Merhaba

Merhaba!

Yaz geldi. Maraş önümüzdeki günlerde yanıp kavrulacak. Ova sarardı, Ahırdağ yeşil sarı tonlar arasında raksediyor.
Kırlangıçların avazı tenha sokaklarda çınlıyor. Çarşıbaşı’nda tanıdık simalar, Boğazkesen’de arkadaşlar, Sarayönü’nde eski zamandan kalan sözler dönüp dolaşıyor.
Maraş’ta Devlet olmak, Maraş’ta Devletlü Saadetli olmak erdem. Her gün özelleştirilen devletimizden bakalım Maraş’ta yaşayan biz Türkler’e ne kalacak?
Dert kalsın, tasa kalsın, acı kalsın, zenginlik, refah, aymazlık devleti özelleştirenlerin yoldaşı olsun. Türk milleti özelleşen devlet mefhumunun acısında boğulur. Güçlü devlet istiyorum tarihten gelen otoriter devlet olgusunun diliyim, yüreğiyim.
Türk Devleti’ni Kızılelma Ülküsü bilir!
Engizek, Berit, Kızıldağ, Nurhak’ta biz vardık, yarın da biz olacağız. Hartlap, Dereboğazı, Yavşan, Uludaz evimiz barkımız.
Karlı Tanrı Dağları’nın gökyüzlü Bozkurtları sayhalarınızı yükseltin de Roma’nın meydanları çınlasın, üç hilal dalgalansın, gülbank çekilip Şah’ın adı yüce tutulsun.
Medet ya Haydar!

NOT: Ekim ayına kadar yayına ara veriyoruz. Zahire tutup, Zülfikarı bileyeceğiz, polatlanıp güz esintileriyle tekrar dirileceğiz.

Firuze

FİRUZE

Neydi suçum ne yaptı ellerim
Soluğum üşütür geceyi
Haramiler kesmiş yolumu
Sırrın içimde kara güneş

Var ettin varlığınla yalanımı
Bir avuç köpük hayatım
Nur ırmağı sesin
Varıp eşiğine yüz sürsem şahım

Yüküm ağır yolun uzun mu uzun
Düşler istiyorum sevgilim senden
Kınalı parmakların abı hayat
Testim sana hasret

Zulmet perdeledi gözlerimi
Göster ceylanını ki inanayım

Avcı değilim bakma ellerime
Ruhum talan edildi vücudum yağma
Sözlerin inci tanesi
Paha biçilmez tanesi
Ah sultanım bir satın alabilsem.

Ali Büyükçapar

SEZAİ KARAKOÇ ŞİİR ANLAYIŞI


SEZAİ KARAKOÇ
(D. 1933)
Fatih OKUMUŞ


II. ŞİİR ANLAYIŞI

Sezai Karakoç’a göre şiir “kelimeler ülkesi”dir. Bu ülkeye girmenin bir usulü erkanı vardır. 0 da ‘atalara uyarak” bu kelimeler ülkesine “gülle” girer. Şair adlı şiirinde de şaire şöyle seslenir “Ve sen şairsin kelimeler ülkesindeki bilge”.
Her ülkenin olduğu gibi “kelimeler ülkesi”nin de kendine özgü kanunları, nizamları vardır. Tüm sanatların kaynağı olan şiir, haddini bilmeli, kendi alanını muhafaza ettiği gibi başka alanlara da tecavüz etmemelidir.

A. Şiir Tüm Sanatların Kaynağıdır:

Sezai Karakoç’a göre şiir tüm sanatların kaynağıdır. Bütün sanatlar onun ateşini çalmış, böylece, her sanata şiir yayılmıştır. “Bunun içindir ki musiki parçasında şiir, resimde şiir, mimaride şiir, sinemada şiir aranır. Ama, yine de şair, şair olarak kalmak ve kaynağını saf ve arı korumak zorunda.”

8. Şiir Dinin Yerine Geçmeye Kakışmamalı:

“Şiir şiir olarak kalmalı, dinin yerine geçmeye kalkmamalı. Buna kalkarsa, kendi kendine de ihanet etmiş olur. Hz. Peygamber, bu ölçü içinde, şiiri yüceltmiş, şiir eğitimine değer vermiştir. (...) İslam isteseydi, cahiliye devrinin inançları gibi şiirini de yok edebilirdi.”

C. Şiir Diğer Sanatlar İçin Kullanılmamalı:

“Şiir görüntü gösterilerinin bir unsuru yapılmamalı. (...) Televizyon ekranları, tiyatro ve sinema salonları, şiirin bir kurban gibi boğazlandığı sunaklar olmamalı. (...) Yalancı tanrılar, putlar yaklaşamamalı bu tapınağa ve bu törene. Rahibi, şair olmalı bu törenin; Madem ki, kurbanı odur.” “Şair, eserinin, bütün art niyetler ve öbür sanatlar uğruna kullanılışına paydos demelidir.”

D. Edebi Sanatlar:

“Şiir için imaj ve her türlü edebi sanat gereklidir. Ama şiir bunlara kurban edilmemelidir. Çağımız şairleri de aslında bütün sanatları gerektikçe kullanmışlardır. Şu farkla ki, onlar, bunu adeta, şuuraltından yapmıştır. Adeta bilmiyormuşçasına.”

Evet, çağımız şairlerinin çoğunun bu edebi sanatları bilemeyecek tarzda yetiştikleri açıktır. Belki de şuuraltından edebi sanat kullanmak, Amerika’yı yeniden
keşfetme çabasıdır.

E. Sanat Eseri, Yaratışın Taklididir:

Kula ‘yaratma kelimesinin izafe edilmesi meselesi tartışmalıdır. Estetik biliminde çok tartışılan bir mesele de taklittir. Karakoç, gerçek sanatçının yaratma eylemini taklit ettiğini söyleyerek konuya orijinal bir açılım kazandırmıştır. Sanat eseri üretme ameliyesinin püf noktası işte burasıdır.

“Sanat eseri, yaratışın taklididir, yaratılanın değil. Yapıt, yaratılanın taklidi
oldukça değerden düşer. Yaratışın her an yeni kalışındaki, orijinal oluşundaki sırrı
anladıkça da yoğunlaşır.”
F. Sanat Eseri Bir Ülküye Alet Olabilir:

Günümüzde de tartışması sürmekle birlikte, Karakoç’un edebiyat dünyasında ilk boy gösterdiği yıllarda hararetle tartışılan, sanat eserinin ideolojik bir mesaj taşıyıp taşıyamayacağı, bir davaya alet edilip edilemeyeceği tartışmasına “Sanat güdümlü de olabilir, şartlanmış da. Bir ülküyle şartlanmak, sanat eserinin estetik bir değer almasına engel değildir. Çünkü bir sanat eseri, bir ülküye alet olduğu kadar, o ülküyü alet olarak kullanır. Bu açıdan, sanatın işlemi çift değerlidir, kullanır ve yayar.”

G. Şiirde İnsan:

“Merdüm-i dide-i ekvan” olan insandan müstağni kalan şiir uzun ömürlü olamaz. Aslında yalnız şiir için değil her sanat, her düşünce için geçerlidir bu hüküm. Ancak her sanatın, her felsefenin, her dinin insana bakış açısı, insanı ele alış tarzı farklıdır.
“Roman, somut insanın peşindedir. Şiir soyutlaştırmıştır insanı. (...) Yani roman, genel insanı bile özelleştirir, somutlaştırırken, şiir, özel kişiyi, genel insanı olduğu gibi, niteliklere indirir, soyutlar; bu şartla özel kişilerin kokusunu taşıyabilir. Somut insan, en çok, bir enstantane olarak şiire girebilir.”
“Şiirin gerisinde insan olmalıdır. “Her çağda, her şiirle yenilenen” İnsansız şiir tez ölür. Şiirimizdeki bazı serüvenler, iyi olmayan örnekleriyle tepki ya da ilgisizlik uyandırıyorsa, insansızlıklarındandır 0 şiirlerin. Şiirine insan ya insanlık fonunu koymayanlar kaybedecek, okur, şiirlerinde, bozuk bir geometriden başka bir şey bulunmayanları fark edecektir hemencecik.”

H. Şiirde Mantık:

Sezai Karakoç’a göre şair, düşünceyi, ya olağan dışı bir zekayla donatarak, ya aptallaştırarak kullanır. Şiir mantığı, düz yazı mantığı ile başlar; en az odur. Ama onunla yetinmez; onu, kendi yapısının gereği işlerle yükler. Eski şiirle yeni şiiri ayıran, mantık karşısındaki durumlarıdır. “Yeni şair, mantık karşısında daha açık ve daha aktiftir. Her şiir geldikçe mantık değişir gibi oluyor. Giderek bir özel mantık doğuyor (Şiir mantığı), adeta.”

İ. Şiirde Form:

“Şiirin birimi şiirdir. Onu biçim (şekil) ve öz (muhteva) diye ikiye ayırmak sadece poetikada olabilir. Yoksa biçim ve özü şiirden ayrı ayrı çekip çıkarmak mümkün değildir. Kendine mahsus bir özü olmayan şiirin biçimi de yok demektir. Var gibi görülen ses ve geometri, sadece boş bir kalıptan başka bir şey olamaz. Nasıl ki maskeye de insan yüzü denemez. Öte yandan, biçimi olmayan şiirin özü de yok demektir. Yüzü olmayan insan olmayacağı gibi, şekilsiz şiir de olamaz.”
Sezai Karakoç’a göre klasik şiirle modern şiiri ayıran, ilk bakışta sanıldığı gibi birinin, formu olan şiir, öbürününse şekilsiz (amorf) şiir olması değil, sadece, birinde, ortak biçiminin görünür planda, farklılıkların daha iç planda olması, öbüründeyse, tersine, farklılıkların görünür planda, ortak yanlarınsa iç, görünmez planda bulunmasıdır.
Karakoç, vezin ve kafiyenin aslında tamamen kaybolmadığını serbest nazımda gizli bir aruzun söz konusu olduğunu, kafiyenin de mısra içlerine kaydığını ve daha genel bir çağrışım düzeni halini aldığını söyler.
“Vezin ve kafiyenin görünüşte ölümüne aldanmamalı. Aruz ve hece sesi, her şiirde, belki her mısrada değil ama, yer yer, yoklamasını yapıp durmada. Gizli bir aruz, gerçek şiiri içten besleyen, ses mimarisi, tarihin ölmez mirasıdır. Kafiye, belki, sondan mısra içlerine kaymış, daha genci bir çağrışım düzeni haline gelmiştir. Serbest nazım ya da şiir dediğimiz zaman, akla düz yazının bir türü, ya da bütün koşullardan bağımsız bir şiir türü gelmemelidir. Serbest nazım ya da şiir, vezni ve kafiyesi şairi tarafından aranıp bulunan, sonra da şiirde kaybedilen şiir demektir.”

K. Gelenek ve Şiir:

Uygarlık süreğendir. Sezai Karakoç yeniliği “geleneğe bir adım daha attırmak” olarak anlar. “Her yeni uygarlıkta, bazı arketiplerin ve leitmotiflerin ön plana, bazılarının da arka plana geçtiği görülür. Kimisi, gelişir, serpilir, güneş gibi parlar. Kimi atan hale gelir. Ay gibi bulutlar arkasına saklanır. Kimi arkaikleşir, kimi güncelleşir. Ama, aslında, şu ya da bu şekilde, her biri hayatını şiirlerde sürdürür,”

“Her yeni şair, onlardan vareste kalamaz. Her yeni şiir, onların içinde doğar. Ve onlar, ne kadar değişik olursa olsunlar, ne yapıp ederler, her yeni şiirin içinde yeniden doğarlar.”

Gelenek, uygarlığın kendi bünyesinde taşıdığı, şairin istese de kurtulamayacağı bir özdür. “Aslında ne gazel ölmüştür, ne de kaside. Küçük aşk şiirleri, gazelin süreği değiller midir? Kasideler, mevsim tasvirleriyle başlardı. Şimdi, kaside uzunluğundaki şiirler, kimi zaman yaz, kış, sonbahar, bahar şiiri adını almakta, ya da onlardan yola çıktıktan sonra kasidelerde olduğu gibi, asıl konuya girmekte. Kasidelerde kişilere olan bağlılık, günümüzde doktrinlere, sistemlere, dünya görüşlerine bağlılık biçimine girmiş durumda. Kitaplık çapta şiirler de Mesnevilere karşılıktır,”
Şiirimiz mensubu bulunduğumuz İslam uygarlığından beslenmiş ve sırası geldiğinde İslam şiirinin meşalesini de taşımıştır. “Nasıl Osmanlı varyasyonu, İslam Uygarlığı içinde üçüncü büyük atılımıdır. Şiirimiz, Arap ve Acem şiiriyle, ortak bir köke sahiptir bu yüzden Ama orijinalliğe erişmiştir. Orijinal olmak demek, köksüz ve geleneksiz olmak demek değil, tam tersine, çok cepheli, engin bir gelenek temeli üzerinde yeni olabilmek demektir. Divan şairlerimiz, daha önceki, Arap ve Acem, ya da çağdaşları Acem şairleriyle yarışmışlardır. Onları taklit etmemişler, onlarla yarışmışlardır. 16. yüzyıldan sonra da yarış bayrağını artık bizim şairlerimiz elden ele devreder olmuştur. Şiir meşalesi bize geçmiştir (1988, s.106)
Yenilik, geleneğe bir adım daha attırmak şeklinde anlaşılmıştır. Mazmunların dışını değil, içini yenilemişlerdir. Bir Baki mazmunu, bir Nedim mazmunu, bir Galip mazmunu vardır. Ayni mazmunun çağ çağ yenilenişi ve zenginleşmesi olarak.
“Tümüyle Divan şiirimiz, sanki, 500-600 yıl yaşamış ve hiç ihtiyarlamamış bir
şairin Divanı şeklindedir. Her yüzyılda yeniden gençleşen bir şairin divanı.”
Sezai Karakoç serbest şiirin köksüz ve nevzuhur olduğu iddialarına karşılık
kendi tercihi de olan bu tarzı savunur. Avrupa’nın serbest şiiri Endülüs yoluyla
aldığını belirterek, bu tarzın İslam uygarlığının öz malı olduğunu hissettirir.
“Serbest şiir, sanıldığı gibi, yirminci yüzyılın getirdiği bir tarz değildir. Eski Yunan, Latin ve İslam öncesi Arap ve Türk şiirinde de örnekler vardı. Vezin ve kafiyenin, bir kale duvarı sağlamlığı ve düzenine, ancak İslam uygarlığında ulaşıldı. Batı da bu düzeni, Endülüs yoluyla aldı. Hem seste, hem biçimde, hem de konularda, modern çağ batı şiirinde devrim, Endülüs etkisiyledir.”

L. Na’t

Sezai Karakoç na’t türüne özel bir önem verir. Na’t’ı şiirin ufku olarak niteler. Kendisi de na’t yazmıştır. “İnsanın ufku mümindir. Müminin ufku Peygamber. Peygamberin ufku da, mutlak gerçeklerin habercisi, her peygamberi şahsiyetinin katlarında bir yaprak gibi bulunduran Son Peygamber... Peygamber nasıl insanın ufkuysa, Na’t da şiirin ufkudur.”
Na’t “sahabeliğe bir uzanış”tır. “Na’t, Peygamberin şiirle yapılmak istenen bir portresidir. Her şair, durduğu yerden ve görme kabiliyeti ölçüsünde Ona bakar; O büyük mükemmelliğin karşısındaki duygularını zapt etmeğe çalışır. Bütün na’tlar adeta, tarih boyunca yapılan tek bir portrenin farklı cephelerden birer örneği gibidir ve tek bir portre içindir.”

M. Şiir ve Şair Ölmeyecektir:

Çağdaş toplumda şiirin ve şairin değerinin bilinmediğinden şikayetçi olan
Karakoç, her şeye rağmen şiirin ve şairin geleceğinden ümitlidir.
“Şiir ve şair ölmeyecektir. Çünkü: insan ölmeyecektir. Çünkü: hakikat ölmeyecektir.” diyen Şair’e göre “şiir, hakikatin, yüzülebilecek bir derisi değil, ;çıkarıldığında, insan hakikatinin hayattan yoksun kalacağı kalbidir, Şiir, hakikatin, doğa ve tarih içinde atan nabzı, çarpan yüreğidir.

KAYNAKLAR

KARAKOÇ, Sezai. 1985. İslam’ın Şiir Anıtlarından. Diriliş Yayınları. İSTANBUL.
KARAKOÇ, Sezai. 1987. Şiirler VII (Ateş Dansı). Diriliş Yayınları. İSTANBUL.
KARAKOÇ, Sezai. 1988. Edebiyat Yazıları-I. Diriliş Yayınları. İSTANBUL.

Köroğlu Hikayesi - Hacı Ali Özturan

Geçen Sayıdan Devam...

Binbaşılarla, askerlerle helalleşti. Kalenin kumandasını Hoylu Beye verdi:
-Ben gelene kadar buyruk Hoylu Beyden çıkacak, dedi.
Köroğlu bahçıvanı aldı.“Al Allah kulunu, zapteyle delini.” deyip yola düştüler. Bir sigara içimlik yere kadar gittiler. Köroğlu kuşağının arasından tabakasını çıkardı. Bir sigara sardı. Eyerin üzerinde çakmak taşıyla kavı tutuşturmaya uğraşırken bahçıvan söze girdi:
-Köroğlu izin verirsen bir hikâye anlatayım da dinle, dedi.
-Anlat bakalım bahçıvan. Yolda yarenlik iyi olur. Vakit geçer.
Bahçıvan anlatmaya başladı:
-Adamın biri bir karış derinliğindeki küçük bir suda balık avlıyormuş. Öyle suda balık olur mu? Olmaz. Olmaz ama adam oltasını suya atmış, bekliyormuş. Zamanın padişahı, veziriyle tebdil-i kıyafet eylemiş, oradan geçiyormuş. Adamı öyle görünce, “Burada balık olur mu ki olta attın?” diye sormuş. Adam da, “Rızık verici Allah!” demiş. Padişah demiş ki, “Ben bu ülkenin padişahıyım. Oltana ne takılırsa bana getir, o takılan şeyin ağırlığınca altın vereyim.” Padişahla vezir gitmiş. Adam olta atmayı sürdürmüş. Sonunda oltaya, ortası delik bir kemik parçası takılmış. Adam kendi kendine demiş ki, “Padişah bana oltana ne takılırsa getir demişti. Balık diye ayrım yapmadı. Oltama kemik takıldı, ben de kemiği götüreyim.” Kemik parçasını almış, doğru saraya varmış. Padişaha durumu açıklamış. Padişah haznedarını çağırmış: “Bu adama, şu kemiğin ağırlığınca altın ver.” demiş. Adamla haznedar gitmiş. Haznedar kemiği terazinin bir kefesine koymuş. Karşıdaki kefeye iki altın atmış, terazi dengeye gelmemiş. Bir avuç altın atmış, kemik yine ağır gelmiş. Bir kürek altın atmış, yine kemik ağır gelmiş. Beş-on kürek daha atmış, yine kemik ağır gelmiş. Bir çuval altın koymuş. Yine kemik ağır gelince, haznedar telaşlanmış. Koşup durumu padişaha anlatmış. “Aman padişahım bu işe bir çözüm bul, yoksa hazinenin hepsini adama vereceğiz.” demiş.
Padişah akıldânelerini çağırmış. Durumu anlatıp, çözüm istemiş. İçlerinden biri kemiği inceledikten sonra demiş ki; “Padişahım bu kemik, gözün çevresindeki kemik… İnsanoğlunun gözü doymaz. İnsanoğlunun gözünü bir avuç toprak doyurur. O yüzden cenazeyi gömerken birer avuç toprak atarız. Bu kemiğin üzerine bir avuç toprak atarsak, bu terazi dengeye gelir.”
Padişah, akıldanesinin dediğini yapmış. Kemiğin üzerine bir avuç toprak atınca terazi dengeye gelivermiş.
Köroğlu:
-Sahiden de bahçıvan, insan oğlunun gözü doymaz, dedi.
Bahçıvan:
-Benim de gözüm doymadı Köroğlu, deyip sıkıntısını açtı. Bir etek bahşiş aldım. Gözüm doymadı, bir daha ayvanlı köşke vardım. Üç-beş altın daha yolumu bulayım dedim. Başıma belayı aldım.
-Ne belâsı bahçıvan?
-Ağam kızma da sana işin doğrusunu anlatayım. Ben Ayvazı hayatımda görmedim. İstanbula da hayatımda gitmedim.
Köroğlu Kıratın gemini çekti, durdurdu:
-Ne demek ulan bu? Yalan mı söyledin yoksa?
-Yalan değil Ağam. Biz Malatyada aşık oynarken, aşığımız cuk otursun diye “Ayvaz başı için!” der, aşığımızı öyle atardık. Ayvazı görmüşlüğüm yok. Ama duyardık ki İstanbulda, Üsküdarda Kasapbaşının Ayvaz adında bir oğlu varmış. Üsküdarın bütün kadınları, kızları Ayvazın yüzünü görmek için ondan alış veriş yaparmış. Kasapbaşı da Ayvazın yüzünü hiç göstermezmiş. Dar bir delikten Ayvaz eti verir, parayı alırmış. Kızlar, kadınlar, Ayvazın yalnız bileğine dek elini görürmüş.
Bahçıvan boynunu büktü:
-Durum böyle Köroğlu Ağam! İzin ver ben döneyim.
Köroğlu düşündü. Bu adamın kendisine yararı olmazdı. Üstelik kendisine ayak bağı olurdu.
-Pekey bahçıvan. Sen kaleye dön, amma bir daha yalan söyleme!
Bahçıvan, bir daha yalan söylemeyeceğine yeminler ederek kaleye döndü.
Bahçıvanın işi, bizim Keloğlanın işine benzedi:
Vakti zamanında Keloğlanın biri, ağanın birinin yanında azaplık yapıyormuş. Keloğlan değirmene git… Keloğlan bahçeye git… Keloğlan tarlayı sür… Keloğlan bakmış ki hayat zor. Kendi kendine demiş ki, “Ulan kel kafa, şu ağanın kızını kandırırsan ,onunla evlenirsen, bu dünyada sana yok yok. “
Keloğlan, fırsat kollamaya başlamış. Birgün tarlada ekin biçerken, atıyla ağa gelmiş. Keloğlan birden kendini yere atmış. Karnı sancılanmış gibi numara yapmaya başlamış. Kâhya, Keloğlanla ilgilenmiş. Aman Keloğlan, yaman Keloğlan… Keloğlan danalar gibi bağırıyor…
Keloğlan demiş ki, “Bu dert benim rahmetli babamda da vardı. İlacı köyde. Ağam atını versin de ilacı alıp geleyim.”
Kâhya durumu ağaya anlatmış. Ağa demiş ki:
-Ulan bu kel bok ölür mölür de başıma bela olur. Alsın atı da çabucak gidip gelsin.
Keloğlan sancılana sancılana ata bindi.
-Ağam oldu olacak şu kırbacını da ver. At kısmı kırbaçtan alır, demişler.
Ağa kırbacı da verince Keloğlan yola koyuldu. Doğru ağanın evine vardı. Köylük yerde 2-3 günde bir ekmek yapılır. O gün de ağanın evinde ekmek yapıyorlarmış. Keloğlan fırtına gibi avluya dalmış. Gümüş kabzalı kırbacı tanık olarak uzatmış:
-Ağam beni haberci gönderdi. Aha da kırbacı… “Ya avradı, ya kızı al getir.” dedi.
Kadın bakmış; at ağanın atı, kırbaç ağanın kırbacı, Keloğlan ağanın azabı; inanmış.
-Kızım, elim kolum hamur. Hadi sen git, demiş.
Kız Keloğlanın terkine binmiş. Keloğlan atı, tarlanın ters yönünde sürmeye başlamış. Kız demiş ki, “Aman Keloğlan şaşırdın mı? Tarla o yanda değil.” Keloğlanın yalanı tükenir mi?
-Kız senin haberin yok…. aban buradan bir tarla aldı. Şimdi onun ekinini biçtiriyor.
Biraz daha gitmişler. Ortalık ıssızlaşınca kız içinden, “Eyvah! Bu Keloğlan beni kaçırdı.” demiş. Kız düşünmüş, taşınmış. Kafasından bir düzen kurmuş.
-Keloğlan beni kaçırdın mı? diye sormuş.
Keloğlan böbürlenerek konuşmuş:
-Öyle oldu ağamın kızı.
-Ahmak Keloğlan.Benim gönlüm zaten sendeydi. Beni kaçırmaya ne gerek vardı. Babamdan isteseydin ben sana varırdım. Neyse… Olmuş işin yanlışı olmaz. Yoruldun, terledin. Şu ırmağa gir yıkan da ne yapacaksan ondan sonra yap.
Keloğlan sevincinden bir anda tulum (tuluk) çıkmış. Balıklama suya atlamış. Bir o yana bir bu yana şap şup kulaç ata dursun, kız Keloğlanın elbiselerini aldığı gibi ata atlamış, “Ver elini anamın evi!” deyip atı kırbaçlamış.
Keloğlan bir bakmış ki, kız ata binmiş kaçıyor. “Eyvah!” diye dövünmüş. Kafasında iki tel saçı varsa, onları da yolmuş. Elleriyle ayıp yerlerini örtmeye çalışarak sudan çıkmış.
Meğer oralarda bir kınalı keklik güzel güzel ötermiş. Tilkinin biri kekliğe yaklaşmış. Demiş ki:
-Keklik kardeş, senin gözlerini kapatıp da ötüşün var ya, ben ona vurgunum. Bir öt de dinleyeyim.
Keklik kanmış. Gözlerini kapatıp ötmeye başlamış. Tilki sıçradığı gibi kekliği yakalamış. Dişlerinin arasına almış. Keklik son çare olarak demiş ki, “Tilki kardeş, sen beni yiyeceksin, bundan kurtuluş yok. Hiç olmazsa Yarabbi şükür dedikten sonra ye.”
Tilki, “Yarabbi şükür…” derken ağzı açılmış. Keklik, “pırrr” diye uçup kayanın tepesine konmuş. Tilkiden canını güç kurtaran keklik:
-Ulan bir daha uykusu gelmeden gözlerini kapatanın…
Deyip sövmüş.
Avını ağzından kaçıran tilki:
-Bir daha karnı doymadan yarabbi şükür diyenin ….
Deyip sövmüş.
Keloğlan da saklandığı yılgın çalısının ardından fırlayıp:
-Ulan bir daha cenabet olmadan çimenin…
Deyip sövmüş.
Bahçıvanın işi de Keloğlanın işine benzemiş. “Bir daha tanımadığım adama sahip çıkarsam…” diyerek Çamlıbele dönmüş.

OKUNMAYAN KİTAPLAR

OKUNMAYAN KİTAPLAR

Milcan farkı budur!

Yayınlanan binlerce emekle okura ulaştırılan ama ne yazıkki okunmayan kitaplardan bahsedeceğiz bu köşede.
Yüce emekler zayi oldu.
Yazarın ortaya koyduğu heyecanlar harflerin zindanlarında kaldı. O umut çiçekleri devşirilmedi. Yazar sessizce kaldı, kitap boynu bükük orada durdu olan da kitaplaşan fikirlere oldu. İmge dünyasında dururken manalı olan o idealler harflerin dünyasına girince büyü bozuldu işin sırrı faş oldu.
Okunmadı bu kitaplar eğer okunsaydı Türkiye böyle olmazdı!
“İslam, dünyanın direğidir. Onun için müslüman dünyasının salahı ve uyanışı, kainatın salahı ve uyanışı kargaşalığı ve fesadı ise kainatın kargaşalığı ve fesadıdır” bu satırlar kitapta geçiyor. Daha başka ne desin Samiha Ayverdi, erenler!

İrşad

İrşad

Hasan Basri Tapdık Baba

“Şeriat’ı kavlimdir, tarikat fi’limdir. Hakikat halimdir, ma’rifet sermayemdir.
Hakikat Hakk’a giden mihirdir. Şeriat ibüdet-i cismi, namazı talim eder. Tarikat ibadet-i ruhu, niyazı talim eder. Şeriat iman-ı gaybi “ilme’l yakin”. Tarikat imdn-ı şuhüdi “ayne’t-yakin” isbat eder. Şeriat, mücib-i cami’dir, makam-ı nübüvvetdir. Sadr-ı Ahmed’dir. Tarikat meydan-ı mürşiddir, sahne-yi velayetdir. Arş-ı tecelli-i ahaddır. Camide fatiha okunarak el yüze sürülür. Huzür-i mürşidde fatiha yüz yüze gelmektir. Ehl-i şeriat “eş-Şeriat-ı akval-i” ile amildir. Ehl-i tarih “et-tarikatü ef’ali” ile amildir. Zahir ceseddir, batın ruhdur. İbadet-i şer’i zahir-ı vazife-i ceseddir. İbadet-i tarik-i batıni gıda-i rühdur. İbadet-i şer’i lazıme-i şeriatdır. Niyaz-ı tarıki bir lutf-i biat. Secde şükür, mirac cilve-i vuslatdır. Şeriat alem-i nasut, tarikat alem-i meleküt, marifet alem-i ceberüt, hakikat alem-i lahutdur. Alem-i ceberüt sırr-ı Cibril, Akl-ı Muhammediye, delil-i mavera-i sırr-ı Muhammedi, Şan-ı velidir.
Cami eda-yı salat-ı şer’i için mecma-ı kaffe-i mü’mindir. Huzür-ı mürşid, meydan-ı niyaz ve aşiyan-ı vahdet için “zaviye” mahall-i icra-i ibadet-i zahini camidir.” Makam-ı icra-i tarık ve erkan “huzür-i ve mürşiddir.” Feth-i mekke, “remz-i feth-i mutlaktır.”
Kıble-i kalb makam-ı teslimiyet dar’dır. Mahall-i irfan-ı Adem’dir. Cami numune-i hayat, meydan-ı mürşid memat. Cami de ibadet, borcunu ödemek içindir. Meydanda niyaz:
miraca varmak içindir. Cami, cennet pazarlığı mahallidir. Meydan cemalüllah pazarlığı mahallidir. Camide “ekimü’sselat” vardır. Meydanda “ilahi’ssücüd” vardır. Camide taşdan mihrab vardır. Meydanda nurdan “Elest” vardır. Camide “teveccuhü ile’l-kıble” vardır. Meydanda mukabil bi’I-kıble vardır. Camide müezzin, imam vardır. Meydanda rehber ve mürşid vardır. Camide imam-ı vazifedar vardır. Meydanda, imam-ı “inni Cailun fi’l-ard-ı halifeten” vardır. Camiye, emr-i ibadet-i ademi için gidilir. Meydanda, sırr-ı insan görülür. Camide, amin amin denilir. Meydanda, Allah Allah vird edilir. Camide, Fatiha okunarak el yüze sürülür. Meydanda, fatiha görülerek yüz yüze sürülür. Camide, namazdan selam ile çıkılır. Meydanda, Hü dost ile tevhidde kal ınır. Ehl-i tank “la mevcüde illallah” hükmüne dahildir. Ehl-i cami ‘ya ba’udun’ halindedir. Ehl-i meydan, “ya’rifün” seyrindedir. Ehl-i zahir nar-ı Cehennemden korkar. Ehl-i tarik hasret-i Cemlden korkan. Ehl-i ühir birbirine selam ile selamet aranlar. Ehl-i hakikat, Hü dost ve Eyvallah ile tevhid ararlar.
Mescüd-i melaik ademdir. Halife-i Huda ademdin. İnsanın fazileti sair mahlükatın üzerine noktadır. Akıldır ve ilimdir. Ve ilmin mazharı noktadır. Noktanın mazhanı harftir. Hakikat-i kalb-i ademdir Nice kimseler kamil geçinir, bunun sırnını bilmediler. Hasretle gittiler. Evvel afakm nişanlarını bilmek gerekir, ta ki maksüd hasıl ola. Bundan sonra sana vacibtir ki insanın mertebesi bilesin. Ne yerden geldiklerini ve ne yere gideceklerini alim ol. Kimi cahil kimi alim, kimi zengin kimi fakir, kimi köle kimi efendi, kimi adil kimi zalim, kimi akil kimi ahmak, kiminin ömrü uzun kiminin kısa. Bu müşküller ol vakit sana malüm olur ki kulağını buna tut ve can gözün bir hoşça aç.
Ey talib hukem-i mütekaddimin bu alem-i kebirdir, ve adem alem-i sağirdır dediler. Bu alem alem-i sağırdır. Bu alem asıldır, ve adem fer’dir, maksüd fer’dır. Zira ağaçtan murad meyvadır. Bir manada fer’, asıl ola.
Salikan üç kısma ayrılmıştır.
1) Evvelkisi sahib-i akıldır ki onlar halk-’ zahir ve Hakkı batın görürler. Onlar indinde Hak, halkın mira’tı olur Zira ne vakit rai, mira’ta nazar eylese, görünen surettir. Mir’at mahcüb olur.
2) İkincisi basar sahibleridir ki onlar Hakkı zahir ve halkı batın görürler. Onların yanında halk, Hakkın miratı olur. Ne vakit bunlar mira’tı halka nazar eyleseler Hakk’ı görürler Zira onların nazarında halk mahcub olur.
3-) Üçüncüsü meratib-i cami’ olan sahip-i saadetlerdir ki onlar Hüve’I-evvel, hüve’l- ahir, hüve’z-zahir, hüvel-batın olup Hakkı halkda ve halkı Hakda müşahede edip bunları hiçbir şey mahcüb etmez.
İşte salik süver-i ekvandan bir sürete nazar eylediği vakitde bu dört nisbeti kendi vücüdunda da muşahede edecektir. Ve bu şuhud galebe eylediği vakitde kendisine başka bir kimse tarafından sorulursa hüve’l-evvel, hüve’lahir, hüve’z-zahir, hüve’l-batın ayet-i kerimesinin manası nedir? O da cevabında der ki evvel benim, ahir benim, ahir benim, batın benim, ve yahud karşısındaki sürete der ki evvel sensin, ahir sensin, zahir sensin, batın sensin, ve bu kelamında sadıkdır ki bu şuhudu, Hakk kendi vücuduyla izhar etmiştir. Keyfiyet-i zuhüru da söylemişdir.
İlm-i zhiri öğrenmenin aletleri İlm-i lugat, sarf, nahv, mantık, adab, ilm-i kelam, mani, usul-i hadis, tefsir, hikmet, hey ‘etdir.
İlm-i batını öğrenmenin aletleri Hulüs-i daim, mürşide teslim, nefs ile mücadele, zikr-i müdam, kıllet-i tam, kıllet-i kelam, kıllet-i menfim, uzlet-i anıl enam, tefekkür-i taam, terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i terk, ilm-i hakikattir.