Merhaba

Merhaba

Eflatun doğru söylüyor Erenler! Eflatunu bir renk olarak algılayan Kobilik’ler siz değilsiniz bu sözlerin muhatapları.
İdeal Alem, ideal, yüksek hakikat.
Ey çamurla özdeşleşip kendi ateşini bu çamurdan çıkaramayanlar siz, sizde değilsiniz konuştuklarım. Tanrının Esmasında billurlaşan özlemim, çifte su verilmiş Zülfikar, dilimde Haydarın Sırrı, önümde karlı Tanrı dağları ve gövşen gözlü Bozkurtlar.
Nerede benim Kızıl Elmam?
Estragon ne yana düşer, Sivastopol nerede ya Romaya ne demeli. Ekümenik sevdasına bir hu çekmek şanımız bizim.
Kırlangıçlar maveranın çığlıklarını Maraş’a taşıdılar, bir daha gökler dile geldi kuytularda biriktirdiğimiz hüzünler boy verdi, sular coştu köpürdü, deli taylar ayaklarıyla yerleri eşeledi. Karacaoğlan’ın nazlı dilberleri bu bahar sürmeli gözleriyle bizleri süzdü.
Türkiye kendi milletini yok eden ejderhalarla yoluna devam ediyor.
Paslı kılıç, iğneli fıçı, fikir ortağının tuzu biberi.
Menekşe gözlü yar bizi uçurumlarına çağırıyor biz Haydarın aşkına ateşle dağladığımız bu yarayla ona kavuşmak için can atıyoruz.

Medet ya Haydar!

Ali Büyükçapar

Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı - Röportaj









Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı - Röportaj / Intervıew İstanbul Üniversitesi Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Başkanı.

"Doğu medeniyetlerindeki zihniyetler kendi içinde de Bütünlük arz etmiyor"

Geçtiğimiz ay derneğimize ziyarette bulunan İstanbul üniversitesi felsefe bölüm başkanı Sayın Teoman Duralı'yla doğu ve batı medeniyetleri ve aralarındaki temel farklılıklar üzerine konuştuk.

Wonder: Hocam ayağınızın tozuyla Salzburg'tan felsefe konferansından geldiniz. Çok mutlu olduk; sizi burada tekrar görmekten.

Duralı: Sağ olun. Aynı şey benim için söz konusu, yuvama dönmüş oldum.

Wonder: Allah razı olsun. Hocam dilerseniz ben hemen sorulara başlamak istiyorum. Su ana kadar gelmiş ve şuan da bizatihi sonuçlarını yaşıyor olduğumuz doğu -batı felsefesi arasındaki temel düşünce farklılıkları nelerdir?

Duralı: Bir kere felsefe başka, düşünce başka. Felsefe doğu-batı diye ayrılmıyor. Felsefe bir bütünlük oluşturuyor. Ama zihniyete gelince, düşünceden kastın zihniyet ise, zihniyetlerde tabi farklılık var. Doğu medeniyetlerindeki zihniyetler kendi içinde de bütünlük arz etmiyor aslında. 2003 'de burada ders verdiğim sırada, bilgi bilimi (congnitive scienee) üzerine çalışmak için Viyana'ya gelen bir japonla karşılaştım. Tanıştık, konuştuk vesaire. Dışarıdan bir şeyler aldım, yiyeceğim. Düşündüm, biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar. O yüzden buna da bir şeyler aldım geldim. Önüne koydum dedim ki 'bunu sana ve bana aldım. Hangisini tercih ediyorsun? Ya bunu al ya da şunu'. Adam felç olmuş gibi duruyor karşımda. Hiçbir şey söylemiyor. Anlamadığı belli. La havle ve la kuvvete, ya anlaşılmayacak bir şey yok ki burada. O kadar basit bir olay ki. 'ya bakın' dedim 'burada iki içecek var. Ya bunu al, ya şunu. Yiyecekler de aynı şekilde" Gene anlamadı. Meğer ona 'ya şunu ya bunu al' dediğim vakit anlamamış. Niye anlamamış: çünkü Japoncada 'ya/ya da' yokmuş. Yani seçenekler arasında tercih yok. Bu bir. Arkasında çelişkinin olduğu durumları yokmuş gibi kabul ediyorlar. Atıyorlar onları. Çelişik bir ifadeyi kaile almıyorlar.

Bir kültürün içine girmek, onun derinine inmek lazım böyle şeyleri görmek için. Mesela birkaç ay önce Kore'deydim. Kore dediğin Amerika’nın bir tıpkıbasımı, hiç bir farkı yok. Fakat Koreli felsefeciler sürekli batıdan farklı olduklarını öne sürüyorlar, 'efendim biz mistiğiz, biz derine bakarız, maneviyiz, şuyuz buyuz. Batı maddidir, şudur budur'. Çok üstünkörü olaylardır bunlar, son derece ezbere söylenen hadiselerdir. Çünkü Avrupa'da da, bizi bırak, maneviyat mistiklik vesaire son derece vurgulanan olaylardır. Büyük mistikler gelmiş gitmiş dünyanın bu coğrafyasında.

Wonder: Bu batı mistiklerini tarihten silen nedir hocam?

Duralı: 'Yeniçağ Dindışı Büyük Avrupa Medeniyeti'. O büyük
bir farklılıkla ortaya çıkıyor. Ama öncesinde 'Ortaçağ Hıristiyan
Medeniyeti'nde tıpkı bizde olduğu gibi elbette çok güçlü bir mantık var. Yunandan alıp getirdikleri, Aristoteles’ten alıp getirdikleri, işledikleri. Bizden bilmiyorum aşağı kabul
edilebilir mi, ama hiç olmazsa çok yakın güçte bizim mantığımıza. E o civarda (Japonya'da) hiç mantık olmamış. Russel 1908–1909 da Çin'e gitmiş. Kendisi Çin'de ilk defa mantık
okutan kimsedir. Çin'de daha önce özel bir kurum olarak, işlenen, kurumlaşmış bir gelenek olarak mantık yoktu. O çok önemli bir husus. Sonuçta soruna geri dönecek olursam, zihniyetler arasında farklılıklar büyük. Hatta yakın gördüğümüz zihniyetler arasında
bile büyük farklar var. Batı medeniyetleri camiası içinde yer alan medeniyetlerin arasında da farklılıklar var. Ama buradaki gibi değil. Farkın olup olmamasının yahut az ya da çok olmasının en önemli göstergesi de ifadelerin tercüme edilebilir olup olmamasıdır. Edilebiliyorsa demek ki fark o kadar büyük değildir. İslam'da geçen kavramları Avrupa düşüncesine, hrıstiyan düşüncesine diyelim, tercüme edebiliyorsun ve tersi de. Arada farklar var mı, var. Önemli mi, önemli. Mesela İsa olayını İslam'a tercüme edemiyoruz. Ama bunun dışında genel olarak hrıstiyanların Tanrı'dan ne anladıklarını mesela ben talebelerime aktarabiliyorum. Buna karşılık 30 küsur yıldır dersini verdiğim Çin, Hint Tanrı anlayışlarını, dinlerini aktaramıyorum. Üstünkörü geçiyorum, veremiyorum. Çünkü bir kere bizim anladığımız anlamda bir Tanrı anlayışı yok. Tanrı nedir bizde?
Üstün ve öte bir güç. Aristotales'in kurmuş olduğu çelişkiyi darmaduman ediyor. Neden darmaduman ediyor. Çünkü hem hery-erde, her zaman hazır ve nazır, hem de her birimizin, her bir kulunun içini görüyor. Bu baştan ayağa çelişik bir ifadedir. O halde Tanrı, Allah bütün çelişmelerin ötesinde ve üstünde bir varlıktır. Buna benzer şekilde 'Rahman', 'Rahim', 'Gaftır' olmasını da hurdan o tarafa (Hint-Çin medeniyetlerine) tercüme edemiyoruz.

Wonder: Hocam peki doğu, batı derken kastettiğimiz şey nedir? Düşünceyi mi kastediyoruz yoksa o kadim...



Kitaptan bir bölüm Sayfa:185

İnsan soyunun yaşabilmesi bakımından Din duyuşu kadar, Doğa ile Hayata saygı ile sevgi duymanın önemi vardır. Din ile Doğa, Hayatın anne atasıdır, ebeveynidir. İkisinin birlikteliğinden Hayat doğar. İkisinden biri yitti mi, ötekisinin yaşama imkânı ortadan kalkar. Sonuçta Hayat da, yerini ölüme bırakır. Biri sözlü- yazılı, öbürüyse, sözsüz - yazısız olmak üzere, ikisi de Allah’ım Tebliğidir. Yetişen insan, ömrü süresince tohum ekip ona icap eden ihtimamı göstermemişse; tohumdan filizin, ondan fidanın bitişini, fidandan da yıllar yılı ulu çınarın serpilişini sabır ve sadakatle izlememişse; tayın yahut enciğin doğumuna duygudaşça tanık olmamışsa; ektiklerinin, alın teriyle sulanmış helâl hasadını derlememişse; 'Gönlünde hep yeniden, artan hayret ve hayranlıkla üstündeki yıldızlı gökkubbe ile içindeki ahlâk yasasını temaşa etmemişse, Allahın sözlü yazılı Tebliğiyle tanış olsa ne yazar, olmasa ne yazar. Zâti kudretininin alemdeki ifâdesi demek olan Yaratış mucizesini Allahın bizlere tebarüz ettirdiği 'sahne' doğadır. Ondan uzaklaşmak, onu dışlayıp kötürümleştirmek, şu durumda, küfürdür. İmdi, Din, Doğada yaşayan insana ahlâk kılavuzudur; demek ki, Doğanın anlam içeriğidir. Doğaysa, Dinin tatbîk sahasıdır. Doğadan kopuk Din, Emeğin omuzları üstünde yükselen fazîletten, direnmeden, dayanışmadan, cesaretten, şiiriyet ile musikîden yoksun kuru katı bir hurafe yığınından ibaret kalır. Dinsiz doğa ise, anlamsız ve vahşîdir. Her iki durumda, işte, "insan, insanın kurdu" kesilir. Birinde İnkisisyon; öbüründeyse, Temerküz Tesîsleri neşvünema bulur. Hayatın menbaı olan Din ile Doğadan insanlığı yoksun kılmış olan Zâlim, Sermâyecileşmiş fenın mahsûlü Tekelci tüketim sanayidir.


ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET Anlamı/Gelişimi/Konumu Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz- Yahudi Medeniyeti Dergâh yayınları


Duralı: Bende çok açıktır o. Benim için doğu medeniyetleri camiasını teşkil eden üç medeniyet var: Çin, Hint, İslam öncesi İran. Batı medeniyetleri de işte Sümer'den doğup gelişmiş olan İlkçağ, Eskiçağ ve Ortaçağ... Bunların arasında çok büyük farklar var tabi. Her şeyden önce Yeniçağ Batı Avrupa düşüncesi, felsefesi ortaçağ Hıristiyan felsefesine tepki olarak doğmuştur. Ondan çıkmıyor, ondan neşet etmiyor. O bizde hep büyük bir hatadır. Bugünkü Avrupa ortaçağın bir devamı gibi görülür. Asla! Bir isyan hareketidir. Ve onu dağıtmıştır bitirmiştir ve yerine kendisi kurulmuştur. Bunun başlangıcı: 1600'lerin
başlarına gidiyor. II Ondan sonra daha geç bir çağda 18. YY sonlarında 1790 – 91 gibi yeniçağ İngiliz – Yahudi medeniyeti ortaya çıkıyor, çıkarılıyor.

Wonder: El-an Çağdaş İngiliz Yahudi medeniyeti diye isimlendirildiğimiz çağda yaşıyoruz. Peki gelecekte bu medeniyete alternatif bir medeniyet oluşma ihtimali ne kadardır?

Duralı:Yüzde veremem, mümkün değil. Ama ümidimiz o medeniyete seçenek oluşturulması işinin İslamiyet'e düşmesidir. Yani İslam dininden, Müslümanlıktan yeni bir medeniyetin oluşması. O medeniyet de haliyle şuanda artık bulunmayan, ortadan kalkmış olan İslam Medeniyetinden esinlenecektir.

Wonder: Yeni bir formla gelecek yani.

Wonder: Bunun belirtilerini görebiliyor musunuz peki?

Durali: Hayır göremiyorum. Bahsettiğim sadece ümit.

Wonder: Neden görmüyorsunuz? Bunun belirmesi, uç vermesi için nelere ihtiyaç var?

Duralı: İslam Medeniyeti her şeyden önce belirli bir İslam düzenine dayalıdır. İslam'daki düzen öncelikle, bugünkü deyim ile, iktisadi bir hadisedir. Emek ile alın teri ile kazanılmamış olanın helal sayılmamasıdır. Bugün çok moda olan Fransızca kelime ile söylersek 'rant'ın yasak olması, insanın insanı sömürmemesi İslam'ın başta gelen hususudur. Bu bakımdan İslamî düzeni kurmadığın takdirde medeniyete geçme ihtimali de ortaya çıkmıyor.

Wonder: Medeniyet bir sistem üzerine kuruluyor yani. Peki, zihinsel çabalar?

Durali: Medeniyet toplum sistemi üzerine kurulur. Zihinsel çabalar sistem ile birlikte geliyor. Zaten düzeni kurarken iman üzere gidiyorsun, düzeni başka türlü kuramazsın ki. İslam'da bu düzen devlet gücü, devlet zoru ile yapılmıyor. Kişilerin kendileri kendi istekleri ile bunu yerine getiriyorlar. O seviyeye ulaşmanın yolu ise eğitimden, terbiyeden geçiyor. Onu işte sürekli vurguluyorum. Mevlana'nın Kuran’da terbiyeden kastettiği de bu: 'Bir baştan bir başa okudum, edepten gayrı bir şey bulamadım*. Zaten edepten gayrı da bir şey yoktur hayatta. O yüzden tekrar söylüyorum, bir düzen işidir İslam. Toplum- iktisat- siyaset düzeninden süzülerek ortaya çıkan bir medeniyet biçimidir. Bu medeniyeti kurmak Müslümanların sadece

Müslümanca görevi değil, insanlığa karşı ödevidir de aynı zamanda.

Wonder: Hocam çok teşekkür ediyoruz. Bize onur verdiniz.

Durali: Başarılar diliyorum. Allah muvaffak etsin.



TEOMAN DURALI'NIN YAYINLANMIŞ DİĞER ESERLERİ

Canlılar Sorununa Giriş
Biyoloji Felsefesi
Aristoteles'te Bilim ve Canlılar Sorunu
Yeniçağ Dindışı Avrupa Medeniyetinden Çağdaş İngiliz - Yahudi Cihanşümul Medeniyetine
A New System of Philosophyscience from the Biological Stand point, Peter Lang
Felsefe Bilim'e giriş
Gılgamış Destanı

ÇAĞDAŞ KÜRESEL MEDENİYET
Anlamı/Gelişimi/Konumu
Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz- Yahudi Medeniyeti

Dergâh yayınları


Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı - Röportaj
Intervıew İstanbul Üniversitesi Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Başkanı.

Gurgum'da Zaman

Gurgum'da Zaman

İğde kokusuna bulanan melal demler: 1985

Alafranga tezatlık trajikomik çoğukezde ironi benim yaşadıklarım dahası bana yaşatılanlar. Dindarlık üzerime biçilen bir elbise bunun meslek olduğunu uzun süre kabul etmedim toplumun meslek olarak gördüğünü anladığımda iş işten çoktan geçmişti.
Fakültenin kantinindeyim.
Uzunlamasına sıralanan masalarda okulda farklı düşünceden kimse yok, ülkücüler sönük yıldız gibi bazı tarikat grupları ve Milli Selametçiler yer yerde ne olduğunu bilmediğim radikal uzantılar. İlahiyat öğrencilerinin kendi davası aslında bunların hiç biri değil bir lokma ekmeğe muhtaç bir kat elbiseye ihtiyacı olan onlarca saf Anadolu’nun masum çocukları bunlar. Cin fikirli olanlarda kızakta hesabı olanlar bilmiyorlar ki ilahiyatlar Türkiye de dış kapının mandalı. Tıp’ı bırakıp gelen bir oğlan vardı Cemil Sultan puanı oraya yetiyormuş muş da ilahiyatta allameyi cihan olacakmış o vakitler buna öyle inanılır öyle kabul ederdim gel vakit işin ne olduğu ortaya çıktı. Türkiye de sosyal zekâ kategorileri vardır ilahiyat alanında eğitim yapanların katmanlarına baktığımda durumun vahametini anlıyordum bu alan yetim- öksüz, yurtlarda kalan toplumda Allahlık diye tabir edilenlerin gittikleri müstesna yerlerdi.

Güneşi alırdı kantinimiz, çaycımız Hıdır Abinin içilmez çaylarını zoraki yudumlarken 12 Eylül ve tarikat pirlerinin gizemli hayat sırlarlarında gezinir çobanlık yapan arkadaşlarımın maceralarına dalar giderdim. Bizden yaşça çok büyük ağabeyler vardı okulda okuduklarını anlamaz imtihanlarda hep sıfır çekerler okula çocuklarıyla gelirdi bunlar yolda görseniz amele yâda soğuk demirci kalfası zannederdiniz. Onların akıllarında okula devamla derece yâda kademe almak tabi ben nereden bileyim derece ne? İki büyük anfi giriş kapısının yanındaydı o anfilerde dersler olur giren çıkanlar birbirleriyle selamlaşanlar yer kapma mücadelesi verenler yer alırdı. Bazen de sınavlar o anfilerde yapılırdı. Sağ tarafta öğrenci işleri adı verilen basit memur odaları olduğunu kaç yıl sonra öğrendim. Ülkücü arkadaşlarımın bazıları o odalara girer bazı sözlerle o odalardan dışarı çıkarlardı. Camekânlı bir yerdi fakültemiz arkada bir ara yatakhane olarak kullanılan bölüm vardı. 12 Eylül orayı Meslek Yüksek Okulu yapınca bizim fakülte bir başına kala kalmıştı orada. Fakültenin bahçesinde iğde ağaçları vardı o mis kokuların altında baygın demler alır saatlerce otururdum. Cami hemen okulun bitişiğindeydi Sert Soyadlı biri oranın imamı idi aynı zamanda okulda da öğrenciydi. Az ileride modern bir konutta Rektör otururdu.
Kat kat sıralanan fakülte binasının bir bölümü derslik diğer bölümlerinde ise hocaların odaları vardı. Prof. Doç. Dr. Uzman gibi statüleri olan bu kişiler orada otururlar silkme kitap dolu odalarda hoşça vakit getirirlerdi. Tipikti bu adamlar hep ezilmişlikten bahsederler ders anlattıklarını düşünerek zaman içerisinde kendi fikirlerinin örgüsüyle bizleri meşgul ederlerdi. Sorunları vardı sanırım onların telaşı, korku çoğu kez de ürperti hissederdim onlardan. Kimi Paris’te Paris der bir kısmı da “ Ben Mısırdayken” diye söze başlar bitiremezdi.
Kırk Hadis ezberliyorum Hadis Hafıza olacağım o vakitler ilkin oradan başlamalıyım diye düşünüyorum Zekeriya Abiye okuduğum hadisleri dinletiyorum tenefüslerde Zekeriya Abi Sofu ve Molla oturuyor yerinden kalkmıyor duru ve durağan ağır bir molla Orhan diye biri var Fıkıhta, fıkıh diyor neymiş bu derken onun odasında Hafızlık’a birde Kuran-ı Kerimi ilave etmek gibi bir fikir oluşuyor bende cüzlere başlıyorum okuyorum okuyorum okuyorum derken bu okumalarla başıma gelmeyen kalmıyor.
Astarı yüzünden pahalı geldi.
Bu kadar önemsemiştim hem de hayat memat meselesi bilmiştim ama ne yazık ki cevizim kof çıktı.
Beş yılım geçti hepsi dün gibi aklımda olan buna altıncı yılda ben ilave ettim o okulda. Kış soğuk parasızlık birde benim her konuyu özünden kavramak için çektiğim çilelerle yaşadıklarım, Allah Zangoçlara bile yaşatmasın. Sevgi, sevgi gibi değil, dava davaya benzemiyor silkme hüzün anlamsızlaşan bir Melaldi seksen beşli yıllarda Konya yılları.

Ali Büyükçapar

Nedim

Nedim (1681-1730)

Birgül Büyükçapar

2.25. Micer: Bir çeşit kadın başörtüsü (Devellioğlu, 1970; 769).

Erte meydan- ı recûliyetde bayrak- bend olur
Nize- i Behrana nâhid- i sipihrin mîceri (K 24- 5/22).

2.26. Muze: Çizmenin Farsça adı: Dilimizde kullanılmış, edebi metinlerde geçmiştir (Koçu, 1967; 177).

Ayağı bacak ile beraber örten, koruyan ayakkabı, koncu baldıra, hatta diz kapağına kadar çıkan uzun konçlu ayakkabı; ki bazı çizmelerin koncu, lağımcı amele çizmeleri gibi diz kapağını da aşar. Bazı eski Türk metinlerinde çizme karşılığı çizmenin Farsça adı olan “mûze” kelimesi kullanılmıştır; çizmeye “çekme” de denilmiştir.

Yüzyıllar boyunca, muhakkak ki şekli tekâmül ederek, ameleden ırgattan padişaha kadar her tabaka halk ve asker tarafından kullanılmıştır. Beton ve asfalt yollar yapılmadan, kışın yağışlı havalarda, memleket yollarının şehir ve kasaba sokaklarının çamur yatağı olduğunda bilhassa makbul bir ayakkabıdır. Baldırı çıplak gürûhu müstesna, eskiden kışın çocuklara bile çizme giydirilirdi.

XVIII. yüzyıl sonlarına kadar padişahlar ve vezirler tarafından en güzel sahtiyanlardan yapılmış çizme- mestler kullanılmıştır; yani yumuşak mest’in koncu diz kapağı üstüne kadar uzatılarak çizme şekline konmuştur; ki bu çizme- mestlerle sokağa çıkarken ayağa ayrıca sokaklık bir pabuç, kundura giyilirdi.

İstanbul’un eski bıçkın delikanlıları arasında çizme giymek, ayakkabıların en pahalısı olduğu için bir lüks sayılmıştır (Koçu; 1967; 77).

Bak heman cümbüş- i dûnbâline tâvûs gibi
Etme nezzâre siyeh mûzelere pâyında (G 343- 133/3).

Na’l- i zerdir mûze- i peykinde mâhın gurresi
Gûydur çevgân- ı pây- ı rahşına çarhın seri (K 23- 5/6).

Ayrıca divanın: (K 9- 2/26) beytinde de geçmektedir.

2.27. Nikab: Yüz örtüsü, peçe, yaşmak. Bilhassa siyah ve beyaz, yarı şeffaf kumaşlardan yapılırdı; nikabın hemen ardındaki gözler önüne ve etrafını gereği gibi görür; uzaktan bakan gözler ise nikabın arkasındaki yüzü seçemez ve tanıyamazdı. Yüzün tümünü örttüğü için nikab karşılığı olarak yaşmağı da kaydetmek doğru olmaz, zira yaşmak gözleri açıkta bırakırdı, nikabın tam Türkçe karşılığı peçedir.

Eski toplum hayatımızda nikabı kadınlardan başka erkekler de tutunmuşlardır; yeniçeri civeleklerinin peçeleri en güzel örneğidir. Ailelerinin ve resmî görevlerinin şeref ve haysiyeti ile uygun görülmeyen yerlere giderek, meyhanelerde ve mesirelerde avam arasına karışarak eğlenmek isteyen erkekler yüzlerine nikab tutunurlar ve asla yadırganmazlardı; bunu da bilhassa kibar ve güzel gençler yaparlardı. Kibar ve güzel olmadıkları halde yüzü nikablı dolaşır maceraperest gençlerde olurdu (Koçu, 1967; 181- 182).


Nice nişanlayabilsin gözüm o mekkârı
Nikâbını açıcak akldan nişan mı kadı (G 351- 148/3).

Zülf- i adl- i şer’i rûy- ı fitneye müşgin- nikâb
Taht- ı hilm ü şefkate Dârâ habîb- i kibriya (K 6- 1/4).

Divanda; (G 281- 16/4), (G 308- 67/2), (G 324- 99/2)bu beyitlerde yer almıştır.

2.28. Pabuç: Mestle giyilen ökçesiz ayakkabı nevilerinden birinin adıdır. Farsça ayak örten manasına gelen (papuş)tan bozma olup halk arasında “papuç” da denilen bu ayakkabı azalmış olmakla beraber şimdi de kullanılan ökçesiz mercan terliklerine hemen hemen benzerdi. Pabucun mest gibi siyah, sarı ve diğer renkleri de vardı. Halk en ziyade siyah ve sarı renklerini kullanırdı. Sarı mest pabuç safiyenin kullandıkları bir ayakkabı sayılırdı. Resmî kıyafette mest gibi pabucun da rengi muayyendi. Resmî pabuçlar da en ziyade kırmızı ve sarı renkli idi.

“XVI. asırda kadınların giydiği başmak denilen pabuçlar ekseriya kırmızı atlastan ve işlemeli olup topuklu idiler.

XVII. asırda altın telle işlenmiş kumaş pabuçlar ve kırmızı derilerden, altın kaplamalı demir topukları olan pabuçlar giyilirdi. Pabuçların cariyelere mahsus daha basit olanlarına cevari mesti denilirdi.

Kadınların pabuç altına giydiklerine edik denirdi. Erkekler umumiyetle pabuç içine iç edik olarak mest, lâpçin giyerlerdi ki bu ayakkabıların ikisine çekik pabuç denirdi. Tanzimat’tan sonra fotin kundura giyildi (Pakalın, 1993; 748 II. cilt).

Topukların göricek mest olup safâsından
Pabuç gibi açılup kaldı ağzı haffâfın (G 308- 65/3).

2.29. Pirâhen: Gömlek (Türkçe olan gömlek isminin dilimizde kullanılmış Farsça karşılığı), çıplak tane giyilen çamaşır

Kız veya delikanlı güzel gençlerin aşık gözü kamaştıran tenlerini örten gömlek aşıkâne, rindâne şiirlerde önemli bir yer almıştır. Fakat yakın geçmişe kadar bu çamaşır Türkçe adı olan gömlek yerine, şair dilinde ve kaleminde Farsça karşılığı olan pirahen veya pirehen diye anılmıştır (Koçu, 1967; 192- 193).

Saba ki dest ura ol zülfe müşk- i nâb kokar
Açarsa ukde- i pirâhenin gül- âb kokar (G 281- 16/1).

İşitdim dür sadet pîrâhenin çâk eyleyüp çıkmış
Meğer ol dilber- i sîmin- beden deryaya girmişdir (G 288- 30/2).

Ben kimseye açılmaz idim dâmenin olsam
Kim görür idi sîneni pirâhenin olsam (G 317- 81/1).

Can- fezâ geldi çü bûy- ı pirehen hâtırlara
Uğramış var ise râh- ı şevk Ken’an üstüne (K 13- 3/6).

Divanın: (G 308 - 65/2), (G 314 - 77/2), (G 353 - 151/3), (K 8- 2/14), (Mus 238- 1/2), (Mus 238- 1/4), (Mus 238- 11/4), (Mus 239- 111/4), (Mus 239- IV/4)(Mus 239- V/4), (Mtl 375- 18/2) bu beyitlerinde zikredilir.

2.30. Puşide: Örtü (Devellioğlu, 1970; 1042).

Nice mesned ki bâlâ- yı şafakda mihr anı daim
Edüp puşîde ol sadr- ı mualla- nam içün saklar (G 283- 19/9).

Alâyık- bestelik âlemde mahz- ı resm- i matemdir
Değildir kâbil- i puşiş kabâ çak- ı giribansız (G 299- 50/3).

2.31. Rida: Belden yukarı örtülen örtü, hırka, dervişlerin omuzlarına aldıkları post (Devellioğlu, 1970; 1071).


Şevk ile vaiz- i şehr atdı ridâsın çarha
Böyle şâl oynuna çıkmadı dahı şeyh olalı (G 359- 162/3).

2.32. Sarık: Kovuk, börk, külah, fes ve emsali başlıklar üzerine sarılan tülbent, ağbani veya şala verilen addır. Bunun yerine Arapçası olan ‘amame’ de kullanılırdı. Sarılış şekline göre dardoğan sarık, silme sarık, burma sarık adını alırlardı. Ulema; beyaz, tarikat mensupları; beyaz, kırmızı siyah, yeşil, halk; ağbani sarik sararlardı. Sarığın sarkık olarak bırakılan ucuna “taylesan” denilirdi. Ulemadan rütbesi olanlar resmi, Halveti şeyhleri ise âdi günlerde taylesan bırakırlardı. Sarık cumhuriyet devrinde çıkarılan kanunla tahdit edilmiştir (Pakalın. 1993; 129 III. cilt).

Başında kar saçağı sarık arkada sâde
Nice gezer bu soğuklarda bilmezem ar’ar (K 54- 13/2).

Bir cüvan kâşî sarık sarmış efendim başına
Sürme çekmiş ıtr- ı şâhîler sürünmüş kaşına
Şimdi girmiş dahı tahmînimde on beş yaşına
Gül yanaklı gülgili kerrakeli mor hâreli (Mus 266- 2/1).

2.33. Semmur: Zerdava ve Sancar cinsinden Sibirya’da yaşar bir hayvanın postudur, pek makbuldür; kürkün adı samurdur. Kara samur vesarı samur olarak iki cinsi vardır, karası sarısından makbuldür.

Yüzyıllar boyunca Türk toplum hayatında samur, kürklük postların en kıymetlisi bilinmiştir. Serâser denilen çok kıymetli bir ipekli kumaş kaplı samur kürkler ise kürkün şâhı, şâhânesi olagelmiştir. Hem bir kürk olarak hem de güzellerini kaşlarının, nev civanların taze bıyıklarının, yeni salınmış sakallarının samura benzetilmesi dolayısıyla ile edebî metinlerimizde çok rastlanır bir isimdir (Koçu, 1967; 201- 202).

Mû- be- mû dikkatler etdim kıl kadar fark etmedim
Kaşların billah begim dûşundaki semmurdan (G 329- 107/5).

Gelmiş hat- ı siyah ruhuna âh ey gönül
Semmur hoş yakışmış o gül- penbe atlase (G 342- 131/2).

Sal hatt- ı siyâhkârın o ruhsâre- i âle
Semmûrunu kaplat bu sene kırmızı şâle
Al deste eğer lâle bulunmazsa piyâle
Ver hükmünü ey serv- i revan köhne bâharın (Mus 254- 111/2).

Divanın muhtelif yerlerinde geçmektedir: (G 344- 135/2), (G 352- 150/1), (Kıta 173- 42/10), (Mus 251- IV/1), (Mus 254- 1/3), (R 370- 10/4) .

Birgül Büyükçapar

Varidât

Varidât

Şeyh Bedreddin

Anlamalısın ki, mutlak varlık, zatının varlığı için gereklidir. Zira birbiriyle ters düşen varlıkla yokluğun gereği yoktur denilirse, doğru değildir. Biri diğeriyle nitelendirilemez. Varlığın yok olması mümkün değildir ve yokluğun da var olması mümkün olamaz. İkisi de birbirinden vazgeçemez. Özel bir imkânla var olması imkânsız olan mutlak varlığın başka bir varlıktan oluşunu kazanması gerekir. Böylece de kendi varlığında yokluk olur ve varlığından kat-i nazar edilir. Zatına dayanarak yoklukla vasıflandırılabilir ve yukarı da geçtiği gibi bu imkânsızdır. Keza aynı şekilde başka sayılan varlığın da mevcudiyeti imkânsızdır. Zira tahakkuk olmadan önce varlığın tahakkuk etmesi gerekir. Buradaki amaç, mutlak varlıktadır ve bu da imkânsızdır. Mutlak yokluk diye bir şey yoktur. Mutlak varlığın var olması gereği tespit edildi. Bütün varlıklar onda var olur. O da yüce Allah'tır. Yine bütün varlıklar onun görünüşüdür ve görünen odur. Ayrıca görünüş de ondadır.
Şunu bil ki mutlak varlık olan yüce Allah'm her aşamada iki özelliği vardır. Biri etki ve fiildir; diğeri ise etkilenmektir. İlkinde varlık Allah'tır ikincisinde de âlemdir, yaratılmıştır ve meydana gelen olaydır; bunu anla! Mutlak varlık olan Allahütealâ her ikisinin arasındaki mutlak oluş ve birleşimle bağımlılıktan dolayı mutlak varlıktır. Allahütealâ ne bütündür, ne de parçadır. Zira bütün ve parçanın başka bir anlamı vardır. Gerçek var olma ve yok olmadan önce gelmektedir. Gerçeğe başka varlıklardan soyutlanmış olarak bakıldığında parça görülüyorsa da, her iki yönü içine almaktadır. Adı geçen mutlak varlık bütünden bir niteliktir, ondan daha üstün bir aşama yoktur, o her şeyin üstündedir ve bütün ondadır; o da bütündür ve bütün odur. Bu aşamada varlığın ne başlangıcı, ne sonu, ne görünüşü ve ne de görünmeyişi aşamaları yoktur. Diğer aşamaları da buna göre değerlendir! Zîrâ, O bütünden arınmış mutlak bir varlık sayılıp, bütün onda tahakkuk etmiştir. Diğer bir deyişle, özel ve ebed diye bir olay yok, her ikisi birdir.
Yüce Allah'a dair iki değerlendirme vardır: Biri belirtilmemiş olan değerlendirmedir ve buna göre ona birdir ve uludur denir. Diğeri ise, belirtilmiş olanıdır; buna göre de, ona bir ve güzel denilir. Bu iki değer iki el ile izah edilir. Aynı zamanda iki elle, Allah'ın karşılıklı her iki niteliği görünmeyen görünen, alan - veren ve bunun benzeri olan bütün karşıt nitelikler de açıklanır. Allahütealâ'nın Âdem'i iki eliyle yarattığını Hz. Peygamber hadis-i şerifte belirterek buna işaret etti. Allah ve kâinatın görüntüsü de böyledir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem " Allahütealâ'nın Adem'i kendi suretinde yarattığını" söylemiştir. Kur'ân'da da böyledir. Bunun anlamı şudur ki: Allah Âdem'i kendi olgun suretinde yarattı. Buradaki suret manevidir; hissi değildir. Zira Hak Teâlanın Rab ve İlah aşamasında görünür bir sureti olamaz. Allah bundan münezzehtir. Onun görülen sureti kâinatın gerçeklerinde ortaya çıkmaktadır. Manevi görülmeyen sureti ise, Allahütealâ suretinde tecelli etmektedir. Bu ikisi insanları yaratan iki el anlamındadır. Âyet-i kerimede de "Elimle yarattığıma secde etmeni engelleyen nedir?" sözleri bu¬nu belirtir. Bundan dolayı da "Duyuşu ve görüşü idin, demiş, fakat kulağı ve gözü idim denmemiştir." Ulu Tanrı "Biz emâneti sunduk" âyet-i kerimesiyle, bütün varlıkları birleştiren ilâhî görünüşü, bu görünüşte yaratılan ve yeryüzünde halifelik mertebesine ulaşan inşam işaret etmektedir.

Şeyh Bedreddin