Köroğlu Hikayesi - Hacı Ali Özturan

Geçen Sayıdan Devam...

Binbaşılarla, askerlerle helalleşti. Kalenin kumandasını Hoylu Beye verdi:
-Ben gelene kadar buyruk Hoylu Beyden çıkacak, dedi.
Köroğlu bahçıvanı aldı.“Al Allah kulunu, zapteyle delini.” deyip yola düştüler. Bir sigara içimlik yere kadar gittiler. Köroğlu kuşağının arasından tabakasını çıkardı. Bir sigara sardı. Eyerin üzerinde çakmak taşıyla kavı tutuşturmaya uğraşırken bahçıvan söze girdi:
-Köroğlu izin verirsen bir hikâye anlatayım da dinle, dedi.
-Anlat bakalım bahçıvan. Yolda yarenlik iyi olur. Vakit geçer.
Bahçıvan anlatmaya başladı:
-Adamın biri bir karış derinliğindeki küçük bir suda balık avlıyormuş. Öyle suda balık olur mu? Olmaz. Olmaz ama adam oltasını suya atmış, bekliyormuş. Zamanın padişahı, veziriyle tebdil-i kıyafet eylemiş, oradan geçiyormuş. Adamı öyle görünce, “Burada balık olur mu ki olta attın?” diye sormuş. Adam da, “Rızık verici Allah!” demiş. Padişah demiş ki, “Ben bu ülkenin padişahıyım. Oltana ne takılırsa bana getir, o takılan şeyin ağırlığınca altın vereyim.” Padişahla vezir gitmiş. Adam olta atmayı sürdürmüş. Sonunda oltaya, ortası delik bir kemik parçası takılmış. Adam kendi kendine demiş ki, “Padişah bana oltana ne takılırsa getir demişti. Balık diye ayrım yapmadı. Oltama kemik takıldı, ben de kemiği götüreyim.” Kemik parçasını almış, doğru saraya varmış. Padişaha durumu açıklamış. Padişah haznedarını çağırmış: “Bu adama, şu kemiğin ağırlığınca altın ver.” demiş. Adamla haznedar gitmiş. Haznedar kemiği terazinin bir kefesine koymuş. Karşıdaki kefeye iki altın atmış, terazi dengeye gelmemiş. Bir avuç altın atmış, kemik yine ağır gelmiş. Bir kürek altın atmış, yine kemik ağır gelmiş. Beş-on kürek daha atmış, yine kemik ağır gelmiş. Bir çuval altın koymuş. Yine kemik ağır gelince, haznedar telaşlanmış. Koşup durumu padişaha anlatmış. “Aman padişahım bu işe bir çözüm bul, yoksa hazinenin hepsini adama vereceğiz.” demiş.
Padişah akıldânelerini çağırmış. Durumu anlatıp, çözüm istemiş. İçlerinden biri kemiği inceledikten sonra demiş ki; “Padişahım bu kemik, gözün çevresindeki kemik… İnsanoğlunun gözü doymaz. İnsanoğlunun gözünü bir avuç toprak doyurur. O yüzden cenazeyi gömerken birer avuç toprak atarız. Bu kemiğin üzerine bir avuç toprak atarsak, bu terazi dengeye gelir.”
Padişah, akıldanesinin dediğini yapmış. Kemiğin üzerine bir avuç toprak atınca terazi dengeye gelivermiş.
Köroğlu:
-Sahiden de bahçıvan, insan oğlunun gözü doymaz, dedi.
Bahçıvan:
-Benim de gözüm doymadı Köroğlu, deyip sıkıntısını açtı. Bir etek bahşiş aldım. Gözüm doymadı, bir daha ayvanlı köşke vardım. Üç-beş altın daha yolumu bulayım dedim. Başıma belayı aldım.
-Ne belâsı bahçıvan?
-Ağam kızma da sana işin doğrusunu anlatayım. Ben Ayvazı hayatımda görmedim. İstanbula da hayatımda gitmedim.
Köroğlu Kıratın gemini çekti, durdurdu:
-Ne demek ulan bu? Yalan mı söyledin yoksa?
-Yalan değil Ağam. Biz Malatyada aşık oynarken, aşığımız cuk otursun diye “Ayvaz başı için!” der, aşığımızı öyle atardık. Ayvazı görmüşlüğüm yok. Ama duyardık ki İstanbulda, Üsküdarda Kasapbaşının Ayvaz adında bir oğlu varmış. Üsküdarın bütün kadınları, kızları Ayvazın yüzünü görmek için ondan alış veriş yaparmış. Kasapbaşı da Ayvazın yüzünü hiç göstermezmiş. Dar bir delikten Ayvaz eti verir, parayı alırmış. Kızlar, kadınlar, Ayvazın yalnız bileğine dek elini görürmüş.
Bahçıvan boynunu büktü:
-Durum böyle Köroğlu Ağam! İzin ver ben döneyim.
Köroğlu düşündü. Bu adamın kendisine yararı olmazdı. Üstelik kendisine ayak bağı olurdu.
-Pekey bahçıvan. Sen kaleye dön, amma bir daha yalan söyleme!
Bahçıvan, bir daha yalan söylemeyeceğine yeminler ederek kaleye döndü.
Bahçıvanın işi, bizim Keloğlanın işine benzedi:
Vakti zamanında Keloğlanın biri, ağanın birinin yanında azaplık yapıyormuş. Keloğlan değirmene git… Keloğlan bahçeye git… Keloğlan tarlayı sür… Keloğlan bakmış ki hayat zor. Kendi kendine demiş ki, “Ulan kel kafa, şu ağanın kızını kandırırsan ,onunla evlenirsen, bu dünyada sana yok yok. “
Keloğlan, fırsat kollamaya başlamış. Birgün tarlada ekin biçerken, atıyla ağa gelmiş. Keloğlan birden kendini yere atmış. Karnı sancılanmış gibi numara yapmaya başlamış. Kâhya, Keloğlanla ilgilenmiş. Aman Keloğlan, yaman Keloğlan… Keloğlan danalar gibi bağırıyor…
Keloğlan demiş ki, “Bu dert benim rahmetli babamda da vardı. İlacı köyde. Ağam atını versin de ilacı alıp geleyim.”
Kâhya durumu ağaya anlatmış. Ağa demiş ki:
-Ulan bu kel bok ölür mölür de başıma bela olur. Alsın atı da çabucak gidip gelsin.
Keloğlan sancılana sancılana ata bindi.
-Ağam oldu olacak şu kırbacını da ver. At kısmı kırbaçtan alır, demişler.
Ağa kırbacı da verince Keloğlan yola koyuldu. Doğru ağanın evine vardı. Köylük yerde 2-3 günde bir ekmek yapılır. O gün de ağanın evinde ekmek yapıyorlarmış. Keloğlan fırtına gibi avluya dalmış. Gümüş kabzalı kırbacı tanık olarak uzatmış:
-Ağam beni haberci gönderdi. Aha da kırbacı… “Ya avradı, ya kızı al getir.” dedi.
Kadın bakmış; at ağanın atı, kırbaç ağanın kırbacı, Keloğlan ağanın azabı; inanmış.
-Kızım, elim kolum hamur. Hadi sen git, demiş.
Kız Keloğlanın terkine binmiş. Keloğlan atı, tarlanın ters yönünde sürmeye başlamış. Kız demiş ki, “Aman Keloğlan şaşırdın mı? Tarla o yanda değil.” Keloğlanın yalanı tükenir mi?
-Kız senin haberin yok…. aban buradan bir tarla aldı. Şimdi onun ekinini biçtiriyor.
Biraz daha gitmişler. Ortalık ıssızlaşınca kız içinden, “Eyvah! Bu Keloğlan beni kaçırdı.” demiş. Kız düşünmüş, taşınmış. Kafasından bir düzen kurmuş.
-Keloğlan beni kaçırdın mı? diye sormuş.
Keloğlan böbürlenerek konuşmuş:
-Öyle oldu ağamın kızı.
-Ahmak Keloğlan.Benim gönlüm zaten sendeydi. Beni kaçırmaya ne gerek vardı. Babamdan isteseydin ben sana varırdım. Neyse… Olmuş işin yanlışı olmaz. Yoruldun, terledin. Şu ırmağa gir yıkan da ne yapacaksan ondan sonra yap.
Keloğlan sevincinden bir anda tulum (tuluk) çıkmış. Balıklama suya atlamış. Bir o yana bir bu yana şap şup kulaç ata dursun, kız Keloğlanın elbiselerini aldığı gibi ata atlamış, “Ver elini anamın evi!” deyip atı kırbaçlamış.
Keloğlan bir bakmış ki, kız ata binmiş kaçıyor. “Eyvah!” diye dövünmüş. Kafasında iki tel saçı varsa, onları da yolmuş. Elleriyle ayıp yerlerini örtmeye çalışarak sudan çıkmış.
Meğer oralarda bir kınalı keklik güzel güzel ötermiş. Tilkinin biri kekliğe yaklaşmış. Demiş ki:
-Keklik kardeş, senin gözlerini kapatıp da ötüşün var ya, ben ona vurgunum. Bir öt de dinleyeyim.
Keklik kanmış. Gözlerini kapatıp ötmeye başlamış. Tilki sıçradığı gibi kekliği yakalamış. Dişlerinin arasına almış. Keklik son çare olarak demiş ki, “Tilki kardeş, sen beni yiyeceksin, bundan kurtuluş yok. Hiç olmazsa Yarabbi şükür dedikten sonra ye.”
Tilki, “Yarabbi şükür…” derken ağzı açılmış. Keklik, “pırrr” diye uçup kayanın tepesine konmuş. Tilkiden canını güç kurtaran keklik:
-Ulan bir daha uykusu gelmeden gözlerini kapatanın…
Deyip sövmüş.
Avını ağzından kaçıran tilki:
-Bir daha karnı doymadan yarabbi şükür diyenin ….
Deyip sövmüş.
Keloğlan da saklandığı yılgın çalısının ardından fırlayıp:
-Ulan bir daha cenabet olmadan çimenin…
Deyip sövmüş.
Bahçıvanın işi de Keloğlanın işine benzemiş. “Bir daha tanımadığım adama sahip çıkarsam…” diyerek Çamlıbele dönmüş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder