Merhaba

Ne yaman çelişki bu Anne!

Varlık yokluğa bulaşmış, sevda Leyla’ya, mavilik dipsiz uçurumlara. Hayat “egemen” olma koordinatı. Kim hükümleriyle var olacak, buyruğu verenle alan arasında nitelik farkı nasıl giderilecek.
Yol uzun ve ateş harlı.
Demokrasi sınavına tutulan Türk milleti bu kavram için daha cepheler açmadı. Trablusgarp’ta, yemende savaşanları demokratlar anlayamaz!
Kızılelma’da demokrasiye yer yok!
Karlı tanrı dağlarında gövşen gözlü bozkurtlar var önümüzde “ rehberimiz kuran hedef turan”
Diyen alperenlerin gür sedaları yankılanıyor Ergenekon diyarında.
Ezel ebed sevdamız milletimizdir.
Tuğlar çekilmiş, gülbanklar okunuyor, Zülfikar doğudan batıya işaret ediyor güneş ışıtıyor kuytuları şah’ın adı dilimde.
Esenlikle.

Ali Büyükçapar

Nefes

Nefes

Gam oldu divanımın yazısı
Kapıda okunur hakkın yazısı
Besmele hamledir incisi
Bu aşkın deryası Ali’dir Ali

Şarabım var kim içecek
Ezelden ebede yürüyecek
Kızıl börkü alıp giyecek
Aşkın deryası Ali’dir Ali

Tarifsiz baharlar gelereme
Kul ola şaki döne imana
Özde vursun gönül hakka
Aşkın deryası Ali’dir Ali

Kim okuyacak mezmunu
Ona savruldu cihan iklimi
Dağladı kor ateş gözlerimi
Aşkın deryası Ali’dir Ali

Tütünün ateşle gözlerimi
Duman olmak mı sonu
Şah Ali dinledi hakikati
Aşkın deryası Ali’dir Ali

Ejder Polat

Biyoğrafi:İlker Gülşen


İlker Gülşen

Yaşamak, hizmet etmek ve af dilemek için verilmiş bir armağandır.
Sonsuz kıyameti yaşayan naif yüreklerin hayata bakış açısı sadece ehline malumdur.
Fırtınaların dalları, dorukları sarıp sarmaladığı vakitlerden çok az insan alnının akıyla çıkar. Günlük olguların kişiyi avutup kandırdığı bir adım ötesinin bilinmediği zamanlarda müstesna insanlar ezel-ebed seronomisini ezbere bilirler.
“ ey bize zamane güzellerin peşinden gitme diyen kişi şu tefekkür denizinde biz neredeyiz sen nerede? Bu yüzdeki ben, çene, dağınık zülfün kıvrımı değildir, mana ehlinin gönlünü alıp götüren ilahi sırlardır” diyen Şadi Şirazi o’nu anlatmaktadır aslında.
İbni Farız sözü uzatmaz ve şöyle der:
“ Biz sarhoş olduğumuzda
Daha üzüm yaratılmamıştı “
İlker Gülşen; insan güzeli, kavi yürekli harlı ateşlerin çifte kavrulmuş cesur edalı yiğidi.
Onu insan suretinde yaşayan varlıkların arasından çıkarıp kendime dost edindim. Hayatın hayu huyundan kurtulmayan hala elleri çamurda olan çıfıtlar ilkleri ve dostluğu anlayamaz dahası kavrayamazda.
Adana’dan, Konya’ya geçip gittiğim yıllar. Tatlıcı gönül kardeşlerden aldığım taş kadayıf paketi elimde nasibini arıyor bende yollardayım. Gözlerinde ışık, yüreğinde gümbürtü, bakışlarında eleğim sağmalar olan İlker odada oturuyor dışarıda biteviye yağan yağmurlar. Mavi bir gömlek tertipli bir kıyafet sözlerinde eda, bilmişlik. Konuşmalarıma sır kattım o’na ulaşınca, mesellerle dolu hikmetleri yaydım önüne, usulca kıpırdadı, doğruldu ilgiyle yitiğini bulmuş insan ürpertisiyle daha bir yakın oldu benimle. Yüreğim yüreğini bulmuş sözüm kalitesine ulaşmış ezelden hakka sevdalı hakikat erleri o’nuda halkamıza almışlardı.
O’na şunları dedim: “ne mutlu ruhta yoksul olanlara, göklerin egemenliği onlarındır. Ne mutlu yaşlı olanlara onlar teselli edilecekler. Ne mutlu yumuşak huylu olanlara onlar yeryüzünü miras alacaklar. Ne mutlu doğruluğa acıkıp susayanlara, onlar doyurulacaklar. Ne mutlu merhametli olanlara onlar merhamet bulacaklar. Ne mutlu yüreği temiz olanlara onlar Tanrıyı görecekler. Ne mutlu barışı sağlayanlara onlara Tanrı oğulları denecek. Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere göklerin egemenliği onların olacak.”
Böyle başladı hakikat perdesindeki dostluk yolculuğumuz.
“ yakub-ı gamım aşkl ile hak olsam da
Canımdan azizsin helak olsam da
Damanını manend_i züleyha tutarım
Ey Yusuf-ı sine-çak olsam da”
( Toprak olsam da aşkla gam yakubuyum; helak olsam da sen, benim canımdan azizsin. Ey Yusuf-i sine-çak, yarılıp paramparça da olsam, zeliha gibi eteğine sarılırım, eteğini tutarım) diyen şeyh galip hale tercüman oldu.
Yirmi yıl geride kaldı.
Sayılı zamanın çabuk geçtiği ortada, vakit rakamlarla ifade edilmemeli pirlerin erenlerin katında. Tıp okudu İlker Adana’da oranın kasvetli havasına birde iğreti insanların kaypak ilişkileri eklenince neler yaşadı neler gördü. İnsan öğüten mekanizma aslında Tıp eğitimi.
İlker; ilkleri, prensip, kanunlarıyla siyasal bilgilerin en parlak temsilcilerinden biri olurdu aslında. Yönetim o’nun kodlarında var sözleri hal ve hareketleriyle düzen ve intizamın mükemmel insanı o.
İlker’in vasıfları: bilgi sahibi olmak, isyankar olmamak, nefsine uymamak ,gaflette olmayıp can gözü açık olmak ,gurbette olmayıp vatanda var olmak,tama etmemek ,dünyaya bağlanmamak,isteklerden geçmek , şehvet perest olmamak ,kibirsiz olmak,kimseye acı ve zarar vermemek ,pinti ve aceleci olmamak.
Çelik bir yapının bu iğreti toplumda çaput çürüğü insanların yanında elbet anlaşılmaması normaldir.
Sonraki zaman diliminde yapıp ettikleri konuşup söyledikleri aldığı kararlar ve cesareti ilkeri hep gönüllerde yaşatacaktır.
“gafil durma şaşkın bir gün ölürsün
Dünya sana baki değil ne fayda
Ettiğin işlere pişman olursun
Pişmanlığın ele girmez ne fayda”
Hayatı sadece kendisi için yaşamayan İlker’in doğal ortamı kendi yüreğinin enginleridir. Adana’nın kavurucu sıcakları, nemli kasvetli havasında gülen yüzü, berrak Türkçesi, gönlünden diline yansıyan özlü sözleriyle okudu durdu. Risalei nurların en iyi okuyucularındandı.
Türkiye’nin ortak dindarlık paydası olan bu eserler ilkeri kuşattı, ses oldu ona, kelime oldu, aksiyon oldu.
Geçen zaman değişen sosyal şartlar altında dünün dünyasının temel eserleri gün oldu o’na yetmez oldu İlker arayışlara girdi her Türk insanının yaşadığı dindarlık evrelerini çileyle, ızdırapla geçerek ilerlemeye devam etti. İyi bir “dost” kapısına bağlanmış olsaydı bugün hayat O’na daha farklı imkânlar sunardı.
Ahmet paşanın şu dizeleriyle ilkleri anlatmak gerek: Yüz bin lügat olsa her dilimde, her harfte bin beyanım olsa, bin bir kalem olsa her kılımda, her hamete bin lisanım olsa, evsafını söylesem ve yazsam, ta haşre değin zamanım olsa, bir şemmesi şehrin edemezdim, alem dolu destanım olsa. Bitlis ilinde tıp idareciliği yaptı. O yıllarda kendini tanıyanlar ferasetine, insanları motive etme gücüne hep hayran kaldı.
Bu günde her türlü zorlukların üstesinden gelmek için yapıp ettikleriyle destansı bir hayat süren ilkler elinde tuttukları kadar elinden çıkardıklarıyla anlamlı. Neleri feda ettiğini nelerden hangi sebeplerle uzak olduğu hal ehline malum olan ilkler hayat mücadelesinde kırmızı şeritli istiklal madalyasını hak etmiştir.
Tıp iş kolunun kaypak zemini ve devamlı hasta insan psikolojisiyle yaşaması o’nu zorlasa da İlker göller ülkesinde bir ada olma özelliğini yaşatmaktadır. Yoğun müşteri akışı seslendiği sosyal kesimle kurduğu sıcak samimi ilişki biçimi incelenmeli böylelikle ‘özel’ bir
İnsanı tanımanın erdemi öğrenilmelidir.
İş disiplini ve erdemiyle tanışmak isteyene İlker in mesleğindeki ilk yılları dinlemelerini tavsiye ederim.
Zamanı hallaç pamuğu gibi atan doktor İlker aslında zaman tarafından da hayata öyle bir savruldu ki bu ona bile tuhaf geldi. Onun sosyal hayatta yaşadıkları sıradan bir insanın hayatına sığmaz, kader tecellisi yapıp ettikleri ve imtihanı onun üst insan kategorisinde olduğunun işaretiyle dolu.
Hayatta var olan insan tip ve kategorileri: duygu insanı ,içgüdü insanı,düşünce insanı,geçişteki insan,birleşik insan,bilinçli insan ve kamil insan’dır.ilker bu skalanın zirvesidir.
“ tedbirimi terk eyle taktir hudanındır
Sen yoksun o benlikler hep vehmü gümanındır
Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devran olalı devran erbabı safanındır
Aşıkta keder neyler gam halkı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır”
Şeyh galip’in dizeleri İlker için anlamlı ve kuşatıcı.
Antepte geçen her vakit onun kişiliğini somsütun haline getirecek okumaktan mutluluk duyduğu Antep lisenin den Marife giderken ezel ebed sevdalarının yurgunluğunu yeşil suda tütün ve acı kahveyle giderecektir.
Para mal, mülk onun elinden çıktıkça daha değerli İlker var olanla değil var olmayanla mutlu özverili bir insandır.
Kent merkezli yaşadığı “dindarlık” sosyal katmalarda daha ifadesini bulmaz çünkü bu yüzyılın kentli insanı için dindarlık saftiriklikle eş halbuki İlker bunları çok gerilerde bırakan bir alperen.
Varlığı hep hissedilen olmadığı zamanlarda sevgisi özlenen dost o.
“sendedir mahzeni esrarı muhabbet sende
Sendedir madeni envarı fütüvvet sende
Gizli gizli dahi vardır niçe halet sende
Marifet sende hüner sende hakikat sende
Nazar etsen yerü gök düzah u cennet sende arşu kürsiyyü melek sendedir elbet sende
Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen”
Yolun ışık ,yüreğin kor ateş ,endamın haydar olsun İlker!

Milcan

Köroğlu Hikayesi

Hacı Ali ÖZTURAN

Görelim Kırata ne söyledi:

Koç Kıratım huysuzlanma kişneme
Gelen benim oğlum senin ağandır
1/41 Onu tanımadın hatâ işleme
Gelen benim oğlum senin ağandır

Koç Kıratım yaklaş ağanı tanı
Ağan olacaktır dağlar sultanı
1/42 Issızca yerlerde koca kervanı
Bölen benim oğlum senin ağandır.

Bunun üzerine Kırat, Aliye yaklaştı. Burnunu uzatıp kokladı. Deli Yusuf devam etti.

Yusuf der ağanın öp ha elini
İncitme ağanı hoş tut gönlünü
1/43 Beraber olunca intikamımı
Alan benim oğlum senin ağandır

Deyip kesti. Kırat, Aliye yaklaştı. Öper gibi elini yaladı. Ali de Kıratın yanaklarını öptü, bağrına bastı; okşadı, sevdi. Bir anda birbirlerine alıştılar.
Deli Yusuf:
-Oğlum, bu atı sakın elinden çıkarma, dedi. Onu hiçbir şeye, hiç kimse-ye değişme. Ben iki yıldır bu atla konuştum. Derdimi ona açtım. Sevinçli olduğumda sevincimi; üzüntülü olduğumda üzüntümü onunla paylaştım. Kırat çok duyguludur, çok akıllıdır, çok sadıktır. İnsanoğlu arasında bile Kırat gibi sadığı az bulunur. Senin eşin, dostun, yoldaşın, kırk yiğidin bu olsun. Şimdi şu dediklerimi yap: Kurbağalı Arkın altındaki bahçemizi üç gün sula. O denli su tut ki, içine adam giremez olsun. Bahçe bahçelikten çıksın, bataklık olsun. Suyu bahçeye çevirdikten sonra git, saraç Ahmeti buraya getir.
-Peki baba.
Ali gitti. Suyu bahçeye çevirdi. Sonra varıp Ahmet ustayı buldu. Alıp getirdi.
Ahmet Ustanın gözü karanlığa alışınca şaştı kaldı :
-Yusuf Ağa, o tay bu at mı? Diye sordu.
-Evet. O tay bu at.
-Yusuf Ağa, o zaman ben bile seni suçlamıştım. “Koca Paşaya böyle uyuz tay getirilir mi?” demiştim. Meğer sen haklıymışsın. Demek Paşa sana gerçekten zulüm etmiş.
-Ahmet, Ahmet onu dokuzu bırak. Bu ata koşum gerek. Eyer, üzengi, dizgin gerek. Hepsini de en iyisinden yapacaksın. Paradan yana tasalanma. Ölçünü al git. Amma üç gün sonra hepsi de hazır olacak.
-Peki Yusuf Ağa.
Ali Ahmet Ustayı götürdü, dönüşte nalbant Zihni Ustayı getirdi.
Nalbant da Kırata şaştı. Bir ata bir kapıya baktı.
-Yusuf Ağa, dedi, paşa da yanılmış, biz de yanılmışız. Burasını anladık da, bu koca at şu küçük kapıdan nasıl girip çıkıyor, ben buna şaştım.
Kıratın o kapıdan küçük bir tayken girdiğini, bir daha da çıkmadığını ne bilsin? Deli Yusuf açıklama yapmadı:
-Sen atı nalla, paranı al keyfine bak, dedi.
Nalbant Kırata bakmaya doyamıyordu. Kıratı nalladı.
Nalbant Zihni, Deli Yusuftan ayrıldıktan sonra her gördüğüne Kıratı an-lattı. Etti, edemedi, ertesi gün sarayının yolunu tuttu. Paşanın huzuruna çıktı.
-Paşam, Deli Yusuf haklıymış, dedi.
-Kim bu Deli Yusuf?
-İki yıl önce Bey Çayırında gözlerine mil çektirdiğin Yusuf var ya, işte o.
-Haa, şu uyuz tayları getiren seyis...
-Paşam o uyuz tayı bir de şimdi göreceksin.
-Nasıl?
-Nasıl anlatayım ki… Aynen Deli Yusufun anlattığı gibi olmuş. Önden bakarsan geyik gibi, yandan bakarsan kayık gibi, arkadan bakarsan hüyük gibi.
Paşanın gözleri fincan gibi büyümüştü. Nalbant anlatmayı sürdürüyor-du:
-Duruşu şimşir gibi, kulakları makas gibi. İnsan gibi akıllı bir hayvan.
Paşa sayıklar gibi konuştu :
-Deniz aygırı dölü dediydi. Demek doğru söylüyormuş. Neyse… Olmuş işin yanlışı olmaz. Beş on asker göndereyim. Atı alıp getirsinler.
-Şimdi vakit akşam oldu Paşam. Kaçacak değiller ya, yarın varıp atı al-sınlar.
-Haklısın Usta, öyle yapalım.

………………………………………………………………………

Atalar boşuna dememişler “Bugünün işini yarına bırakma!” diye. Paşa yarın ne olacağını ne bilsin… Lala Hüseyin Paşa atın düşüyle sancılana dursun alalım haberi Deli Yusuftan…
Deli Yusuf gözlerine mil çekildikten sonra nesi var nesi yok satıp ye-mişti. Atlarını, tarlalarını, bahçelerini, hepsini satmıştı. Mahallelisi Arif Efendiyi çağırdı. Elinde kalan evi ve Kurbağalı Arkın altındaki bahçeyi de ucuz pahalı demeden Arif Efendiye sattı.
-Anahtarı komşuya bırakırım Arif Efendi, dedi. Yarın evini teslim al. Tuz ekmeğimiz var, hakkını helâl et.
-Helâli hoş olsun.
Ertesi günün sabahı Ali geldi:
-Bahçe hazır baba, dedi.
-İyice sulanmış mı? Bataklık gibi olmuş mu?
-Adam boyundaki sopayı daldırdım, bataklığa girer gibi girdi.
-İyi, istediğim gibi olmuş. Git kılıcını kuşan. Arıstaktaki yılan dili eğri hançeri kuşağının arasına sok. Gürzünü, külüngünü, yayını, sadağını, kalka-nını getir, atın eyerine as. Arif Efendiden aldığımız parayı halı heybeye koy. Kapıyı kilitle, anahtarı bitişik komşuya ver, buraya gel.
Ali çıktı, söyleneni yaptı. Silahlarını getirip, Kıratın eyerine astı.
-Eyere çık, otur.
Ali eyere oturdu. Deli Yusuf, Alinin terkine bindi. Ali:
-Balta getireyim mi baba? diye sordu.
-Balta mı? Ne baltası? N’olacak?
-Baba bu koca at, üzerinde biz de biniliyken, bu ufak kapıdan nasıl sı-ğar? Baltayla kapıyı kıralım, yükseltelim.
Deli Yusuf kızdı:
-Oğlum ben bunun yemini gün oldu yüksekte yedirdim, gün oldu yerin bir arşın altında yedirdim. Niye? Yüksekleri eleğimsağma gibi aşsın diye. En küçük delikten kirpi gibi yumulup geçsin diye. Vur bakalım mahmuzu.
Ali Kıratın bu küçük kapıdan sığacağına inanmadı ama, babasının sözü-nü tuttu. Kıratı hafifçe mahmuzladı. Kırat birden atıldı. Kirpi gibi yumulup kapıdan geçti, gün ışığına çıktı. Yıllardır güneş görmeyen Kıratın gözleri kamaşmıştı. Heyecanla kişnedi. Sevinçle başını iki yana salladı.
Ali bu işe şaşıp kaldı. Deli Yusuf, Alinin gözlerinde bir kez daha büyü-müştü.
Anahtarı komşuya bıraktılar. Bahçenin yolunu tuttular.
Bu sırada Lala Hüseyin Paşanın gönderdiği Reyhan Arap komutasındaki askerler Deli Yusufun evini bulmuştu. Reyhan Arap gürzle kapıya vurdu. Evden ses çıkmadı. Bu kez gürzünü kapıya “güm güm” vurmaya başladı. Evden yine ses çıkmadı. Bitişik evden yaşlı bir kadın kafasını uzatarak dedi ki:
-Anahtarı bana bıraktılar oğlum. Yeni ev sahibi siz misiniz?
-Ne anahtarı Ana? Nerde Deli Yusuf?
-Deli Yusuf evi sattı oğlum. Anahtarı da bana bıraktı.
-Kendisi nereye gitti?
-Bahçeye doğru gittiler. Şu yana…
Reyhan Arap:
-Davranın döller, kaçırmayalım, dedi.
Atlarını bahçeye doğru dolu dizgin sürdüler.
………………………………………………………………………
Alalım bizimkilerden haberi:
Deli Yusuf bahçeye gelince attan indi. Kıratın kulağına eğildi. Kesik makamdan söyledi, bakalım ne söyledi:
Batak eyledik bayırı

Utandırma beni Kırat
1/44 Baban bir deniz aygırı
Utandırma beni Kırat
Şapur şupur yürüyesin

Tozlu yol gibi gidesin
1/45 Dolaşıp geri gelesin
Utandırma beni Kırat
Deli Yusuf seni bekler

Elin açmış dua eder
1/46 Bizde çaba sende hüner
Utandırma beni Kırat

-Haydi oğlum mahmuzla atı.

Babası öyle dedi ama Ali korktu. Bu bataklıktan geçmesi için Kıratın kanatlarının olması gerekirdi. Bir türlü Kırata mahmuz vuramadı. Deli Yusuf, varıp Kıratın sağrısına bir şaplak vurdu:

-Haydi oğlum, haydi Kıratım, dedi.

Kırat kişneyerek bataklığa daldı. Ali korkusundan Koç Kıratın üzerinde küçüldükçe küçülmüş, serçe kadar kalmıştı. Oysa Kırat deniz aygırının dölüydü. Deniz aygırı babasının Nil nehrinin üzerinde koştuğu gibi şapur şupur bataklığa dalmıştı. Tozlu yolda yürür gibiydi. Bahçeyi dolanıp geldiler. Ruşen Ali sevincinden kabına sığmaz olmuştu.

Deli Yusuf heyecanla Kıratın ayaklarına eğildi, tek tek yokladı. Kıratın tırnaklarından yukarısına çamur bile bulaşmamıştı. Yalnız arka ayaklarının birine fındık büyüklüğünde bir çamur yapışmıştı. Deli Yusuf, oğluna:

-Sen korkmuşsun Ali, dedi. Korkmasan bu çamur da bulaşmazdı.
-Yalan iyi değil baba, korktum. Bataklığa saplanır kalırız sandım.

Yusuf nal sesleri duyarak sordu:
-Kimler geliyor?

Ali elini güneşe siper edip baktı:

-Bunlar Paşanın askerleri baba. Bizi yakalamaya gelmesinler?
-Bize değil oğlum, Kırata geliyorlar, Kırata... Bize yol göründü. Bin bakalım.

Ali Kırata bindi. Deli Yusufu terkine aldı. Askerleri beklemeye başladılar. Askerler iyice yaklaşıp da nâraları duyulunca:

-Sür oğlum bataklığa dedi, Deli Yusuf.

Ruşen Ali Kıratı, üç gün boyunca sulayarak bataklık haline getirdiği bahçeye sürdü. Kırat bahçenin bir ucundan girdi öbür ucundan çıktı. Askerler sandılar ki, Kıratın geçtiği çamuru kendileri de geçerler... Onlar da atlarını bahçeye vurdu. Ama o bahçeyi ancak deniz aygırının dölü geçebilirdi. Bataklığa giren saplandı, giren saplandı... Kimi atından vazgeçti, kimi gerisin geriye döndü. Kırat ise çoktaan dağların yolunu tutmuştu.

………………………………………………………………………

Biraz sonra Ali arkasına baktı. Bir atlı diğerlerinden öne çıkmış, hızla yaklaşıyordu.

-Askerlerden biri yaklaşıyor baba, dedi.
-Atının rengi ne?
-Doru
-Göster bana hendeği boru!

Meğer doru at hendekli, borlu arazide hızlı gidemezmiş. Ali Kıratı hendekli, borlu araziye sürdü. Kırat hendeklerden ceylan gibi sıçrayıp geçiyordu. Ama doru at kesilip kaldı.

Biraz sonra Ali arkasına bakınca bir atlının kendilerine yaklaştığını gördü:

-Bir atlı yaklaşıyor baba, dedi.
-Atının rengi ne?
-Al…
-Kıratı çalılığa sal!

Meğer al at çalılık arazide hızlı gidemezmiş. Ali Kıratı çalılığa vurdu. Kırat çalıların üzerinden eleğimsağma gibi aşıyordu. İniş aşağı giderken çalıların üzerinden keklik gibi süzülüyordu. Al at bir iki çalı sıçradı sonra kesildi, kaldı.
Biraz sonra Ali başka bir atlının yaklaştığını gördü.

-Bir atlı daha yaklaşıyor baba, dedi.
-Atının rengi ne?
-Kır…
-Bizi kayalığa vur!

Meğer kır at kayalıkta hızlı gidemezmiş. Ali Kıratı kayalığa vurdu. Kırat kayalıkların üzerinden şahin gibi, aralarından kirpi gibi geçti. Öteki kır at iki kaya aşınca kesildi kaldı.
Biraz sonra Ali bir atlının daha yaklaştığını gördü.
-Bir atlı daha yaklaşıyor baba, dedi.

(Devam Edecek)

Okunacak Kitap:Zeytun Ermenileri


Zeytun'dan Bakınca...

Kitap akademik bir çalışmanın ürünü ve belgelerle istatistiki bilgilerle örülü... Ama aynı zamanda tarihi bir hatırat tadında kolaylıkla okunurken, dersinizi de çalışmış oluyorsunuz. Zeytun'dan yola çıkarak Klikya bölgesinin geçen yüzyılın başında nasıl bir badireden geçtiğini anlatıyor. Aslında bütün Anadolu'nun hatta Osmanlı coğrafyasının hikayesi gizli bu tarihin arkasında... Tabii ki halen devam eden bir tarih bu... Kitap onun için daha bir önemli.
Bu kitap farklı cihetlerden de okunabilen bir kitap. Osmanlı cihetinden bakarsak 1850 sonrası hızlanan yıkılışın nedenlerinin izlerini bulurken milletler topluluğunun çözülen son halkasının tarihinin en trajik bölümüne şahitlik ediyoruz. Bir kaç büyülü kelimenin arkasında gizlenerek modern dostlarımızın nasıl hayatı, birlikte yaşam alanlarını ve kültürünü darmadağın ettiklerini her iki tarafı bir trajedinin içine sürüklediklerini izleyebiliyoruz. Bugün de hala bu yaşananlardan nemalanmaya devam etmediklerini kim söyleyebilir. Her iki toplumdan daha çok onlar karlı her zaman... Acı çekenler acılarından bir şeyler öğrenirler fakat o acıları kullanarak karlı şeylere tahvil edenler başkalarıdır. Ve kitapta anlatılanların üzerinden yüzyıl civarında bir zamanın geçmiş olmasına rağmen sanki bu günlerle de benzerlikler gösterdiğini düşündürüyor insana...
İnsan olduğumuzu unutmadan kimsenin günahını ne bize ne de başkalarına yüklemeye çalışmadan bir çıkış yolu bulunmasında bu kitaptaki bilgilerinde katkısı olacaktır.
Latif DİNÇASLAN Beye bu çalışmasından dolayı ve bu çalışmayı yayınlayan Ukde yayınlarına teşekkür ederiz.
Ayrıca kitabı bize ulaştırarak okumamıza sebep olan değerli yazar Ali Büyükçapar'a şükranlarımızı sunarız.

Yusuf Pazarlı

Varidât

Şeyh Bedreddin

Yüce Tanrı, “Allah’ın insanlara verdiği rahmeti önleyebilecek yoktur. O’nun önlediğini de ardından salıverecek yoktur.’ buyurmuştur. Bu ayetin anlamlarından birisi de şöyledir: Allah, insanları bir peygamber veya veli yardımıyla hidayete (doğru yola) götürmeyi isterse, O’nu önleyecek hiç kimse yoktur ve istediği şüphesiz gerçekleştirilecektir. “Allah kafirler istemeseler dahi, nurunu muhakkak tamamlar.”
Ruh, araçlar yoluyla ortaya çıkan bedene mahsus fili ve hareketlere verilen addır. Bazı bilgin ve mütekellimlerin de söylediği gibi, bu olay bedenden sonra ortaya çıkar. Misal alemi aracılığıyla ortaya çıkan nesneye de, ruh adı verilir. Ruh bedenin meydana gelmesinden iki- aşama öncedir; çünkü misal alemi bedenden bir aşama öncedir ve görüntüsüdür. Ruhlar alemi de, misal aleminden bir aşama öncedir ve böylece ruh bedenden iki aşama öncedir. Belki de Hazret-i Peygamber (S.A.V.); “ruhlar bedenlerden iki bin yıl önce yaratıldı” hadisiyle bunu belirtmiştir. Burada iki bin yılla iki aşama kastedilmiştir. Bununla ruhların belli bir zaman süreci içerisinde ortaya çıkması gerekliliği yoktur. Allah’ in selamı ona olsun Peygamber, her aşamayı bin yıl olarak düşünmüş ve gönlüne nasıl gelmişse, öyle bildirmiştir, Bu durumun izahı belirttiğimiz gibidir; bunu ihmal etme, çünkü birçok olay bu şekilde ortaya çıkar. Peygamber’in bu düşüncesine göre tahakkuk eden halleri, cahiller izah etmekten aciz kalmışlar ve onları olduğu gibi bırakmışlar. En uygunu budur ve onları Allah’ın ehli ve kmil1er bilirler. Hazret-i Peygamber’e görünen hallerin çoğu, duyular şekliyle kimsenin bulunmadığı durumlarda gerçekleşmiştir. Bu durumlarda ortaya çıkan haller, genellikle izah edilmesi gereken görüntü içinde olurlar, tıpkı Allah eh- Unlu katında olduğu gibi. Şayet, “Neden Peygamber bunları açıklamadı ve olduğu gibi bıraktı?” denirse, cevabı şöyledir: İzah etme yetkisi yoktu ve o zaman gerekli olan şimdi gereksizdir.

Şu gafillere ne denebilir. Çalışıp hakikatleri öğrenme yolunda bir çabaları olmadığı gibi, olgun kişilerin söylediklerini anlamak kabiliyetine de sahip değiller. Bu cahillerin yüzünden sıkıntıya düşen olgunlara acımak gereklidir. Zira bunları bu dalaletten kurtarmak için ellerinden hiç bir iş gelmez. Buradan kurtulanlar olsa dahi, başka bir dalalet vadisine yönelirler. Ey kör ve mutsuz kişiler! Niçin öğüt verenlere inanmıyorsunuz?

Hazret-i Peygamber (S.A.V.), “Kur’an’ın dış ve iç anlamları bulunduğunu ve iç anlamlarının da kendi içinde yedi iç anlamı daha içerdiğini” belirtmiştir. Dış anlamla çelişkiye düşen bir izah yaparsak, dış anlamı inkar ettiğimiz anlamına gelmez. Biz dış ve iç anlamın da içten yediye ayrıldığını söylüyoruz. Biz sekiz anlamı da bir araya toplamışız. Kur’an ve hadis dış ve iç anlamlarıyla haktır. Ancak mecazi (gerçek olmayan) bir anlam çıkarılırsa, uygun olmayabilir. Tıpkı dünya gibi, ben uyurken veya uyku ile uyanıklık arasında iken, bana hitaben bir şeyler söyledi ve bu söyledikleri arasında, beni Allah’tan uzaklaştır sözleri de vardı. Sanki bu sözleri, ona söylemek istiyordu. Yine bir an uyku ile uyanıklık arasında iken, ruhumun bana göründüğünü ve bir ışık ve güneş parıltısı gibi vücudumu sardığını hissettim. Bu ışığın bir amacı yoktu. Sevinçten içimi heyecan ve ağlama kapladı ve sanki birisi bana ahiretle dünya arasındaki farkın, yaşlılıkla gençlik arasındaki farka benzediğini söylüyor gibiydi, veya benim gönlüme öyle geliyordu. Diğer bir deyişle genç olan bir kişiye belli bir durumdayken genç deniyor, belli bir süre sonra değişip, ona yaşlı dendiği gibi, dünyaya da bir zaman gelir üiret adı verilir. Fakat diğer bir zamanda yine değişir. Bir gün sırtı- mı dayamış, hafif bir uykuya dalmıştım, bütün varlığı Allah olarak görüyordum. Allahu teala benim dilimle “Ya Allah” diye seslendi, bütün dünya sanki oydu ve dilim diliydi. 0 dille “Ya Allah” derken heyecandan kendimden geçtim.

Seven sevilene doğru gitmekte ve yaklaşmaktadır. Görmüyor musun, gündüz yaklaşınca, (an vakti gündüzden, gece yaklaşınca da şafak kaderin yerini alır. Biri diğerini tamamladığından dolayı ikisi kardeştir. Böylece sabreden kişi, nesneyi olduğu gibi yansıtmamıştır. Bu vakit sabahtan gündüze kadar sabr ile geçer ve şu hükmü alır “Akşamdan geceye kadar sabredip, hikmetler elde eder.” Hazret-i Peygamber, şöyle buyurmuştur: “Kim ki sabah edip bütün derdi dünya işleri ise, Allah’la hiç bir ilgisi yoktur ve Allah onun gönlü- ne dört özellik verir: Sonsuza kadar peşini bırakmayacak üzüntü, ebediyen bitiremeyeceği bir iş, keza sonsuza dek zenginliğe kavuşmayacağı yoksulluk ve hiç sonu gelmeyecek bir beklenti.”

Sofi vaktin oğludur; o, vaktini tasalanmayla ve geçmişi düşünmekle boşa harcamadığı gibi geleceği de fazla düşünmez. Çünkü uzun bir ümitle vaktini Allah’a yönelmekle, kendini arındırmakla ve o zaman içerisinde Allah için gerekli olanları düşünmekle geçirir. Sofinin tanımları şöyle yapılabilir: O, sadece bir yolu ve bir geleneği seçmemiştir. Her zaman ve ne şekilde olursa olsun Allah’la birliktedir. 0, Allah’tan başkasına bakmaz. Bazen insanlarla alakadar olup, gönüllerinin Allah’a bağlanması için çaba harcar; bazen da kendisi Allah’la alakadar olur ve bu iki alakadarlık arasındaki farkın önemli olmadığını görür. Her ne kadar iki durum arasında fark yasa da, ikisi de Hak’tır. İşler niyetlere bağlıdır ve sofi kişi de vaktin oğludur.