Merhaba

Merhaba!

“Şahmeran” kitabımın muştusuyla sizleri selamlıyorum. Yeni bir evladım oldu. Kendimden, bende olandan, okuyup yazdıklarımdan belki de canımdan, irfanımdan damıttıklarımı sizlere sundum. Şahmeran’ım emaneti sizlere!
Cemreler düşüyor!
Alem, yeni bir alem bu demlerde. Durağan Tanrı anlayışının varlığımızda oluşturduğu sıkleti dağıtmak için yeni her dem diri bir Tanrı fikri üzerinden Ontolojiyi tanımlamamız gerekiyor. Büyük ülkülerin taşıyıcısı olan Türk Milleti’ni durağan kader zindanlarına mahkum etmeye kimsenin hakkı yok. Hayır! Hiçbirşey yazılıp bitmemiş, kader kaleminin mürekkebi kurumamıştır. Kendi cüce akıllarıyla Tanrı’nın yapıp ettiklerini sınırlandıranlar, Türk Milleti’ne ihanet ediyorlar!
Demokrasi aşısı, Anadolu’nun cansuyudur.
Karlı Tanrı Dağları’nın gövşen gözlü Bozkurtları, romanın meydanına üç hilali dikmedikten sonra hayatın ne manası olur ki?
Çileniz artsın. Acınız yüreklerinizi dağlayıp Kürşadların naraları alemleri sarssın!
Tamunun ateşi yaksın, dağlasın!

Gök girsin, kızıl çıksın!

TURUNÇ İLAHİSİ

TURUNÇ İLAHİSİ

Gözlerim cennetimin yolu.
Buruğunla dirilir ruhum,
Dağla boynumu ateşsiz.

Duamda sen; güneşin ışıltır günümü,
Zünnarı doladım belime,
Dilim kelime kalesi,
Harflerim sarhoş esrük.

Neyleyim baharı sensiz,
Eleğim sağmalarda bin bir renk,
Mavi turunç yeşil al.
Kadehimde ab-ı hayat.

Seherlere uyanan gözlerimde umut,
Sokaklara dağılmış hüzün,
Pirim ayak izlerinde gönlüm.

Dağı hiçliğin kabusunu.
Merhamet ırmağında yu düşlerimi.
Sana sunduğum demetimi kabul et.
Bir çiçek olsun sözlerim,
Merhamet merhamet ey Şahım!

Röportaj : ŞAHMERAN CEMRELERLE TEKRAR DOĞDU


Röportaj

ŞAHMERAN CEMRELERLE TEKRAR DOĞDU

Bülent Işık : Merhaba, nasılsınız? Şahmeran kitabı hayırlı olsun.
Ali Büyükçapar : Merhaba, teşekkür ederim. Kitabım yayınlandı, ilginize teşekkür ederim. Şahmeran, cemrelerle birlikte doğdu. 2010 yılını yeni kitapla girdim. Onun övüncüyle nice kasvetlerimi dağıttım.

Bülent Işık : Şiir serüveni nasıl başladı?
Ali Büyükçapar : Şiir okuma çalışmalarımın göz bebeği, irfan dünyamın cansuyudur. Şiirde imge dünyamın izlerine rastlarım, onlarla yaşadığım dünyanın gerçeklerini yorumlar, oyalanırım. Çok önceleriydi, şiirin gökkuşaklarının büyüsüne kapılmış gönlümü şiir eşiğine bırakmıştım. Binlerce yıllık şiir kültürüne aşina olmanın sonucu olsa gerek şiir ikendime çok yakın bulur, şiirle kendimi tanımlarım.

Bülent Işık : Şair kimdir?
Ali Büyükçapar : Şair sırra erendir. Sırdır, sırlanmıştır. Hayatın künhüne vakıf olup, yeni dünyaların muştusuyla gönenip gönendirendir. Şair Hak dostu, hakikatın dili, Kızılelma’nın türküsü, ırmakların sesi, göğün maviliği, Leyla’nın meftunu, Şah’ın kızıl lalesidir.

Bülent Işık : Şiir nedir?
Ali Büyükçapar : Kelimelerle kurulan dünyanın eşiği, dil ülkesinin Hayber’i, Kerbela sızısının acılarıdır.

Bülent Işık : Çok eski şiirlerden neler hatırlıyorsunuz?
Ali Büyükçapar : Hemen aklıma Mısır şiirinden şu dizeler geldi:

“AKHENAT’IN YAKARIŞI

Senin tatlı soluğundur benim soluğum,
Güzelliğin her zaman gözlerimin önünde.
Duyabilsem sesini Kuzey rüzgarında,
Güzelim, seninle dinçleşir bedenim.
Uzat ellerini, yol göster ruhuma, canıma can kat
Beni sonsuzluğa çağırsan hazırım gitmeğe.”

Bu dizelerin beş bin yıllık olduğunu söylesem inanır mısınız? Geçen yıllar karşısında insanın “Varım!” demeye dili varmıyor. Evet, ezel-ebed yaşayacağız; bunun da sırrı şiirde, kelimede, cümlede gizli.

Bülent Işık : Şiir ortamından söz eder misiniz?
Ali Büyükçapar : Şiir için mekan şart, şekil şartı kadar. İçsellik ve bunun tamamlaması gereken dil zenginliği, imge, buluş, anlatım tekniğinin de olması icap ediyor. Şiir kendi ayaklarıyla çıkıp gelmez. Şiire gidilir o gizlidir ona ulaşmak için duygu, iç güdü, düşünce, araf, birleşik yapı, bilinç ortamından geçmek şart. Tasavvuf edebiyatı diliyle söyleyecek olursak şöyle sıralamam gerek. Emmare, levvame, mülhime, mutmainne, raziyye, marziyye, kamile. Bu evreleri bize kültürümüz hatırlatıyor. Günümüzde alt alta dizilen kelimelerle şiir yazdığını zanneden Zangoçları uyarıyorum, yazmasınlar, oturup önce okusunlar, irfana dalıp, hayretlerini gizlesinler hele. Şimdi Yediiklim dergisinin 238. Sayısında yer alan “Ergenekon” adlı metinden şiir diye yazılan şu mısralara bakın hele:
“Aba altından
Asker ocağından
Yar kucağından
Hala ha bire sopa gösteren
Canı sıkıldıkça muhtıra veren, rapor alan
Mematiyi çıldırtan, borsayı hoplatan
Minareye kılıf uyduran
Aynı hamamdan çıkan, aynı tasla yıkanan
(Eee bu ne lan)”

Fesuphanallah şimdi el insaf, nerde şiirin ana temaları?

Bülent Işık : Günümüzde şiir ne halde?
Ali Büyükçapar : Şiiri kendi mecrasında yazanlar var. İsmail Karakurt gibi. Şiiri okuduğunuzda tatdırmalı, dünyaya çivileyip Maveraya kanat açtırmalı. Az sayıda şair var şiir üzerinde emek harcayan hayli fazla sayıda yazıp yayınlattıklarıyla şiirin etrafında dönüp dolaşanlar var.

Bülent Işık : ilk kitabınızdan başlayıp bu güne gelişinizden başlayıp bahsedermisiniz?
Ali Büyükçapar : Malabadi otuz üç şiirle yola çıktım. Yayınlanan ilk kitabım şiirdir. Elimde yayınlanmayı bekleyen başka eserlerim olduğu halde tercihimi şiirden yana yapmıştım. Geçen yirmi yıl tespitimin haklılığını ortaya çıkardı. Malabadi kitabımı gül bahçesinin tarhları gibi düzenleyip bölüm başlıklarını şu isimlerle ayırmıştım; Lotüs, Krizantem, Hüsnü Yusuf, Firuze, Gavur Gölü, Nilüfer.
Malabadi kitabımdan Eflatun Çığlık şiirini okuyalım.

“ Kervanım denklerini almış beni çağırır
Gideceğim evet gideceğim
Göl buz tutsun dağlara kar yağsın,
Zemheride mor bir gömlek giyeceğim
Tütün balyalarını denkleştirip
Sevgilimin gözlerinden öpeceğim “ (Sh. 13)

Şiir yayınlandıktan sonra ilgilerin arttığını gördüm. Malabadi kitabım 1996 da yayınlandığında talep gördü, hakkında eleştiriler yapıldı bir haylide tanıtım yazıları kaleme alındı. Şiirle başladığım kültürel çalışmalarım için farklı bir boyut seçip hangi kültürel donanıma sahip olduğumu okurlarımla paylaşmak istediğim için “Kitap Pusulası”nı yazdım. Kitap Pusulasında okuma serüveninde seksenli yılların hangi kitaplarla şekillendiğini gösterip kendi kuşağımın elindeki kitapların neler olduğunu gösterdim. Çalışmanın ne idüğünü nasıl olması gerektiğini anlatıp okurlarımla paylaştım. KIRK HADİS kitabını geleneği yaşatmak adına kaleme aldım. İSMİ AZAM kitabım Allahın doksan dokuz adının etrafında yazdığım bir Tevhit kitabıdır. Allahı tanımanın Ontolojik olarak mümkün olup olmadığını yazdığım İSMİ AZAM da. Dünya edebiyatının mistik öğelerini kullandım. NECİP FAZIL kitabım ise Master Tezimdir. O kitabım ehline malum “Hafız Osman Sandal” kitabı biyoğrafik bir eserdir. Türkiyede yaşamanın bedelini anlatır. ULU KAPI SIRLI YOL ise başlı başına bir Peygamberler tarihidir.

Bülent Işık : ŞAHMERAN’a gelelim diyorum?
Ali Büyükçapar : ŞAHMERAN en son kitabım. Uzun yıllardır üzerinde çalıştığım şiir metinlerini farklı adlar başlıklar altında guruplara ayırdım. Kitabın bölüm adları aslında diğer kitapların da habercisi adlar şunlar :

A- Menekşeli İlahiler
B- Hacı Bektaş’ın Laleleri
C- Dokban Üç Harbinden Tabyalar
D- Tufan Söylevi
E- Milcan’da Kar Fırtınası

Bülent Işık : ŞAHMERAN’ın manası nedir?
Ali Büyükçapar : Din ve İnanç Sözlüğünde şöyle bir tanım var: Ortadoğu ve Anadolu halk inancında, başı insan gövdesi ejderha şeklinde olduğu düşünülen yılanların kralı; yeraltı aleminde yaşayan ejdarha. Kubbealtı lugatı da şunları söylüyor: Yılanların Padişahı. İnsan başlı, insan gibi konuşan zebercetten bir taht üzerinde oturan efsanevi masal kahramanı yılan, yılanların şahı, şah-ı maran.

Bülent Işık : ŞAHMERAN’ın yayın evresini anlatır mısınız?
Ali Büyükçapar : İki binli yıllar acılarla başladı. Bu yüzyılın ilk demlerinde babamı bilahare annemi ötelere uğurladım, akabinde kırıldım yaşadığımız olaylar kolumu kanadımı kırrdı. Okuyup yazmasaydım kendime gelemezdim. İncili Şerif kitabı şöyle der: “insan ekmekle yaşamaz, onu yaşatan Tanrı kelamıdır.” Buna inandım ve yoluma öylece devam ettim. Geçen güz mevsimde kırlangıçlar maraş’ı terk edince içime düşen sessizliği dağıtmak muştulara gark olmak için güzle birlikte ŞAHMERAN kitabımın düzenlemesini yaptım, kitabımı hazırladım. Yazılması, teknik hazırlıkların yapılması, okunup dizilmesi bir mevsim aldı. Çete bayramı günü geldiğinde kitabım basılmış olarak dükkanıma teslim edildi. Şahmeran dükkanda iki hafta dinlendi ondan sonra 27 Şubat 2010’da Trabzon Caddesinde “Dondurma” pastahanesinde imza-tanıtım kokteylini yaparak okurlarıma sundum.

Bülent Işık : ŞAHMERAN yayınlandı, ne bekliyorsunuz?
Ali Büyükçapar : Şahmeran, cemrelerle birlikte hayata merhaba dedi. Kitabım yolda yoldaşım, sırda sırdaşımdır. Kitabımı can yoldaşım Hasan Aksüt’e ithaf ettim. Hasan’ın sevgisi benim için tarifsiz gökkuşağı sevincidir. Kitapta kendilerine şiir ithaf ettiğim umutları benim umudumdur. Rus Balerin Anna Paloma’nın yaşamı Kızılcık şarabından daha esrüktür.
Şahmeran’ı nelerin beklediği sır. O da bir insan gibi kendi kaderini yaşayıp benimle birlikte Yüce Mevla’ya doğru yürüyecek bakalım Şahmeran’ım bu imtihandan nasıl nasiblenecek.

Bülent Işık : ŞAHMERAN’ın size halırlı olmasını diliyorum.
Ali Büyükçapar : Teşekkür ederim. Kitabımın gün yüzü görmesinde katkı, ilgi, yakınlığı olan bütün dostlarıma teşekkürlerimi sunar, okurlarıma bu kitabımın esenlikler getirmesini dilerim.

Köroğlu Hikayesi

Hacı Ali ÖZTURAN

(Geçen Sayıdan Devam)


ÇAMLIBELİN TAPUSU

Günlerden bir gün, Deli Yusuftan haber geldi. Köroğlu, habercinin ge-tirdiği mektubu aldı. Okuma yazma bilmediği için Hoylu Beye uzattı.
-Oku hele ne yazıyor?
Hoylu mektubu okumaya başladı:
-Oğlum Ali, sağlığım yerinde olup kaygılanacak hiç bir şey yoktur… Padişahımız Moskofla harbe tutuşmuş… Ne duruyorsun? Git devletimize yardım et. Savaşı kazandığında Padişahımız, “Dile benden ne dilersen.” derse, Çamlıbelin tapusunu iste. Tez ol. Gecikme. Hepinize selâm eder göz-lerinizden öperim.
Bu öğüt de Köroğlunun aklına yattı. Emir verdi. Hazırlık yapıldı. Atlan-dılar, silahlandılar. Savaşın olduğu yere doğru yola çıktılar.
Bir hafta sonra savaş yerine vardılar. Köroğlu dolandı, düşmanın arkası-na geçti. Moskofa arkadan vurup, iki ateş arasında bırakmak istiyordu. Oniki telli, yirmidört perdeli, sedefkârî sazını omuzundan çıkardı. Aslan kükremesi gibi gür sesiyle Kıratın üzerinde askerlerine kumanda verdi. Ba-kalım ne dedi:
Ay batsın ağalar güneş tutulsun
Parladı parladı çalın kılıcı
1/79 Oklar gıcırdasın ayyuka çıksın
Mevlânın aşkına çalın kılıcı

Durmayın orada kargı kucakta
Dolansın yiğitler köşe bucakta
1/80 Bir savaş edelim kelle kucakta
Şehitler aşkına çalın kılıcı

Koç yiğitler bu yol burda kışlasın
Yılan dili eğri hançer işlesin
1/81 Zalim düşman el amana başlasın
Kaçanı göndermen basın kılıcı

Koç yiğitler melemeli dev gibi
Düşman boyu devrilmeli dağ gibi
1/82 Avına dest vurmuş koca bey gibi
Haykırı haykırı çalın kılıcı

Koç Köroğlu girdi meydan almaya
Nâra vurup düşmanına dalmaya
1/83 Yemin ettim yeri derya kılmaya
Doldurun denizi basın kılıncı
Deyip bağladı. Sazını omuzuna astı. Kalkanını koluna aldı. Kancık katır sidiğinden su verilmiş Kirmânî kılıcını sıyırdı:
-Beni seven ardımdan gelsin!
Diyerek Kıratı Moskof ordusunun üstüne sürdü.
Köroğlu ve arkadaşları çeşit çeşit seslerle, nâralarla, haykırışlarla bir an-da Moskof ordusuna dalınca Moskof ordusu bir an duraladı; şaşırdı. Bu şaş-kınlığı padişah değerlendirdi. Askerlerini peşine taktı, düşmana daldı. İki ateş arasında kalan Moskof ordusu tutunamadı, kaçtı.
Savaştan sonra ordugâhın biraz uzağında Köroğlu dinlence verdi.
Padişah gerekli görüşmelerden, kabullerden sonra sordu:
-Kimdir bu kullarım, neden el gibi uzakta dururlar? Varın çağırın, tez gelsinler.
Haber Köroğluna iletildi. Köroğlu kendisine çeki düzen verdi. Poşusunu çözüp yeniden bağladı. Ucunu sağ yanağından aşağı bir arşın sarkıttı. Bıyı-ğını burdu, uçlarını kıvırıp al yanağına oturttu. Kırata bindi. Huzura vardı.
Padişah sordu:
-Kimsiniz, necisiniz? Niye el gibi uzakta oturursunuz?
Köroğlu dedi ki:
-Sivas dağının konar göçerleriyiz Hünkârım. El gibi oturuşumuz el ol-duğumuzdan değil, asker olmadığımızdan. Ordunun yakınında dinlence ver-seydim, belki ordunuzun disiplini bozulurdu. Bizim başı bozukları görünce, belki sizin askerleriniz gevşerdi. O yüzden uzak durduk.
Pâdişah:
-Savaşta bize yardım eylediniz. Sağ olun!
Deyince Köroğlu:
-Hep baba oğula mı yardım eder Hünkârım? dedi. Kimi zaman da oğul babaya yardım eder.
Padişah bu akıllı karşılığa gülümsedi :
-Güzel konuşuyorsun… Adın ne?
-Ruşen Ali …
-Ruşen Ali. Dile benden ne dilersen!
-Sağlığınızı dilerim Hünkârım.
-Sağ ol. Ama başka bir dilek dile.
-Sağlığınızı dilerim Hünkârım.
-Sağ ol yiğidim, ama yardımına bir armağanla karşılık vermek isterim. Dile benden ne dilersen.
-Hünkârım. Biz Sivas Dağının göçebeleriyiz. Sivas Dağında Çamlıbel denilen yerde bir yayla var. Oranın tapusunu dilerim.
Hünkâr buyurdu, kâtip yazdı:
-Sivas Dağı Çamlıbelde, bir insan bağırdığında duyurabileceği en uzak yerlere kadar olan bölgeyi Ruşen Aliye armağan ettim.
Padişah kâğıdın altına tuğrasını bastı:
-Başın sıkışırsa bana gel yiğit.
Deyip Köroğlunu uğurladı.

Meddahımız:
-Belî ağalar, kıssa-i mâcerâmız burada karar kılmakta… Sürç-ü lisan ettikse affola…
Diyerek sandalyesinden indi.


Devam Edecek

İrşad:Hasan Basri Tapdık Baba

İRŞAD


Malüm olsun ki hilkat-i alemden murad zuhür-i Hakdır ki, alem-i gaybde sırr-ı hafa olan sıfalarını, münasib vücüdlar ile surete getirdi ayan olmak için. Bundan ma’lum olduki, bizi halk etmekden murad ma’rifetullahdır.
Küntü Kenzen mahfiyyen feahbebtü en u’refe fehalaktü’l- halka li-u’refu:
Ben bir gizli hazine idim bilinmekliğime muhabbet eyledim, beni bilmeleri için alemi halk eyledim.
Ayan olan vücüd vücüd-i vahiddir, zat-ı mutlakdır. Varlığın aynıdır. 0 sebebden mü’mine farz olan Hakk’ın varlığın ve birliğin bilmekdir. Zira evvel o, Hak varlığın ve birliğin ayan etdi. Amma vücüd-i vahid, sıfatları sebebiyle çok görünür. Hakikatde zat vahiddir, kabil-i inkisam değildir. Misil ve şeriki yokdur. Zira vücüd-i mutlak sıfatından kat’ı nazar, zıddı yokdur. Zira vücudun zıddı (adem) yokluk demekdir. Misli ve şeriki yok vücüd-i mutlakdır. Ve amma zat, sıfatıyla ayan ve sıfat zatiyle ayandır. Nitekim cansız ten vücud bulamaz. Ve tensiz can da vücüd bulamaz. Elbette ten vücüd bulmağa can gerekdir. Bunun için zahire batın, batına zahir lazımdır. Ahire Evvel, Evvele Ahir. Elbette biri, birisiz olmaz. Süret ve mana birdir. Mesela: Zeyd, ten ve canı ile Zeyd’dir. Ten, can itibarda ikidir, ve hakikatte birdir: Evvel, Ahir, Zahir, Batın hakikatda birdir, amma itibar-ı meratibde çoktur. Zat-ı mutlak dahi esma ve sıfatıyle birdir, ve amma Zat-ı Mutlak zuhür itibarınca mertebede bir bulunur. Mesela:
Batın, Zahir, Evvel, Ahir, deriz. Amma Batında gerçi meşayih meratib itibar ederler. Amma itibar derler. Zira Batın nür-ı sıfattır. Bi-renk ve bi-vasf ve bi-nişandır ki, bi-nihayet nurdur. La tüdrikühu’l-ebsar Gözler O’nu göremez. Basar hafadır. Zaman O’ndan O zamandan değil, mekan O’ndan, O mekandan değildir. Mertebe-i Vahidiyettir, Cem-i süretidir. Sıfattan, isimden, resimden, münezzehtir. Meratib sürette ve sıfatda olur. Mertebe-i Ahadiyyet süretten ve resimden beridir Onda mertebe var demek emr-i itibaridir, bi-vasf vasfa gelmez. Amma süretin ve sıfatın menşeidir. Alem-i batın-ı hafada olan sırları ayana getirmek diledi. O, taayyün buldu. Ona Taayyün-i evvel derler. Ve Alem-i Ceberüt ve İnsan-ı Kebir derler, ve Bahr-i a’zam ve İsm-i a’zam ve ezelü’azl, Zat-ı muhit ve Akl-ı kül ve Hakikat-ı Muhammediye ve Adem-i hakiki derler.
Makam-ı hakikatin ve meratıb-i tevhidin ikincisi tevhidi sıfatdır. Tevhid-i sıfatın tarif ve keyfıyyeti hayat, ilim, Semi’, basar, iradet, kudret, kelam, tekvin Hakk’ın sıfatlarıdır. Diri olan Allah’tır, gören Allah’tır, irade sahibi Allah’tır, kadir Allah’tır, söyleyen Allah’tır, yaratan Allah’tır. Talib, bu sıfatlarla mevsuf olanın Allah olduğunu zevkan bilecektir. Bu sıfatlar salike ayine olup, bu ayineden Hazret-i mevsufu müşahede eyleyecekdir.
Merütib-i tevhidin üçüncüsü tevhid-i Zat’dır. Tevhid-i zat demek; Vücüd Hakk’ındır. Gayrın vücüdu yokdur. Zira “Küllü şey’in halikün illa vechehu” ve “Küllü men aleyha fanin ve yebka vechu Rabbike zül-ce1li yel-ikram”. Yani:Her şey halik ve fanidir. Ancak Zatullah fani değildir. Eşya haliktir demek: Ma’dumun ise vücudu yoktur. Ancak vücut hakk’ındır, Gayrın vücudu yokdur.

Kitap Tanıtımı




İman Ahlak İlişkisi

İlhami GÜLER

Müslümanların medeniyet kurdukları dönem, Allah’ın sıfatlarının dolayısıyla insandan ne istediğinin iyice kavrandığı ve imanın varoluşsal bir süreç olarak yaşandığı dönemlerdir. Kur’an, Allah ve ahiret hayatı ile insanın yeryüzündeki yaşamı ve sorumluluğu arasında canlı dinamik ahlaki bir denge bir bağ kurmuştur. Bu denge orta çağda oluşan din bilimleri ve arada kelam disiplini tarafından gereği gibi korunmamıştır. Akait prensiplerinin yer yüzü insan hayatı ve sorumluluğu ile ilişkisi üzerinde durulup Kur’an’ın yaptığı gibi çoğunlukla ahlak ve bilgi teorisi yapılacağı yerde genellikle bu ilkelerin aşkın, tabiatları üzerinde varlık teorisi yapılmıştır. Bunun sonucu olarak da oluştaki (Tabiat, Toplum) sürekli değişim, vakıa gözden kaçırılarak özünden “mesihci” olan Kur’an’ın “Tevhidi” kültür-insan zihniyeti, dünya görüşü, kısmi olarak “Zahid” ve “uyumlu” kültür- insan zihniyeti ile yer değiştirdi. Diğer taraftan özünde bir geçiş dönemi masajı olan Hz. İsa Mesih’in İncil’i, st.paul ve kilise tarafından yorumlanışı ile orta çağda uyumlu ve zahit bir yapıya zaten dönüştürülmüştü. Son yüzyıl dünyaya hakim olan “Duyumcul” veya “Kahraman” kültür, işte böyle bir ortamda bir tepki olarak, batı’da doğudu ve gelişti.