini (ağızlık), bir katından kavını, bir katından çakmak taşını çıkardı. İki sigara sardı. Birini Kasapbaşına verdi.
-Kasapbaşı Ağa, dedi. Paran yanında mı?
-Yoo! Yanımda değil.
-Olmadı gurban! Ben İstanbula neden döneyim? Paramı aldım mı, “Al Allah kulunu, zapteyle delini…” der, giderim. Kasapbaşı Ağa, gurbanım sana, biz aha burada bekliyik. Sen parayı al gel.
Kasapbaşı kalktı. Eşeğine bindi. İstanbula doğru sürdü.
Köroğlu sigarasını bitirince Ayvaza sordu:
-Ne o gurban, senin okun yayın da mı var ne?
-Var ya Ağa.
-Eyi vurur mısan?
-Aha şuraya dinel, saçının tellerinin arasından geçireyim.
-Vışşş! Essah mı lo?
-Ne sandın ya Ağa?
Köroğlu kalktı:
-Aha dineliyim. Haydi bakalım, yeteneğini göster.
Köroğlu, keçe külahını başından aldı. Oraya dineldi.
Ayvaz omuzundan yayını çıkardı. Sadağından bir ok seçti, yaya yerleştirdi. Köroğlundan yirmi adım uzağa vardı:
-Bu uzaklık yeter mi Ağa?
-Yeter gurban, yeter. Haydi bakalım.
Ayvaz yayını gerdi, gözledi, bıraktı. Ok vınlayarak gitti, Köroğlunun yanağını sıyırıp geçti. Köroğlu elini eline vurarak güldü:
-Yahu sen de amma acemiymişsen, dedi.
Ayvaz utanmıştı. Köroğlu kendi kendini övmeye başladı:
-Lo Ayvaz, ben öyle ok atarım ki, havaya attım mı yarım saat sonra yere düşer.
Bu kez de Ayvaz gülmeye başladı:
-Aman Ağa, daha neler… Hiç ok yarım saat havada kalır mı?
Deyince Köroğlu:
-Gel bahse girelim lo, dedi.
-Girelim… Nesine?
-Yüzelli koyununa! Var mısan gurban?
-Varım.
-Getir senedi.
Ayvaz, kuşağının arasından senedi çıkardı, yazdı. Köroğlu bu kez “ALİ” mührü yerine “KÖROĞLU” mührünü çıkardı, bastı. Ayvaz bu mühre bakmadı bile... Köroğlu senedi aldı, meşenin görünür bir yerine astı. Ayvaz:
-Haydi bakalım. Göster yeteneğini Ağa, dedi.
Köroğlu:
-Her yiğidin bir yoğurt yeyişi vardır lo. Ben oku, at dört nala giderken atarım.
-İyi. Bin bakalım atına.
Köroğlu Kayseri eşeği gibi boyadığı Kırata bindi. Ayvaza:
-Bin terkime, dedi.
-Niye?
-Niye olacak lo? Atım dört nala giderken sen de yanımda olmalısın ki, görmelisin.
Ayvaz bindi.
Köroğlu belinden kuşağını çözdü. Ayvazla kendisini sıkı sıkıya bağlamaya başladı. Ayvaz şaşırdı:
-Ağa ne yapıyorsun?
Köroğlu Kıratı hafifçe gıdıkladı. Kırat durumu anlamıştı. Huysuzlandı. Sağa sola çifte atmaya başladı.
-Benim atım biraz oynaktır gurban. Belki düşersin de babanın canı sıkılır.
Köroğlu kuşağını yedi kez doladı, düğümledi. Sonra Kıratı mahmuzladı.
Kırat hızlandı, tırısa geçti, sonra dört nala kalktı. Tozu dumana katarak uzaklaştı. Köroğlu içinden, “Al Allah kulunu, zapteyle delini…” demişti. Kıratın yönünü Sivas Dağı Çamlıbel kalesine çevirmişti.
Ayvaz:
-Haydi bakalım Ağa, dedi, göster yeteneğini!
-Bak Ayvazım, burada kuşlar kanat çırpmadan, süzüle süzüle uçuyor. Demek ki burada aşağıdan yukarıya doğru bir hava akımı var. Burada ok atarsam belki karşı çıkarsın. Az daha gidelim gurban.
Kırat derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi aşıyordu.
Bir zaman sonra Ayvaz:
-Ağa saate bakayım mı? dedi. Atacak mısın?
-Saat ne gurban?
Ayvaz zar zor ellerini kullanabiliyordu. Güç halle kuşağının arasından saatini çıkardı.
-Aha buna saat derler Ağa! dedi.
Köroğlu saati aldı:
-Bu teller neci?
-O tellerin birine yelkovan, ötekine akrep derler.
-Akrep mi? Akrebin yanında yılan olur. Yılanın yanında yalan olur. Ben yalanı sevmem.
Köroğlu saati yola attı.
Biraz daha gittikten sonra Ayvaz Köroğlunun niyetini anladı. Bu adam kendisini kaçırıyordu. Kurtulmak için çırpınmaya, ağlayıp dövünmeye başladı. Köroğlu Kıratın dizginlerini saz misâli aldı. Görelim ne söyledi:
Kıratıma Ayvaz binmiş çarpınır
Yüreciği deli deli çırpınır
2/30 Acem kuşak bin koyuna çözülür
Al Ayvazım ver evladım ağlama

Ayvazın şalı da Bağdat gayette
Şalına süs olmuş da altın firkete
2/31 Üzengimin her bir teki bin teke
Al Ayvazım ver evladım ağlama

Köroğluyum yaptım sana bir oyun
Serttir çekemezsin Kıratın yayın
2/32 Attan inme pişmancalık bin koyun
Al Ayvazım ver evladım ağlama
Deyip bağladı. Böylece kendisinin Bermahbupoğlu Ali Ağa olmayıp, Köroğlu olduğunu açıkladı.
Ayvaz Köroğlunun kendisini kaçırdığını anlamıştı. Dövünmeye, ağlamaya başladı. Köroğlu onu yatıştırmaya çalışıyordu. Ayvazı öz oğlu gibi koruyacağına yeminler ediyordu. Çamlıbeli övüyor, binbaşıları övüyor, yaptıkları işi övüyor, mertliği ve yiğitliği övüyordu.
Ayvaz ağlamasını sürdürüyordu. Köroğlu, Kıratın dizginini bir kez daha saz misâli aldı. Görelim ne söyledi:


Devam Edecek...

Pendname, Feridüddin-i Attar,

ESENLİK SEBEPLERİ

Ey Aziz; Esenliği arıyorsan onu dört şeyde bulabilirsin. Emniyette olmak aile saadeti sonra vücut sağlığı feragattir. Bu nimetlere sana bir ehemniyet hasıl olursa hafiyet ondan bir nişan olur. Aşıkta keder neyler gam halkı cihanındır. Acının anlamsızlığı yaşamın anlamıdır.

Feragatli bir gönülle beraber sağ ve esen olursan dünyada başka bir şey aramak gerekmez. Ey oğul; elinden gelirse nefsin dileklerini yerine getirme ki nefsin tuzağına düşmeyesin. Nefsinin heveslerini ayak altına al. Ona hoşlandığı şeyleri haz ver. Nefis ile şeytan seni yoldan çevirir kuyuya düşürür. Nefsinin başına vur, onu daima hor tut. Elinden gelirse pisliklerden uzaklaştır.
Kötü nefsini doyuran kimseler onu günah işlemekte kahraman yaparlar. Boğazını her lezzetten uzak tut ki her belaya he günaha girmeyesin. Karnını dudaklarına kadar su ve yemekle doldurma. Hayvan gibi kendine ahır arama. Oruçlu değilsen gündüzleri çok yemek yeme. Hayvan değilsen o kadar fazla tıkanma. Ey bütün gece sabaha kadar uyuyan zavallı yarın yatacağın karanlık toprağa da bir kandil yak.
Uyku ve yemek hayvanların adetinden başka bir şey değildir. uyuyanlara bu nimetten pay yoktur. Ey oğul; kalk uyan ki yarın çok uyuyacaksın. Kendinden haberin varsa uyan demeden önce yerinden fırla. Bu alçak dünyaya gönül bağlamak hatadır. Eteğini ondan toplarsan daha yerinde olur. gönlünü bu bayağı dünyaya ne bağlıyorsun? Burada ebedi kalacak değilsin ki. Ey zavallı; dışını süslemeye bakma. Bir ay parçası gibi için nur olsun.
Her güzel görünen surete talip olma. Atlas ve diba sevdasına koşma. Kuru sevdalardan geçte tanrıya kul ol. Sana vücut sağlığı lazımsa eski hırka da yetişir. Yün hırkayı omuzla. Muratsız yaşamının zevkine er (dünya kaygılarından sıyrıl) Ey hırkasını sırtına çeken derviş önce kalbini kibirden temizle. Ahiret nasibi istiyorsan git o süslü elbiselerden soyun.
Tekellüfsüz ol. Süs saltanat isteme. Rahat ve tembelliği bir tarafa bırak. Dünyada güzellik arama. Sırtında süslü elbisen, altında yatacak yatağın olmamasını dile. Sofu gibi yün palaslar içinde geçin. Tanrı sıfatı ile sıfatlan. Yol adamına (tanrı erlerine) hasır halı yerine geçer. Sonunda yastığı kerpişten olacak değil mi?
Esma-i hüsnayı zikret.

DERVİŞLİK SIFATI VE DERVİŞLERİ SEVME BAHSİ
Eğer aklın ilmine yakın ise derviş ol. Dervişle otur.
Dervişlerden başkalarıyla düşüp kalkma. Elinden gelirse onların gıybetinde bulunma. Dervişler sevgisi cennetin anahtarıdır. Onların düşmanları lanete layıktır. Dervişin libası abadan başka bir şey değildir. o Murat ve boğaz peşinde koşmaz. Nefsinin başına ayağını koymayan yiğit. Tanrı katına nereden yol bulabilir. Tembellikten kurtulan herkes nefsinin arzularını yenen bir sultan olur.
Tanrı yolunun erleri saray ve bağ sevdasında değildirler. Onların gönüllerinde dert ve dağdan başka bir şey yoktur. İstersen sarayını göklere yükselt. Nihayet topraklar altında gaip olup gideceksin. İstersen Rüstem gibi kudret ve şevketin olsun yerin behramı- Gür gibi mezar olacaktır. Keyhusrev gibi uzun yıllar saltanat sürsen de sonunda yine bir mağranın içinde kalacaksın. Ey oğul; Ahiretten kafil olma bu dünya varlıklarına o kadar da sevinme.
Cihanın belalarına karşı sabırlı ol. Nimet zamanında Allah’â şükret.

TALİHSİZLİK ALEMETLERİ
Dört şey bedbahtlık eseridir. Cahillik, tembellik bunlar çok zordur. Hele bikeslik (kimsesizlik) nakeslik (bayağlık) bütün bu dört alamet kötü talihin belirtileridir. Kulluk sevdasında koşanlar şüphesiz ki saadet ehli olurlar. Her kim kendi heveslerini ayak altına alırsa nefisçiliği ile savaşabilirler.
Cihan da yalnız uyku ve yiyecek düşüncesinde olan kimse kıyamette ateşten kurtulamaz. Murat ve arzularından yüz çevir de tanrı katına yönel. Murat sürmenin yolu Muratsız kalmayı gerektirir. Tanrı adamı iyi ün bırakmaya çalışır. Ey biricik Oğul; madem ki Allah’ın emirlerini nehyini tutuyorsun murdar nefsin arzularına uyma. Allah’ın emirleri ve nehiyelerini Kur’an dan dinle. Dünya sevinç yerleri değildir. Aklını başına al!
Bahtiyarlık sevdasından vazgeçenlerdir ki, aksine olarak yaşamanın zevkine ermiş olurlar.

Doğu ve Batı - Kitap Tanıtımı


Kadim Hikmetin Peşindeki Arifin Doğusu ve Batısı

Metafizik, dolaylı veya dolaysız her şeyin zaruri olarak bağımlı olduğu külli ilkelerin bilgisidir. Metafiziğin mevcut olduğu yerde hangi nevinden olursa olsun mevcut her çeşit bilgi ilkeden hakikatten mahrumdur. Ve böyle olması ona bağımsızlık babında (hükmen değil fiilen) bir şey sağlıyorsa şumul ve derinlik bakımından daha çok şey kaybettirmektedir. Bundan dolayı da batı ilmi. Tabiri caizse tamamen satıhta kalan bir ilmidir. Kopuk kopuk bilgilerin kesteresinde dağılıp giderken olayların sayısız ayrıntısı içinde yok olurken eşyanın hakiki mahiyeti üzerine hiçbir şey öğrenemez; bir de acziyetini haklı göstermek için eşyanın mahiyetinin bilinemeyeceğini ilan eder; bu yüzden ilgi alanı nazari olmaktan çok amelidir.
Son derece tahlili( analitik) olan bu bilgiyi birleştirme denemelerini ara da bir girilse de bu denemeler tamamen suni olmakta ve daima az veya çok maceracı faraziyeler( hipotez) üzerine kurulmaktadır. Sonuç olarak bu girişimler birbiri ardından akamete uğramakta ve önemlide olsa ilmi bir nazariyenin topu topu yarım asırdan fazla gerçekliğini koruması mümkün görünmemektedir. Öte yandan terkibi tahlilin varacağı nokta ve inatçı olarak görünen batılı düşünce kökten asılsızdır. Hakikat ise şudur; tahlil ile hakkiyle bir terkibe varmak hiçbir zaman mümkün olamaz. Çünkü bu iki şey aynı sınıfa girecek şeyler değildir. Tahlil tabiatı icabı tahlilin yapıldığı saha el verirse sonsuza kadar sürdürülebilir. Gene de bu sahada umumi bir görüş kazanmadan hiçbir ilerleme kaydedilemez. Bu sebeple üst seviyede bir ilke ile irtibat kurmada evveliyetle tamamen tesirsiz kalır.

Milcan

Merhaba

UMUT ACI VERİR!

Ey güzeller güzeli benim derdim sana merhaba. Varlığımı kuşatan çelikten daha kavi davam sana en güzel selamlar. Neşeler istemiyorum, gelişi güzel yaşadığını zanneden yosunları sıcak rüzgârlar kavursun. İnsan olma erdeminin ağırlığını yüreklerinde hissetmeyenlerle hiçbir işim yok. Çıt kırıldım sünepe varlık sarhoşları siz binlerce yıllardır ne yaptınız ki?

FAZİLET DEMOKRASİ’sinin bağlıları vakti kuşanın börtü böceği mahlûkata hizmet etmenin erdemi sizleri kutsasın!
Karlı tanrı dağlarının gövşen gözlü Bozkurtları sayhalarınızla Kızılelma’yı titretin. Üç Hilal elden ele oradan yüreklere ulaşacak Roma’nın burçlarına dikilip yüce Çalab’ın adı şad edilecek. Murtaza önde elinde Zülfikar Şah’ın kızıl börklü çerileri candan da geçecek yardanda.

Medet ya Haydar!

İnce Sızı

İNCE SIZI

Fayat Alagöz’e

Sesin harflere bilmem ne söyler
Kadehlerin buğusunda nemli gözlerin
Yüreklere düşen kor ateşlere benzer
Ateş dağlar özümün sırlarını
Akşam Leyla’nın şalına sarılır

Barak olur Fayat’ın dilleri
Dilim damağıma yapışır
Hu çeker Yusufçuk kuşları

Al götür kıyametimi ötelere
Sürmeli gözlerin dağlamış yaralarımı
Saçların deli tayların yeleleri
Ne söyleyeyim kime gideyim

Nazlı cerenim
Varlığımı yokluk aynana çarptım

Sarhoşum elsiz ayaksız kimsesiz
Testim kırık ey merhametin Ecesi
Buldur bana yitiğimi


Ali Büyükçapar

Hafızası Olan Adam

Hafızası Olan Adam

Bir adam tanırdım, tren tarifesini ezbere bilirdi, çünkü onu mutlu eden tek şey trenlerdi. Vaktini istasyonda geçirir, trenlerin istasyonlara girişlerini, çıkışlarını seyrederdi. Vagonları, lokomotiflerin gücüne, tekerleklerin büyüklüğüne merakla bakar, trene atlayan kondüktörleri ve istasyon şefini hayretle izlerdi. Her bir treni tanırdı, nereden geldiğini, nereye gittiğini, nereye ne zaman varacağını ve oradan hangi trenlerin hareket edeceklerini ve ne zaman varacaklarını bilirdi.
Trenlerin numaralarını bilirdi, hangi günler işlediklerini, bir yemek vagonu olup olmadığını, bağlantı trenleri bekleyip beklemediklerini bilirdi. Yine hangi trenlere posta vagonu eklendiğini ve Frauerfeld’e, Olten’a, Niederbipp’e veya başka bir yere trenle gidiş fiyatının ne kadar olduğunu bilirdi.
Hiçbir kahvehaneye gitmezdi, sinemaya gezmeye gitmezdi, bisikleti, radyosu, televizyonu yoktu, hiç gazete kitap okumazdı. Mektuplar olsa onları da okumazdı. Buna ayıracak vakti yoktu. Çünkü günlerini istasyonda geçirirdi. Sadece tren tarifesi değiştiği zaman mayıs ve ekim aylarında artık birkaç hafta ortalıklarda görünmezdi.
O zaman evde masanın başına geçer ve ezberlerdi. Yeni tren tarifesini ilk sayfasından son sayfasına kadar okur, değişiklikleri aklında tutar ve bu değişikliklere sevinirdi.
Birisinin ona tren saatini sorduğu olurdu. O zaman yüzü güler, yolculuğun nereye olacağını harfi harfine bilmek isterdi. Ona soru soran kişi trenin hareket saatini mutlaka kaçırırdı. Çünkü soru soranı hiç bırakmaz, zamanı söylemekle yetinmeyip birde trenin numarasını, vagonların sayısını, muhtemel bağlantıları, hareket saatlerini söylerdi. Bu trenle Paris’e gidebileceğini nerede aktarma yapmak gerektiğini ve ne zaman varılabileceğini izah ederdi. Söylediklerinin bu insanları ilgilendirmediğini akıl erdiremezdi.
Fakat bir kimse onu bildiklerini anlatmadan orada bırakıp yoluna devam ettiği zaman kızar ve adamlara küfür ederdi. Arkalarından sizin trenlerden hiç haberiniz yok diye bağırırdı.
Kendisi kesinlikle trene binmezdi. Ona göre bunun bir anlamı yokmuş, zira trenin gideceği yere ne zaman varacağını çok önceden biliyormuş ya…
“Yalnız hafızası bozuk olan kişiler trene binerler, çünkü iyi hafızaya sahip olsalardı benim gibi kalkış ve varış saatlerini akıllarında tutabilirler ve bu saatleri tespit için trene binmek zorunda kalmazlardı.”derdi.
Ona şunu açıklamaya çalışır ve derdim ki;
“Fakat birtakım insanlar vardır. Bunlar yolculuk yapmaktan mutluluk duyarlar. Trenle gitmekten hoşlanırlar. Pencereden bakarak nereden geçtiklerini izlerler.”
O zaman kızardı, çünkü onunla alay etmek istediğimi sanırdı ve: “ buda tren tarifesinde var, Luterbac, Deitingen, Wangen, Niederbipp, Önsingen, Oberbuchsiten, Egerkinken, ve Hafendorf’tan geçiyorlar.” Derdi. “ Belki insanlar herhangi bir yere gitmek istedikleri için trene binmek mecburiyetindeler.”derdi.
“Buda doğru olamaz, çünkü hemen herkes herhangi bir tarihte geri döner ve hatta bir takımadamlar var ki her sabah burada binerler ve her akşam geri dönerler. Öyle kötü hafızaları var.”diye cevap verirdi.
Ve istasyondaki adamlara sövüp saymaya başlardı. Arkalarından “sizi enayiler sizi sizlerin hiç hafızası yok” veya “Hargendorf’dan geçeceksiniz.” Diye bağırırdı ve bu suretle insanların neşesini kaçırdığını sanırdı.
“ Aptal herif sizi siz daha dün trenle gittiniz” diye bağırırdı.
Ve insanlar sadece güldükleri zaman onları zıvanadan çıkarmaya başlardı. Onları kesinlikle trenle gitmemeye yemin ettirirdi.
“ Size her şeyi açıklayabilirim, saat 14,27’de yine Hangendor’dan geçeceksiniz çok iyi biliyorum. Ve göreceksiniz ki boş yere paranızı harcıyorsunuz. Her şey tren tarifesinde yazılı.”
Diye bağırırdı.
Hemen adamlara dayak atmaya kalkardı.
“ Laftan anlamayanın hakkı kötektir.” Diye bağırırdı. O zaman istasyon şefinin adama terbiyeli davranmazsa istasyonu ona yasaklamak zorunda kalacağını söylemekten başka çaresi kalmazdı. Adam korktu, çünkü o istasyonsuz yaşayamazdı. Artık tek kelime söylemedi.
Bütün gün sırada oturdu, Trenlerin gelişlerini gidişlerini seyretti. Ara sıra kendi kendine bir kaça sayı fısıldadı. Adamların arkalarından baktı ve onların halini bir türlü aklı almadı.
Hikâye aslında burada bitiyor. Fakat yıllar sonra istasyonda bir danışma bürosu açıldı. Orada gişenin arkasında üniformalı bir adam oturdu. Trenle ilgili bütün soruları cevaplandırıyordu.
Bu işe hafızası olan adam inanmadı. Her gün yeni danışma bürosuna gitti ve memuru sınavdan geçirme gayesi ile bir sürü karışık sorular sordu.
“Yazın Pazar günleri Lübeck’e saat 16.24’de varan treni numarası ne?” Diye sordu.
Memur kitap açtı ve sayıyı söyledi.
“Buradan 06,59 treni ile hareket etsem saat kaçta Moskova’ da olurum?”
Ve adam ona bunu söyledi.
O zaman hafızası olan adam eve gitti, tren tarifelerini yaktı ve bildiği her şeyi unuttu.
Fakat ertesi gün memura, “ istasyonun önündeki merdivenin kaç basamağı var?”diye sordu ve memur “ bilmiyorum” dedi.
İşte o anda adam bütün istasyonu baştanbaşa koştu. Sevinçten havada taklalar attı, “ Bunu bilmiyor, bunu bilmiyor” diye bağırdı. Sonra gitti. İstasyon merdivenlerinin basamaklarını saydı. Ve bunu şimdi hareket saatlerinin doldurmadığı hafızasına iyice soktu.
Artık bundan sonra onu istasyonda hiç kimse görmedi.
Şimdi şehirde evden eve dolaşıyor. Merdiven basamaklarını sayıyor ve bunları aklında tutuyordu. Şimdi dünyanın hiçbir kitabında bulunmayan sayılarını biliyordu.
Fakat bütün şehirdeki merdiven basamaklarının sayısını öğrendiği zaman istasyona geldi.
Gişeye yanaştı ve bir tren bileti aldı.
Başka bir şehre gitmek ve orada da merdiven basamaklarını saymak ve ondan sonra bütün dünyadaki merdiven basamaklarını saymak gayesi ile yolculuğa devam etmek, kimsenin bilmediği ve hiçbir istasyon memurunun kitapları açıp öğrenemeyeceği bir şeyi bilmek için hayatında ilk defa bir trene bindi.

Peter Bichsel

Almancadan çeviri MİLCAN

Nefes

NEFES

Salâvat çekin hele
Önümüzde kutlu belde
Maraş’tan Kantarmaya
Uçun turnalar hele

Bahçede kızıl güle
Hasan ile Hüseyin’e
Gözden akan yaş ile
Uçun turnalar hele

Varın haber verin
Badeleri hazır edin
Güvercin donuna girin
Uçun turnalar hele

Sarayaltı’nda mola
Turanlı Hızır mola
Alabalık mor marala
Uçun turnalar hele

Zülfikar elimizde
Dolular içtik öylece
Şah Ali gel beri
Uçun turnalar hele


Ejder Polat

Köroğlu Hikayesi - Hacı Ali Özturan

AYVAZIN MÜŞTERİLERİ

Köroğlu uyandığında vakit kuşluktu. Ayvaz dükkâna gitmişti. Köroğlu çorbasını içtikten sonra ahıra indi. Kıratın yemini suyunu verdi. Tımarını yaptı. Sonra binip Kasapbaşının dükkânına doğru yola çıktı. Köroğlunun tek düşüncesi Ayvazı nasıl alıp kaçacağı idi.
Dükkânın önü kalabalıktı. Müşterilerin hemen hepsi, Ayvazı görmeye gelen kadınlar ve kızlardı. Kasapbaşı Ayvazı nazardan korumak için dükkâ-nın önünü kafesle kapatmış, yalnız küçük bir delik bırakmıştı. Ayvaz bu delikten para alıyor, bu delikten eti veriyordu. Kadınlar ve kızlar yalnız Ay-vazın parmaklarını, en fazla bileklerini görebiliyordu. Kadınlar ve kızlar o kadarına bile razıydı.
Köroğlu, kadınların arasından geçti. Dükkâna girdi. Gür sesiyle selâm verdi:
- Selamünaleyküm!
Meğer Kasapbaşı da İstanbuldan dönmüş, müşterilere et yetiştirmeye ça-lışıyormuş. Üç-dört tâne kalfa, sallak, dükkânda çalışıyor, dışarıdaki kadın-lara, kızlara et hazırlıyordu.
Hep birden:
-Aleykümselâm! dediler.
Ayvaz Köroğlunu babasına tanıttı:
-Baba, Bermahbupoğlu Ali Ağa bu arkadaş işte.
Kasapbaşı ilgilendi:
-Hoş gelmişsin Ağa!
-Hoş bulduk Kasapbaşı.
-Ali Ağa, adını çok duyardım ama, tanışmak bu güneymiş.
-Ben de senin adını çok duyardım. Kulakları çınlasın babam Yusuf Ağa senden sık sık söz ederdi.
Köroğlunun bu anlamlı sözünden hiç kimse hiçbir şey anlamamıştı.
Kasapbaşı, sallağın birine:
-Bitişikteki kahveden iki kahve al da gel oğlum, dedi.(Köroğluna) Kah-veyi nasıl içersin Ağa?
-Nasıl olursa olsun, amma şekeri bol olsun.
Kahveler geldi. Köroğlu iki höpürdetmede fincanın dibini gördü. Kasapbaşı baktı ki Köroğlu acele ediyor, hemen konuya girdi:
-Sorması ayıp olmasına Ali Ağa, ne için geldin İstanbula. Hayır mı?
-Hayırdır Kasapbaşı. İbrahim Ağa çayırına elli altmış sürü yoz getirmişem. Satmak istiyim. Alır mısan?
-Kaçtan?
-Üsküdarın mal pazarında kaç para ise, ben sana yarı fiyatına satacağım. Eyi mi? Gidip görelim mi?
-Görelim.
Kasapbaşı önlüğünü çıkardı. Ayvaza:
-Oğlum ben İbrahim Ağa Çayırına gidiyorum. Buraların emaneti sana.
Deyince Ayvaz:
-Ben de geleyim baba, dedi, benim de Kürdoğlundan alacaklarım var.
-Neymiş alacakların?
Ayvaz kuşağının arasından senedi çıkardı. Kasapbaşı baktı: Bir tâne dört boynuzlu koç, yüz koyun ve bir sürü Ayvazın alacağı var. Dedi ki:
-Tamam oğlum. Ben alırım sen dükkânda kal.
Bu kez de Köroğlu karşı çıktı:
-Yook Kasapbaşı Ağa, senette kimin adı yazılıysa ben malı ona veririm. Kasapbaşı çaresiz onayladı. Dükkânı kalfalardan birine bıraktılar.
Köroğlu, Kayseri eşeği gibi boyanmış Kırata bindi. Ayvaz kendi atına bindi. Kasapbaşı da, uzun bacaklı bir marzıman eşeğine bindi. Yola çıktılar.
At üstünde sohbete başladılar. Kasapbaşı:
-Eee Ali Ağa, anlat bakalım ne var ne yok?
Deyince Köroğlu Babası Deli Yusufun gözlerine mil çekildiği olayını Kasapbaşına doğrulatmak için konuya girdi:
-Ne olsun Kasapbaşı Ağa… Halımız keyfimiz eyi de, bir Köroğlu ile başımız canımız araya getti.
Kasapbaşı Köroğlunun adını duymuştu:
-Haa şu eşkıya Köroğlu mu?
-He gurban. Lala Hüseyin Paşa bu Köroğlunun babasının gözlerine mil çektirmiş. Köroğlu da öcünü almak için dağa çıkmış.
Kasapbaşı olayı anımsamıştı:
-Deli Yusufun oğlu muymuş bu Köroğlu?
-He gurban. Öyle diyler. Sen Deli Yusufu tanır mısan?
-Gözlerine mil çekilirken ben de oradaydım. Bana çok yalvardı ama neme gerek….
Köroğlu:
-Lo essah mı?
-Doğru söylüyorum. Aynen dediğim gibi oldu.
-Nasıl oldu lo?
-Deli Yusuf, Lala Hüseyin Paşaya bir at getirmek için Erzurumdan ay-rılmış. İki yıl sonra da iki uyuz tayla dönmüş. O tayların deniz aygırı dölü olduğunu söylüyordu. Kim inanır… Deli Yusuf, “Gözüm kör olsun ağalar, bu at deniz aygırı dölü.” deyince Paşa da, “Benimle alay mı ediyorsun? Se-nin gözlerini gerçekten kör edeyim de bir daha benimle alay etme!” dedi. Hemen orada Deli Yusufun gözlerine mil çektirdi. Deli Yusuf çok yalvardı, ama Paşa bağışlamadı. Paşanın konuğu olduğum için bana da yalvardı, ne-me gerek, ben öyle işlere karışmam.
Babasının başına gelenleri bir kez de Kasapbaşından dinleyen Köroğlu:
-Aman Kasapbaşı Ağa, dedi, Çamlıbelin oralara yolun uğramasın. Bu Köroğlu eğer seni yakalarsa, var gerisini sen düşün.
Sustular…
Üçü de düşünceliydi. Ayvaz, bu saf köylüden beş on koyun daha ko-partmanın yollarını arıyordu.
Kasapbaşı ise, Ali Ağadan koyunları ucuza almanın yolunu araştırıyor-du.
Bülbülün üç türküsü var, derler. Birincisi gülün üstüne, ikincisi gülün üstüne, üçüncüsü yine gülün üstüne… Köroğlunun düzeni de Ayvazın üs-tüneydi.
Köroğlu, olmayan sürülerini satılığa çıkarmış, bir kısmını Ayvaza arma-ğan etmiş, ama sonunda Ayvazla babasını İstanbulun dışına çıkarmıştı. İste-se şimdi gürzünü hengeyler, hüngeyler, Kasapbaşının tepesine hıngeyleyince, dalında yetmiş Hacı Hamza armudu gibi yere düşürür, Ayva-zı alır kaçırırdı. Ama o zaman Ayvaz kendisine düşman olurdu. Böyle olur-sa Kasapbaşı bir kez ölürdü. Onun için Köroğlu Kasapbaşını öldürmeyi düşünmüyordu. Sonunda Köroğlu düzenini kurdu.
-Kasapbaşı Ağa, yorulmuşam gurban. Azıcık dinlenek mi?
-Olur, dinlenelim.

Pendname - Feridüddin-i Attar

TEHLİKELİ ŞEYLER

Ey kardeş: Dört şeyde tehlike vardır. Elinden gelirse bunlardan sakın, sultana yakınlık, kötülerle dostluk, dünya sevgisi, kadın düşkünlüğü. Sultana yakın bulunmak yanan ateşe yaklaşmaktır. Yaramazlarla düşüp kalkmak canın ölümüdür. Dünyayı her ne kadar dıştan renkli ve nakışlı görürsün de içinde yılan gibi zehir taşır. Görünüşte güzel ve gönül çekicidir fakat zehirleriyle canı tehlikeye koyar. Bu nakışlı yılanın ağusu öldürücüdür. Akıllı insan ondan uzak durandır. Çocuklar gibi sarıya kırmızıya kapılma, kadınlar gibi renk ve kokuya aldanma. Dünya denilen aşüfte, gelin gibi süslenmiş her zaman başka bir koca istemektedir.
Bahtiyar o kimsedir ki, bu çifti tek bıraktı ona arkasını dönerek üçten dokuza boşanma kâğıdı verdi. Çünkü bu aşüfte önce kocasının karşısında gülen dudaklarıyla sevgi sunarken sonra onu diş yarasıyla öldüre bir vefasızdır.

BAHTİYARLIĞA ALAMET OLAN DÖRT ŞEY

Dört şey bahtiyarlık delilidir. Bu dört nimete ermiş olanlar aziz olurlar. Talihli olmanın delili soy temizliğidir. Soysuzlar taç ve tahta layık değildiler. Talihliler daima doğru düşünceli olurlar. Kötü fikirli insan azap çekmeye mahkûmdur.
Tanrı azabından korkusuz yaşayanlar mümin değil, mutlak kâfirdiler.
Allahtan korkan Allah’a kaçar. Allah’ı en tanıyanınız Allah’tan en korkanınızdır. Ben ise ondan en korkanınızım (S.A.V)Dünya acısı Allah’ın emirleri tutmak için peygamber gibi çekilmeli.

DÜNYA ZEVKLERİNİ TERK ETMEK
Dünyada ömür beş günden fazla değildir. Sonunu düşünmeyen kimse gafildir. Dünya zevklerinden uzaklaşmak gönül sahiplerinin eteğine yapışmak gerekir. Nefsinin zevk ve arzuları arkasında koşma, geçici âleme sevgi bağlama! Akıbetin ölüm olduktan sonra sana dünya acılarını çekmekten ne fayda var?
Can teninden gidecek, kemiklerin toprak olacaktır. Sana canını vermekten başka çare yoktur. Gideceğin yolun haydudu da o küçücük (Nefs’i emmare) (1) den başkası değildir.

Pendname - Feridüddin-i Attar


OKUNMAYAN KİTAPLAR

DEVLET VE DEMOKRASİ - NURETTİN TOPÇU

Türkiye’nin kurtuluşu liberal ekonomi esasına dayanarak milletimizin tarihi ve geleneksel devlet anlayışını gömmeyi gaye edinen bir demokrasi rejimi ile değil, devrin umumi idari çerçevesine uygunluğu zorunlu şekli ne olursa olsun, onun içinde otorite ve mesuliyet ruhunu yaşatabilecek devletin eliyle ancak başlayacaktır. Şu da muhakkak ki böyle bir devletin varlığına hayat verecek genç ruhlar, bir kültür ve inancın ocağında yetişebilirler. Devletin temeli kültür, kültürün kaynağı insanlık sevgisi ve ebedilik ihtirasıdır; ebedilik yolunda yürüyen ruhlara hörmettir. Monarşi gibi demokrasi de, bu hörmet esasını kaybettikten sonra zulüm ve tasallut oluyor. Birincisinde bir ferdin millete musallat olması, ikincisinde ise bütün fertlerin birbirlerine musallat olmaları ve hep birbirlerine zulmetmeleridir. Milletleri iyiye doğru götürecek idare, başların sayısında aranmamalıdır. Hareketlerin mesuliyetle otoriteyi yaşatırken her an büyük mahkeme huzurunda hesap verme durumunda bulunan büyük ruhları işbaşına getirmeye ve bu ferdi değerlerin hareketlerini engelleyecek yıkıcı kuvvetleri önlemeye en kabiliyetli idare bizce en iyi devlet idaresidir.