Merhaba

UMUT ACI VERİR!

Ey güzeller güzeli benim derdim sana merhaba. Varlığımı kuşatan çelikten daha kavi davam sana en güzel selamlar. Neşeler istemiyorum, gelişi güzel yaşadığını zanneden yosunları sıcak rüzgârlar kavursun. İnsan olma erdeminin ağırlığını yüreklerinde hissetmeyenlerle hiçbir işim yok. Çıt kırıldım sünepe varlık sarhoşları siz binlerce yıllardır ne yaptınız ki?

FAZİLET DEMOKRASİ’sinin bağlıları vakti kuşanın börtü böceği mahlûkata hizmet etmenin erdemi sizleri kutsasın!
Karlı tanrı dağlarının gövşen gözlü Bozkurtları sayhalarınızla Kızılelma’yı titretin. Üç Hilal elden ele oradan yüreklere ulaşacak Roma’nın burçlarına dikilip yüce Çalab’ın adı şad edilecek. Murtaza önde elinde Zülfikar Şah’ın kızıl börklü çerileri candan da geçecek yardanda.

Medet ya Haydar!

İnce Sızı

İNCE SIZI

Fayat Alagöz’e

Sesin harflere bilmem ne söyler
Kadehlerin buğusunda nemli gözlerin
Yüreklere düşen kor ateşlere benzer
Ateş dağlar özümün sırlarını
Akşam Leyla’nın şalına sarılır

Barak olur Fayat’ın dilleri
Dilim damağıma yapışır
Hu çeker Yusufçuk kuşları

Al götür kıyametimi ötelere
Sürmeli gözlerin dağlamış yaralarımı
Saçların deli tayların yeleleri
Ne söyleyeyim kime gideyim

Nazlı cerenim
Varlığımı yokluk aynana çarptım

Sarhoşum elsiz ayaksız kimsesiz
Testim kırık ey merhametin Ecesi
Buldur bana yitiğimi


Ali Büyükçapar

Hafızası Olan Adam

Hafızası Olan Adam

Bir adam tanırdım, tren tarifesini ezbere bilirdi, çünkü onu mutlu eden tek şey trenlerdi. Vaktini istasyonda geçirir, trenlerin istasyonlara girişlerini, çıkışlarını seyrederdi. Vagonları, lokomotiflerin gücüne, tekerleklerin büyüklüğüne merakla bakar, trene atlayan kondüktörleri ve istasyon şefini hayretle izlerdi. Her bir treni tanırdı, nereden geldiğini, nereye gittiğini, nereye ne zaman varacağını ve oradan hangi trenlerin hareket edeceklerini ve ne zaman varacaklarını bilirdi.
Trenlerin numaralarını bilirdi, hangi günler işlediklerini, bir yemek vagonu olup olmadığını, bağlantı trenleri bekleyip beklemediklerini bilirdi. Yine hangi trenlere posta vagonu eklendiğini ve Frauerfeld’e, Olten’a, Niederbipp’e veya başka bir yere trenle gidiş fiyatının ne kadar olduğunu bilirdi.
Hiçbir kahvehaneye gitmezdi, sinemaya gezmeye gitmezdi, bisikleti, radyosu, televizyonu yoktu, hiç gazete kitap okumazdı. Mektuplar olsa onları da okumazdı. Buna ayıracak vakti yoktu. Çünkü günlerini istasyonda geçirirdi. Sadece tren tarifesi değiştiği zaman mayıs ve ekim aylarında artık birkaç hafta ortalıklarda görünmezdi.
O zaman evde masanın başına geçer ve ezberlerdi. Yeni tren tarifesini ilk sayfasından son sayfasına kadar okur, değişiklikleri aklında tutar ve bu değişikliklere sevinirdi.
Birisinin ona tren saatini sorduğu olurdu. O zaman yüzü güler, yolculuğun nereye olacağını harfi harfine bilmek isterdi. Ona soru soran kişi trenin hareket saatini mutlaka kaçırırdı. Çünkü soru soranı hiç bırakmaz, zamanı söylemekle yetinmeyip birde trenin numarasını, vagonların sayısını, muhtemel bağlantıları, hareket saatlerini söylerdi. Bu trenle Paris’e gidebileceğini nerede aktarma yapmak gerektiğini ve ne zaman varılabileceğini izah ederdi. Söylediklerinin bu insanları ilgilendirmediğini akıl erdiremezdi.
Fakat bir kimse onu bildiklerini anlatmadan orada bırakıp yoluna devam ettiği zaman kızar ve adamlara küfür ederdi. Arkalarından sizin trenlerden hiç haberiniz yok diye bağırırdı.
Kendisi kesinlikle trene binmezdi. Ona göre bunun bir anlamı yokmuş, zira trenin gideceği yere ne zaman varacağını çok önceden biliyormuş ya…
“Yalnız hafızası bozuk olan kişiler trene binerler, çünkü iyi hafızaya sahip olsalardı benim gibi kalkış ve varış saatlerini akıllarında tutabilirler ve bu saatleri tespit için trene binmek zorunda kalmazlardı.”derdi.
Ona şunu açıklamaya çalışır ve derdim ki;
“Fakat birtakım insanlar vardır. Bunlar yolculuk yapmaktan mutluluk duyarlar. Trenle gitmekten hoşlanırlar. Pencereden bakarak nereden geçtiklerini izlerler.”
O zaman kızardı, çünkü onunla alay etmek istediğimi sanırdı ve: “ buda tren tarifesinde var, Luterbac, Deitingen, Wangen, Niederbipp, Önsingen, Oberbuchsiten, Egerkinken, ve Hafendorf’tan geçiyorlar.” Derdi. “ Belki insanlar herhangi bir yere gitmek istedikleri için trene binmek mecburiyetindeler.”derdi.
“Buda doğru olamaz, çünkü hemen herkes herhangi bir tarihte geri döner ve hatta bir takımadamlar var ki her sabah burada binerler ve her akşam geri dönerler. Öyle kötü hafızaları var.”diye cevap verirdi.
Ve istasyondaki adamlara sövüp saymaya başlardı. Arkalarından “sizi enayiler sizi sizlerin hiç hafızası yok” veya “Hargendorf’dan geçeceksiniz.” Diye bağırırdı ve bu suretle insanların neşesini kaçırdığını sanırdı.
“ Aptal herif sizi siz daha dün trenle gittiniz” diye bağırırdı.
Ve insanlar sadece güldükleri zaman onları zıvanadan çıkarmaya başlardı. Onları kesinlikle trenle gitmemeye yemin ettirirdi.
“ Size her şeyi açıklayabilirim, saat 14,27’de yine Hangendor’dan geçeceksiniz çok iyi biliyorum. Ve göreceksiniz ki boş yere paranızı harcıyorsunuz. Her şey tren tarifesinde yazılı.”
Diye bağırırdı.
Hemen adamlara dayak atmaya kalkardı.
“ Laftan anlamayanın hakkı kötektir.” Diye bağırırdı. O zaman istasyon şefinin adama terbiyeli davranmazsa istasyonu ona yasaklamak zorunda kalacağını söylemekten başka çaresi kalmazdı. Adam korktu, çünkü o istasyonsuz yaşayamazdı. Artık tek kelime söylemedi.
Bütün gün sırada oturdu, Trenlerin gelişlerini gidişlerini seyretti. Ara sıra kendi kendine bir kaça sayı fısıldadı. Adamların arkalarından baktı ve onların halini bir türlü aklı almadı.
Hikâye aslında burada bitiyor. Fakat yıllar sonra istasyonda bir danışma bürosu açıldı. Orada gişenin arkasında üniformalı bir adam oturdu. Trenle ilgili bütün soruları cevaplandırıyordu.
Bu işe hafızası olan adam inanmadı. Her gün yeni danışma bürosuna gitti ve memuru sınavdan geçirme gayesi ile bir sürü karışık sorular sordu.
“Yazın Pazar günleri Lübeck’e saat 16.24’de varan treni numarası ne?” Diye sordu.
Memur kitap açtı ve sayıyı söyledi.
“Buradan 06,59 treni ile hareket etsem saat kaçta Moskova’ da olurum?”
Ve adam ona bunu söyledi.
O zaman hafızası olan adam eve gitti, tren tarifelerini yaktı ve bildiği her şeyi unuttu.
Fakat ertesi gün memura, “ istasyonun önündeki merdivenin kaç basamağı var?”diye sordu ve memur “ bilmiyorum” dedi.
İşte o anda adam bütün istasyonu baştanbaşa koştu. Sevinçten havada taklalar attı, “ Bunu bilmiyor, bunu bilmiyor” diye bağırdı. Sonra gitti. İstasyon merdivenlerinin basamaklarını saydı. Ve bunu şimdi hareket saatlerinin doldurmadığı hafızasına iyice soktu.
Artık bundan sonra onu istasyonda hiç kimse görmedi.
Şimdi şehirde evden eve dolaşıyor. Merdiven basamaklarını sayıyor ve bunları aklında tutuyordu. Şimdi dünyanın hiçbir kitabında bulunmayan sayılarını biliyordu.
Fakat bütün şehirdeki merdiven basamaklarının sayısını öğrendiği zaman istasyona geldi.
Gişeye yanaştı ve bir tren bileti aldı.
Başka bir şehre gitmek ve orada da merdiven basamaklarını saymak ve ondan sonra bütün dünyadaki merdiven basamaklarını saymak gayesi ile yolculuğa devam etmek, kimsenin bilmediği ve hiçbir istasyon memurunun kitapları açıp öğrenemeyeceği bir şeyi bilmek için hayatında ilk defa bir trene bindi.

Peter Bichsel

Almancadan çeviri MİLCAN

Nefes

NEFES

Salâvat çekin hele
Önümüzde kutlu belde
Maraş’tan Kantarmaya
Uçun turnalar hele

Bahçede kızıl güle
Hasan ile Hüseyin’e
Gözden akan yaş ile
Uçun turnalar hele

Varın haber verin
Badeleri hazır edin
Güvercin donuna girin
Uçun turnalar hele

Sarayaltı’nda mola
Turanlı Hızır mola
Alabalık mor marala
Uçun turnalar hele

Zülfikar elimizde
Dolular içtik öylece
Şah Ali gel beri
Uçun turnalar hele


Ejder Polat

Köroğlu Hikayesi - Hacı Ali Özturan

AYVAZIN MÜŞTERİLERİ

Köroğlu uyandığında vakit kuşluktu. Ayvaz dükkâna gitmişti. Köroğlu çorbasını içtikten sonra ahıra indi. Kıratın yemini suyunu verdi. Tımarını yaptı. Sonra binip Kasapbaşının dükkânına doğru yola çıktı. Köroğlunun tek düşüncesi Ayvazı nasıl alıp kaçacağı idi.
Dükkânın önü kalabalıktı. Müşterilerin hemen hepsi, Ayvazı görmeye gelen kadınlar ve kızlardı. Kasapbaşı Ayvazı nazardan korumak için dükkâ-nın önünü kafesle kapatmış, yalnız küçük bir delik bırakmıştı. Ayvaz bu delikten para alıyor, bu delikten eti veriyordu. Kadınlar ve kızlar yalnız Ay-vazın parmaklarını, en fazla bileklerini görebiliyordu. Kadınlar ve kızlar o kadarına bile razıydı.
Köroğlu, kadınların arasından geçti. Dükkâna girdi. Gür sesiyle selâm verdi:
- Selamünaleyküm!
Meğer Kasapbaşı da İstanbuldan dönmüş, müşterilere et yetiştirmeye ça-lışıyormuş. Üç-dört tâne kalfa, sallak, dükkânda çalışıyor, dışarıdaki kadın-lara, kızlara et hazırlıyordu.
Hep birden:
-Aleykümselâm! dediler.
Ayvaz Köroğlunu babasına tanıttı:
-Baba, Bermahbupoğlu Ali Ağa bu arkadaş işte.
Kasapbaşı ilgilendi:
-Hoş gelmişsin Ağa!
-Hoş bulduk Kasapbaşı.
-Ali Ağa, adını çok duyardım ama, tanışmak bu güneymiş.
-Ben de senin adını çok duyardım. Kulakları çınlasın babam Yusuf Ağa senden sık sık söz ederdi.
Köroğlunun bu anlamlı sözünden hiç kimse hiçbir şey anlamamıştı.
Kasapbaşı, sallağın birine:
-Bitişikteki kahveden iki kahve al da gel oğlum, dedi.(Köroğluna) Kah-veyi nasıl içersin Ağa?
-Nasıl olursa olsun, amma şekeri bol olsun.
Kahveler geldi. Köroğlu iki höpürdetmede fincanın dibini gördü. Kasapbaşı baktı ki Köroğlu acele ediyor, hemen konuya girdi:
-Sorması ayıp olmasına Ali Ağa, ne için geldin İstanbula. Hayır mı?
-Hayırdır Kasapbaşı. İbrahim Ağa çayırına elli altmış sürü yoz getirmişem. Satmak istiyim. Alır mısan?
-Kaçtan?
-Üsküdarın mal pazarında kaç para ise, ben sana yarı fiyatına satacağım. Eyi mi? Gidip görelim mi?
-Görelim.
Kasapbaşı önlüğünü çıkardı. Ayvaza:
-Oğlum ben İbrahim Ağa Çayırına gidiyorum. Buraların emaneti sana.
Deyince Ayvaz:
-Ben de geleyim baba, dedi, benim de Kürdoğlundan alacaklarım var.
-Neymiş alacakların?
Ayvaz kuşağının arasından senedi çıkardı. Kasapbaşı baktı: Bir tâne dört boynuzlu koç, yüz koyun ve bir sürü Ayvazın alacağı var. Dedi ki:
-Tamam oğlum. Ben alırım sen dükkânda kal.
Bu kez de Köroğlu karşı çıktı:
-Yook Kasapbaşı Ağa, senette kimin adı yazılıysa ben malı ona veririm. Kasapbaşı çaresiz onayladı. Dükkânı kalfalardan birine bıraktılar.
Köroğlu, Kayseri eşeği gibi boyanmış Kırata bindi. Ayvaz kendi atına bindi. Kasapbaşı da, uzun bacaklı bir marzıman eşeğine bindi. Yola çıktılar.
At üstünde sohbete başladılar. Kasapbaşı:
-Eee Ali Ağa, anlat bakalım ne var ne yok?
Deyince Köroğlu Babası Deli Yusufun gözlerine mil çekildiği olayını Kasapbaşına doğrulatmak için konuya girdi:
-Ne olsun Kasapbaşı Ağa… Halımız keyfimiz eyi de, bir Köroğlu ile başımız canımız araya getti.
Kasapbaşı Köroğlunun adını duymuştu:
-Haa şu eşkıya Köroğlu mu?
-He gurban. Lala Hüseyin Paşa bu Köroğlunun babasının gözlerine mil çektirmiş. Köroğlu da öcünü almak için dağa çıkmış.
Kasapbaşı olayı anımsamıştı:
-Deli Yusufun oğlu muymuş bu Köroğlu?
-He gurban. Öyle diyler. Sen Deli Yusufu tanır mısan?
-Gözlerine mil çekilirken ben de oradaydım. Bana çok yalvardı ama neme gerek….
Köroğlu:
-Lo essah mı?
-Doğru söylüyorum. Aynen dediğim gibi oldu.
-Nasıl oldu lo?
-Deli Yusuf, Lala Hüseyin Paşaya bir at getirmek için Erzurumdan ay-rılmış. İki yıl sonra da iki uyuz tayla dönmüş. O tayların deniz aygırı dölü olduğunu söylüyordu. Kim inanır… Deli Yusuf, “Gözüm kör olsun ağalar, bu at deniz aygırı dölü.” deyince Paşa da, “Benimle alay mı ediyorsun? Se-nin gözlerini gerçekten kör edeyim de bir daha benimle alay etme!” dedi. Hemen orada Deli Yusufun gözlerine mil çektirdi. Deli Yusuf çok yalvardı, ama Paşa bağışlamadı. Paşanın konuğu olduğum için bana da yalvardı, ne-me gerek, ben öyle işlere karışmam.
Babasının başına gelenleri bir kez de Kasapbaşından dinleyen Köroğlu:
-Aman Kasapbaşı Ağa, dedi, Çamlıbelin oralara yolun uğramasın. Bu Köroğlu eğer seni yakalarsa, var gerisini sen düşün.
Sustular…
Üçü de düşünceliydi. Ayvaz, bu saf köylüden beş on koyun daha ko-partmanın yollarını arıyordu.
Kasapbaşı ise, Ali Ağadan koyunları ucuza almanın yolunu araştırıyor-du.
Bülbülün üç türküsü var, derler. Birincisi gülün üstüne, ikincisi gülün üstüne, üçüncüsü yine gülün üstüne… Köroğlunun düzeni de Ayvazın üs-tüneydi.
Köroğlu, olmayan sürülerini satılığa çıkarmış, bir kısmını Ayvaza arma-ğan etmiş, ama sonunda Ayvazla babasını İstanbulun dışına çıkarmıştı. İste-se şimdi gürzünü hengeyler, hüngeyler, Kasapbaşının tepesine hıngeyleyince, dalında yetmiş Hacı Hamza armudu gibi yere düşürür, Ayva-zı alır kaçırırdı. Ama o zaman Ayvaz kendisine düşman olurdu. Böyle olur-sa Kasapbaşı bir kez ölürdü. Onun için Köroğlu Kasapbaşını öldürmeyi düşünmüyordu. Sonunda Köroğlu düzenini kurdu.
-Kasapbaşı Ağa, yorulmuşam gurban. Azıcık dinlenek mi?
-Olur, dinlenelim.

Pendname - Feridüddin-i Attar

TEHLİKELİ ŞEYLER

Ey kardeş: Dört şeyde tehlike vardır. Elinden gelirse bunlardan sakın, sultana yakınlık, kötülerle dostluk, dünya sevgisi, kadın düşkünlüğü. Sultana yakın bulunmak yanan ateşe yaklaşmaktır. Yaramazlarla düşüp kalkmak canın ölümüdür. Dünyayı her ne kadar dıştan renkli ve nakışlı görürsün de içinde yılan gibi zehir taşır. Görünüşte güzel ve gönül çekicidir fakat zehirleriyle canı tehlikeye koyar. Bu nakışlı yılanın ağusu öldürücüdür. Akıllı insan ondan uzak durandır. Çocuklar gibi sarıya kırmızıya kapılma, kadınlar gibi renk ve kokuya aldanma. Dünya denilen aşüfte, gelin gibi süslenmiş her zaman başka bir koca istemektedir.
Bahtiyar o kimsedir ki, bu çifti tek bıraktı ona arkasını dönerek üçten dokuza boşanma kâğıdı verdi. Çünkü bu aşüfte önce kocasının karşısında gülen dudaklarıyla sevgi sunarken sonra onu diş yarasıyla öldüre bir vefasızdır.

BAHTİYARLIĞA ALAMET OLAN DÖRT ŞEY

Dört şey bahtiyarlık delilidir. Bu dört nimete ermiş olanlar aziz olurlar. Talihli olmanın delili soy temizliğidir. Soysuzlar taç ve tahta layık değildiler. Talihliler daima doğru düşünceli olurlar. Kötü fikirli insan azap çekmeye mahkûmdur.
Tanrı azabından korkusuz yaşayanlar mümin değil, mutlak kâfirdiler.
Allahtan korkan Allah’a kaçar. Allah’ı en tanıyanınız Allah’tan en korkanınızdır. Ben ise ondan en korkanınızım (S.A.V)Dünya acısı Allah’ın emirleri tutmak için peygamber gibi çekilmeli.

DÜNYA ZEVKLERİNİ TERK ETMEK
Dünyada ömür beş günden fazla değildir. Sonunu düşünmeyen kimse gafildir. Dünya zevklerinden uzaklaşmak gönül sahiplerinin eteğine yapışmak gerekir. Nefsinin zevk ve arzuları arkasında koşma, geçici âleme sevgi bağlama! Akıbetin ölüm olduktan sonra sana dünya acılarını çekmekten ne fayda var?
Can teninden gidecek, kemiklerin toprak olacaktır. Sana canını vermekten başka çare yoktur. Gideceğin yolun haydudu da o küçücük (Nefs’i emmare) (1) den başkası değildir.

Pendname - Feridüddin-i Attar


OKUNMAYAN KİTAPLAR

DEVLET VE DEMOKRASİ - NURETTİN TOPÇU

Türkiye’nin kurtuluşu liberal ekonomi esasına dayanarak milletimizin tarihi ve geleneksel devlet anlayışını gömmeyi gaye edinen bir demokrasi rejimi ile değil, devrin umumi idari çerçevesine uygunluğu zorunlu şekli ne olursa olsun, onun içinde otorite ve mesuliyet ruhunu yaşatabilecek devletin eliyle ancak başlayacaktır. Şu da muhakkak ki böyle bir devletin varlığına hayat verecek genç ruhlar, bir kültür ve inancın ocağında yetişebilirler. Devletin temeli kültür, kültürün kaynağı insanlık sevgisi ve ebedilik ihtirasıdır; ebedilik yolunda yürüyen ruhlara hörmettir. Monarşi gibi demokrasi de, bu hörmet esasını kaybettikten sonra zulüm ve tasallut oluyor. Birincisinde bir ferdin millete musallat olması, ikincisinde ise bütün fertlerin birbirlerine musallat olmaları ve hep birbirlerine zulmetmeleridir. Milletleri iyiye doğru götürecek idare, başların sayısında aranmamalıdır. Hareketlerin mesuliyetle otoriteyi yaşatırken her an büyük mahkeme huzurunda hesap verme durumunda bulunan büyük ruhları işbaşına getirmeye ve bu ferdi değerlerin hareketlerini engelleyecek yıkıcı kuvvetleri önlemeye en kabiliyetli idare bizce en iyi devlet idaresidir.