Merhaba

Merhaba!

Kasım günlerinin eşiğindeyiz zamanı iki boyutta yaşamak gerek bir Kasım birde Hızır.

Kış eşikte.
Akşamları soğuk hissediliyor. Turnalar veda etti, arı kuşlarının sesi başka yaza kaldı. Yağmurlar yağdı geçen günlerde gökgürledi şimsek parladı ve Uludaz’a yıldırımlar düştü. Çınar yaprakları gazel oldu sular buza kesmek üzere.

Yeni dogan canlarla hayatı gülümser görüyor onlarda ebedi yaşamın sırlarını buluyorum. Ezel’den ebede var olmanın özü yüreğimin en büyük hakikati.

Türkiye henüz hayatın ilk evrelerinde.
Fakirlik elbisesinde soyunmadıktan sonra Demokrasi olmaz. Çağırım FAZİLET DEMOKRASİ’si nedir. Türk Milleti kendi demokrat kimliğini motif motif dokuyacaktır. Bunun demi de gelecektir.

Karlı Tanrı dağların gökşen gözlü Bozkurtları elde Zülfikar Murtaza nın önderliğinde gülbank çekerek Roma’ya yürüdüklerinde üç hilal Sen Piyer meydanında dalgalanacak ve dünya Kızıl Elma düşünün erdemiyle var olacak.

Medet Ya Haydar!

GÖYŞEN GÖZLÜ BOZKURT

GÖYŞEN GÖZLÜ BOZKURT

Işırken karanlık kuytularda
Hüzün sağnağı başlar gönüllerde
Kös vurulur gülbank çekilir
Bulutlar aralanır kutlu adıyla

Seher yeli diriltir yürekleri
Polatlanır pazular elde Zülfikar
Güneşle doğar Hak sancağı

Turnalar geçer üstünde Ötükenin
Kutlu izini süreriz Bozkurtun
Kürşat önde çerileri Şahtan dualı
Yürekleri savurur Kerbela rüzgarı
Bulutlarla oynar Baba Haydar
Cenneti getirir mutlu melekler

Tozlu yoldur ölüm
Parolalar birbirine karışır
Gümbürder sessiz yığınlar
Başlar Çalab’ın haykırışları
Gök girsin kızıl çıksın
Gök girsin kızıl çıksın

NEFES

NEFES

Evvel bahar aylarında
Mor menekşeye doyduk
Salındı divaneler darda
Ol Pire boyun eğdik

Dört kitabtan okuduk
İncil’den süzüdük demi
Şahın buyruğuna daldık
Ol pire boyun eğdik

Yağmur sonrası Nurhak
Gökyüzünden alır avazı
Şah Mansura varıp
Ol pire boyun eğdik

Geçmiş yoldan divanesi
Uludazdan Kantarmaya
Kara gözlü Koç nişanesi
Ol pire boyun eğdik

Sarhoşum üzüm bağından
Enel Hak sırrı dilimden
Şah Ali onikinin kıtmıri
Ol pire boyun eğdik

Ejder Polat

GURGUM'DA ZAMAN

80’li yılllar

HİÇ’LİGİN DEMİRDEN AĞIRLIĞI

Bir kaç tel sakalımla kendim Pir-i Mugan olarak görüyorum. Akla zarar fikre ziyan mevzularla cedelleşmeye başlıyorum. Ögrenme denilen o büyülü dünyanın eşiğinden içeri giriyorum. Evet mutlaka öğreneceğim telkinleriyle yola koyuluyorum. Ne var bu böyle olur yada bundan daha iyisini yapabilirim gibi sözler hep aklımda.

Türbeye yakın evde Nuri, Yusuf, meczub oğlan birde ailesinin terk ettiği biriyle günleri aylara ekleyip gidiyorum. Bu muydu üniversite hayatı? Ne üniversitesi yoksa bir deli düzeni içindemiydim? Bildiğimle mücadele ediyor, öğrendiğimle uğraşıyor sefaleti derviş edasında yaşıyordum.

Kaldığımız ev yada pin Konya’da kendi kaderine terk edilen sonrada aman bir kaç kişi kalsın diye verilen bir yerdi. Ev’i önmeli yapan Dergah’a yakın olmasıydı. Ledün ilmi sadece Muayenehanedeydi ve ben onun tam merkezindeydim.

İstanbul caddesinin hemen ortalarında dönülünce Türbe görülen o muayanehane Baybal’ın doktor olarak görüldüğü ama Gönüller Sultanı olduğu mekandı. Doktorluk işi yapılan küçük oda haricinde büyük salon, terasa çıkılan merdiven, yemek pişirilen odalar ve kiler her zaman orada göreve hazır bekleyen bizlerdik.

Ne oluyordu?
Anlamıyordum, bilmiyordum aslında olanlar bir incir çekirdeği mevzusu idi ama o çekirdek bile o vakitlerde sırlarla doluydu.

Yaptığımız neydi?
Yüzlerce yıldır devam eden bir kadim geleneğin öz be öz temsilcileriydik biz evet bizdik ne olduğumuza başkaları karar verirken kendimi hep biz olarak tanımladım.

Ben yoktu!
Büyükler yolun inceliklerini ortaya koymuşlar bağımsız hareket etmeyi kötü görmüşlerdi. Hep onlarlaydım. Yeni yeni bazı kitaplar okuyor ezberlercesine paragrafları yutuyordum.

Hizmet!
Buyrun efendim siz emredin biz onun yerine getirilmesi için herşeyimizi feda ederiz. Sohbetler olurdu. Her akşam bu sorulurdu sohbet var mı yada bu akşam sohbet olabilir aman kaçırmayın telkinleriyle günün akşama ermesini beklerdim.

Kimdi bu işleri yapanlar?
Kendilerini Hakka adayan saf insanlar. Mevlana’nın yolundan gidenler Şahı Nakşıbendin bendeleri, er’lerin erenlerin bu günkü temsilcileri.

Peki bu ulu yolda ben ne oluyordum,
Koca bir Hiç evet bunu böyle öğrendim ben demekten hep çekindim devamlı ‘Hiç’ olmanın kaygısını yaşadım.

Hiç olmak güzeldi ama hayat bana farklı şeyler yüklüyordu. Yaşamak için çalışmam gerekiyor karnımı doyurmam icab ediyor, üstümde başım da bir şeylerin olmasını dayatıyordu. Hiç olunca bunlar olmuyordu! Dervişlik deniliyor uluyoldan bahsediliyor bunların büyüsü beni kuşatıyordu.

Çok inandım!
Etrafımda bulunan kişilerden daha fazla inandım. Asil tabiatım aile terbiyem kötü olmama engel olduğundan kendimi bütün varlığımla hakikate adadım ve Hak hakikatında aşkına gark oldum.

Hizmet ettirildim.
Hiç durmaksızın her türlü işe koyuldum. Zincirsiz köle gibi hayatım bir başkasının emrine verildi ve bunlar Hak’kın adına yaptırıldı. Elimde fırça aylar aylarca nefsimi köreltmek için tuvalet temizliğini aşkla yaptım, gocunmadım çünkü pir efendimizde böyle yapmıştı dedim.

Fakülte mi ne fakültesi?
Meram Yeni yolda bulunan okul hep orada duruyordu. İlahiyat da ihtilal öncesinin farklı gurupları tekrar canlanmaya çalışıyorlardı ama biz çok farklıydık. On iki Eylül’ü yapanların din işleri kendini farklı şekide gösteriyor bazı isimler öne çıkartılılıp topluma lansa ettiriliyordu.

Seksenin ilk yıllarında büyük Şıhlar vefat etti. Yeni veliler posta oturdu onların dinamik özllikleri toplumun ruh kökenlerin de yaşayan bizleri derinden etkiledi.
Konya da yaşayıpta ruhanilikle tanışmamak mümkün mü?

Peki neydi bu dindarlık?
İlahiyatın daha ilk haftalarında büyük kırılmalar yaşadım. Maraş’tan giderken alıp yanımda Konya’ya götürdüğüm dini bilgilerime İlahiyat fakültesindeki bazı hocalar karşı çıkıyor dahası bunlardan dolayı horlanıyor, kınanıyorudum.

Şaşırıp kaldım bildiklerimle öğreneceğim yeni hakikatlar arasında ezilip gittim. Un ufak oldum dağıldım, parçalandım her bir varlığımı yıllar varki toplamaya gayret ediyor farklı boyutlarda kendi yitiğimi buldukça göneniyorum.

Konya İlahiyat Fakültesinde ne çileler çektim ne çilerler?
On sekiz yaşında bir genç din bahsi denilince duran kültürden gelen ben farklı dindarlığın çemberinden geçtim, okul farklı şey söyledi, toplum ayarttı, birlikte olduğum arkadaşlar değişiklikler istedi. Hiç olmak için gayret edene bu yapılırmıydı?

Seher vaktinden evvel uyanırdım.
Konya da Kapı caminin eşiğinde fahri müezzinden evvel bekler caminin kapısının açılmasına eşlik ederdim Hasan amca ben ve müezzin, yaşım mı daha on sekiz onlar mı çok yaşlı.

Kapı Cami Hızır’ın namaz kıldığı yer o camiyi Hızır’a açmak şeref’i yeter evet böyledi ol demler.

Köroğlu Hikayesi - Hacı Ali Özturan

KÖROĞLU TEHLİKEDE

Ayvazla Köroğlu odalarına çekilip uyuya dursunlar, alalım haberi genç-lerden:
Ayvazla Köroğlundan ayrılan gençler at üstünde giderlerken biri dedi ki:
-Kürdoğlunun Ayvaza düşkünlüğünü gördünüz mü?
-Görmez olur muyuz? Yok sazına türkü söyledi, yok tasına türkü söyle-di… Bu adam hoşuma gitmedi. Bu adam tehlikeli biri... Ayvaza bir kötülük eder diye korkuyorum.
Gençler atları durdurdular. Kafa kafaya verip konuştular. Yarın akşamki içki âleminde Köroğlunu öldürmeyi kararlaştırıp dağıldılar.
Ertesi akşam Çamlıcanın eteklerinde küçük bir mağaraya sofrayı kurdu-lar. Ortaya teştle rakıyı koydular. Köroğlunun bir sürü koyuna Ayvazdan satın aldığı tasla lıkır lıkır içmeye başladılar.
Ayvaz sohbeti açtı?
-Kürdoğlu?
-Ne var lo?
-Sen niye böyle bol keseden koyun dağıtıyorsun?
Köroğlu güldü. Fırsatı kaçırmayıp Ayvazın nabzını yokladı:
-Birincisi çok zenginim. Denizden bir tas su almakla deniz eksilir mi? Eksilmez… Benim malım mülküm de Yaradana şükür, öyle. İkincisi, başı-mızda bir Köroğlu belası var.
-Köroğlu mu? diye atıldı Ayvaz.
Ayvaz, “Köroğlu” ile ilgilenmişti. Köroğlu devam etti:
-He gurban. O Köroğlu Çamlıbelde Bozgediğe dikilir, “Aç kurtların on-dalığını verin!” diye nâra vurur. Herkes de ondalığını bırakır. İşte, malımı Köroğlu yiyeceğine eşe dosta dağıtırım daha eyi.
Ayvaz:
-Nasıl biri bu Köroğlu? diye sordu.
-Nasıl biri olacak. Senin benim gibi bir adam. Kendimi övmüş olmayım, bir çalım bana benzer. Kafası kümbet gibi, alnının çatı bir karış, gözleri ba-kır tas gibi, kaşları dört parmak eninde. Göğsü taraba tahtası gibi, nefes alıp verdikçe kalaycı körüğü gibi “Harr! Harr!” eder. Kolları çınar dalları gibi, sırtı ekmek tahtası gibi. Aha böyle benim gibi tek dizi üstüne yeleli aslan misâli oturur. Heybetli bir adam. Kurnaz mı kurnaz. Kafasında kırk tilki dolaşır da kuyrukları birbirine değmez. Köroğlunun düzenine kimsenin aklı ermez. Amma gurban, yiğidi öldür hakkını ver, Köroğlu yoksul babasıdır. Zenginden alır yoksula verir. Sivas dağının Çamlıbeline kale yaptırmış, ak-şama dek dervişler, yoksullar, hastalar, başlık parası ödeyemeyenler girip girip çıkarlar. Sonra elinin altındaki askerleri öyle ayrımsız yönetirmiş ki, kalede kimse kimseyle dargın değilmiş. Bu Köroğlunda şirinlik muskası mı varmış neymiş, herkes Köroğlunu severmiş. Halbuki benim gibi onun da okur yazarlığı yokmuş. Benim gibi o da möhür kullanırmış. Aslını sorarsan, Köroğlunun babasının gözüne mil çekmişler. Köroğlu da sebep olanlardan öç almak için dağa çıkmış.
Ayvaz güldü:
-Yahu Kürdoğlu, sen adamın iyisini anlattın. Babasının öcünü almak i-çin dağa çıktıysa….
-Öyle lo…
-Kimsenin ırzında, namusunda gözü yoksa…
-Öyle lo…
-Kervancılardan aldığını yoksullara veriyorsa…
-Vallah öyle…
-Daha bundan iyi adam mı olur?
-Lo gurban eyi gözel söylüyon da, bizi de zenginden saydıkları için, bi-zim işimize gelmiy. Allah hayrını versin Köroğlunun! Tası doldur hele gurban. Bırakın Köroğlunu, biz eğlenmemize bakalım.
Ayvaz tası doldurdu. Köroğluna uzattı. Köroğlu Ayvazın yüzünden aşa-ğı inen benleri inceliyordu. Benler yanağından aşağı iniyor, gömleğin yakası görünmesine engel oluyordu. Kimbilir belki de göğsüne dek iniyordu. Tası aldı, köz gibi boz rakıyı içti. Sazını kucağına aldı. Bakalım ne söyledi:
Çöz düğmelerin birini
Seyredem sıra benini
2/15 Anlatam meth-ü şanını
Hele düğmeler düğmeler
Ayvaz, gömleğinin düğmelerinden birini çözdü. Bir ben daha göründü. Köroğlu devam etti:
Çöz düğmenin ikisini
Görem Kırat terkisini
2/16 Seyret çakal tilkisini
Oğlum düğmeler düğmeler
Ayvaz, iki düğme daha çözdü. Benler Ayvazın göğsüne doğru iniyordu. Köroğlu bir daha aldı:
Çöz düğmenin bir kaçını
Seyredem koynun içini
2/17 Bağışla Kürdün suçunu
Hele düğmeler düğmeler
Ayvaz gömleğinden birkaç düğme daha açtı. Ayvazın arkadaşlarından bir kısmı işaretle konuştular; “Bak, bak! Görüyor musun? Bu Kürdoğlu Ay-vaza yeşilleniyor. Bu herifin niyeti kötü. Gelin şunu öldürelim.”
Ayvazın arkadaşlarından bir kısmı da, Ayvazın açılan göğsüne dalmıştı. Köroğlu bu bakışlardan rahatsız oldu. Ayvaza böyle bakılması canını sıktı. Aldı sazı eline:
Döşünde benler kaynaşır
Suda balıklar oynaşır
2/18 Görenin gözü kamaşır
Oğlum düğmele düğmele

Ak giyer sırma bürünür
Saçağı yerde sürünür
2/19 Olmayan buna yerinir
Oğlum düğmele düğmele
Ayvaz düğmelerini vurmaya başladı. Köroğlu sazın üzerine yumulmuş, söyledikçe söylüyordu:
Kürdoğlu buna övünür
Yanar yüreği gövünür
2/20 Yaramaz göze görünür
Oğlum düğmele düğmele
Deyip bağladı. Ayvaz da düğmelerini vurmuştu. Birer tas daha rakı içti-ler.
Gençlerden biri Ayvazı dışarıya çağırdı. İkisi birlikte çıktı. Ayvaza ar-kadaşı dedi ki:
-Bak Ayvaz! Sen bizim kardeşimizsin. Bizi yanlış anlama. Bu Kürdoğlu belli ki sana göz koymuş.
-Yahu nereden çıkarttın bunu. Adam safın biri.
-Ne safı Ayvaz! Sazını aldı, tasını aldı, düğmelerini çözdürdü. Bu ada-mın niyeti kötü. Biz bu adamı öldüreceğiz. Yolumuzdan çekil.
-Yahu nasıl olur? Kürdoğlu benim konuğum. Döşeğime oturmuş adama nasıl kötülük ederim?
Ayvaz ne denli direndiyse de arkadaşına anlatamadı. Sonunda Ayvaz is-temeye istemeye onayladı.

Meddahımız, ”Kıssa-i mâcerâmız şimdilik burada karar kılmakta…” di-yerek sandalyesinden indi. Başındaki şapkasını dinleyiciler arasında dolaş-tırarak her birinden yirmi beşer, ellişer kuruş para topladıktan sonra masa-nın üzerindeki sandalyesine çıkıp oturdu. Dinleyicilerin ilgilerini sınamak için sordu:
-Nerde kalmıştık?
Dinleyiciler hep bir ağızdan bağırdılar:
-Gençler Köroğlunu öldüreceklerdi!
-Belî ağalar, kıssa-i mâcerâmız şol yerde kalmıştı ki, Ayvazın arkadaş-ları Köroğlunu yanlış anlamışlar, Ayvaza kötülük yapacağını sanmışlar ve bu nedenle Köroğlunu öldüreceklerdi.
Meddahımız biraz önce anlattıklarını özetledikten sonra hikâyesini an-latmayı sürdürdü:
Ayvazı dışarıya çağıran delikanlı Köroğlunu öldüreceklerini, bu işe kendisinin karışmamasını söyledi. Ayvaz ne denli karşı çıktıysa da delikanlı dinlemedi. Delikanlı mağaraya girdi.
Köroğlu sabırsızlıkla onları bekliyordu. Baktı ki Ayvaz yok, gençlerin niyetini anladı. Köroğlu tilki gibi kurnazdı, kurt gibi akıllıydı. Bileği, yüreği ne denli sağlamsa, aklı ve zekâsı da o denli işlekti. Ayvazın dışarıda bırakı-lışından endişe duyuyordu. Ya Ayvaza bir kötülük yapmışlarsa?
Köroğlu bağdaştan tek diz üstüne geçti. Yeleli aslan misâli oturdu. Elini maşlahının altına attı. Ağır gürzünü çıkardı. Bir nâra atarak gürzünü hengeyleyip, hıngeyleyip, mağaranın tabanına hıngeyleyince, yerden bir arşın toz kalktı. Köroğlunun gözleri bakır tas gibi olmuştu. Taraba tahtası gibi göğsü nefes alıp verdikçe kalaycı körüğü gibi, “Harr! Harr!” ediyor-du.
Delikanlılar korktu. Az önceki saf köylü, şimdi aslan gibi kükrüyordu. Hiçbiri Kürdoğlu ile kavgayı göze alamıyordu. Her biri bir köşeye sindi. Aldı Köroğlu:
Eğri kılıç durmaz kında
Karar olmaz beşte onda
2/21 Yiğit bell’olur meydanda
Han Ayvazı bulun bana

Siz on tane ben yalınız
Şimdi bell’olur halınız
2/22 Billah keserim hepiniz
Han Ayvazı bulun bana

Ayvazı getirin beri
Birinizi koymam diri
2/23 Kürdoğlu’nun canı seri
Han Ayvazı bulun bana
Bunun üzerine gençlerden biri mağaradan çıktı. Ayvazı alıp döndü.
Ayvaz, mağaraya girdi ki ne görsün; Kürdoğlu tek dizi üstüne yeleli as-lân misâli oturmuş, eline gürzünü almış; ötekiler de süt dökmüş kedi gibi, her biri bir köşeye sinmiş… Ayvaz, Kürdoğlunun öldürülmemiş olmasına sevindi. Ne de olsa konuğuydu.
Ayvazı görünce Köroğlu gürzü bıraktı. Sazı kucağına aldı. Arkadaşları-na uyduğu için Ayvazı sazla iğneledi. Görelim ne dedi:
Şarabı çok içirmişler
O nev-civâne besbelli
2/24 Kızarmış al yanakları
Gözler mestane besbelli

Bildim oğlum gelişinden
Melül mahzun bakışından
2/25 Usul tek tek basışından
Yolun eğridir besbelli

Kürdoğlum geliktir sana
Yazıktır hor bakma bana
2/26 Devre öğüt vermiş sana
Uydun şeytana besbelli
Ayvaz oturdu. Bir tas rakı içti. Kafasını yere dikti. Öylece durdu. Köroğlu Ayvazın kendisine bâde sunmayışına üzüldü. Bir kez daha iğnele-di:
Bahçemde bülbüller ötmez
Gül bülbüle eş mi nedir
2/27 Bu meclisin tadı gelmez
Kara gözüm yaş mı nedir

Bahçemde bülbüller ötmez
Ateşiniz beni yakmaz
2/28 Kılıcınızdan kan akmaz
Kestiğiniz baş mı nedir

Kürdoğlum geliktir size
Mail şirin dilinize
2/29 Bir bâde doldur ver bize
Yüreğiniz taş mı nedir
Ayvaz doldurdu, Köroğlu içti. Bu sırada gençler, “ayakyolu” düzeniyle birer ikişer sıvıştı. Köroğlu ile Ayvaz bir zaman daha mağarada kaldı. So-nunda Kasapbaşının evine döndüler.

Pendname - Feridüddin-i Attar

İYİ AMELLER

Ey aziz iman ehli! Dört şeyi dört şeyden temizle. Önce kalbini kıskançlıktan temizle de sonra kendini imanlı bir insan say.

Dilini yalandan gıybetten koru ki imanın boşa gitmesin. Gidişini riyadan kurtarırsan iman ışığı sana nur saçar. Hele karnını haram lokmadan sakınırsan tam manasıyle imanlı kişi olursun vesselam.

İşte bu sıfatı takınanlar şerefli insan olurlar. Bu vasıflardan nasipsiz olanlar da zayıf iman taşıyanlardır. Karnını haramdan temizlemeyen kişinin ruhu felekler tarafına yükselemez.

Amel ve hareket riyadan temizlenmezse hasır üzerindeki nakışlar gibi faydasız olur. Amelinde ihlas olmayan kişi cihanda has kullardan olamaz. Riyasız ve hak yolunda çalışanların işi daima parlak ve güzel olur.

PADİŞAHLARA ZARARLI OLAN ŞEYLER

Ey kardeş: Dört huy padişahlara ziyan verir. Padişah herkes yanında kahkaha atarsa şüphe yok ki heybetine eksiklik gelir.

Öyle her fakirle düşüp kalkmak da padişahların değerini azaltır. Hele kadınlar ile fazla halvete çekilirse kendini hürmetsiz bir şah mevkiine düşürür. Cihana hükmetmekkutretine sahip olanlar halkı incitmemek cihetine meyil gösterirler. Padişahlara adalet ve kerem yaraşır, taki aleme bu nimetlerle sevinç, ferahlık getirsinler. Padişah bir kere zulüm ahengi tutturdu mu ona ne ordunun, ne de hazinenin bir faydası olur.

Ama adaletli ve güleç yüzlü olursa memlekette temel tutar. Sultan bir leşkere kerem ve ihsanda bulunursa uğrunda yüzlerce insan can ve başlarını fade ederler.

GÜZEL HUYLARA DAİR

Dört şey büyüklüğe delildir. Bu meziyetlere sahip olan büyük adam olur. İlme karşı hesapsız sayı göstermek, halka doğru cevap vermek. İrfan ve akıl sahipleri, ilim ve akıl ehli olanları değerli görür.

Ey Kardeş: Tam akıllı bir insan isen halka karşı tatlı dilli ol. Ekşi yüzlü acı sözlü kimselerden dostları yüz çevirirler. Düşmandan sakınmayan sonunda ondan cefa ve zarar görür. Düşmanı yanına yaklaştırma, ondan uzak bulunmak daha hayırlıdır. Daima dostlarla birlikte bulun, elinden gelirse düşmanın yüzünü görmemeye çalış.
Dostlar arasında neşeli yaşa, aklın varsa düşmandan uzak kaç. Ey oğul: Azık yolunu ara, dedikoduları bir yana bırak.

Kitap Tanıtımı

İslam Düşüncesinin Yapısı

İnsan bilgisinin kaynağı ve elde edilme şekli (epistemoloji), felsefede başka, dinde daha başka biçimde ele alınmıştır. Manevi ahlaki ve ilahi gerçeklerin anlaşılmasında ağırlık, ya nas ve nakle veya akıl ve istidlale veyahut keşf ve ilhama verimlektedir. İslam dünyasında nas ve nakle ağırlık verenler Selefiye hareketine akıl ve istidlale ağırlık verenler kelam hareketine keşf ve ilhama ağırlık verenler de tasavvuf hareketine kaynaklık etmişlerdir. İslam beraber, akla birinci derecede önem vermiş ve naslarla kendisini bağımlı hissetmemiştir. İslam düşüncesini bağımlı hissetmemiştir. İslam düşüncesinde nas ve nakil, bir insanda ham ve sezgi, hisse benzetilebilir. Hafıza olmazsa düşünmenin, muhakeme olmazsa hafızanın, his olmazsa yaşamanın önemi yoktur. Elinizdeki eser bu noktalardan kalkarak İslam düşüncesinin boyutlarını tesbit ediyor.

Merhaba

Merhaba

Yağmurlar başladı. Gök rahmetini esirgemiyor, mavi gökyüzü esenliği ile varlığımızı bereketlendiriyor. Üşüyoruz diyeceğim vakitler daha Maraş’a gelmedi. Kabarcık üzümü sofralardaki yerini aldı, göçmen kuşlarının avazları kulaklarımızda yankılanıp duruyor.

Sokaklar tenha, caddeler kalabalık. Maraş her gün gelişiyor, büyüyor. Yeni binalar dükkânlar Maraş’ı çepeçevre kuşatıyor. Yeni Maraş batıdan daha ötelere uzayıp gidiyor.

Maraşlı nasıl?
Zenginleşme telaşında, evim, barkım, işim aşım diyen Maraşlı üstünden fakirliğin kirli elbisesini atmak için devler gibi mücadele veriyor. Karnı doymalı, sırtı pek olmalı, oturacağı evi olmalı ondan sonra başlar savunulacak değerler.

Fakir adamın davası olmaz. Sefaletle büyük davaların yükü omuzlanmaz bunu geç anladım. Himmete muhtaç dede gayriye ne himmet ede sözü boşuna söylenmemiş.

Onurlu bir hayat için zenginlik lazım. İnsanlarımızı kandıran, avutan cin fikirlilere verilecek sözüm çok.
Demokrasi dedik. Cumhuriyet diye yola çıktık ama bugün geldiğimiz nokta bu işin teorisyenlerini bile şaşırtıyor. Türk demokratlığının dünya da bir örneği yok.

Faziletli Demokrasi!
Sizlere önerdiğim kuramım bu Faziletli Demokrasi o tarife muhtaç anlatılmalı. Dahası yaşatılmalı. Fazilet temellerine yükselecek demokrasiyi asil insanlar taşıyacak.
Karlı tanrı dağlarının gökyüzlü Bozkurtları Ötüken diyarından haykırmaya başladığında Roma’nın şirk sistemi başına yıkılacak, üç hilal, zülfikarını çekmiş Haydar Şah’ın aşkına Kızıl Elma’ya doğru yürüdüğünde burada durmak bize haram olsun!
Medet ya Murtaza!

Ceren’e Ağıt

Ceren’e Ağıt

Evin terkedilmiş viranelerin yanında
Su çekilmiş ocak tütmüyor kapın kapalı
Koç boyunlu keklik ötüşlü
Kekik reyhan ıtır sümbül döşlü
Yiğit hülyalı dağ sevdalı
Güneşimi getirdin geceden

Dağılsın sisleri ırmağın çiğ taneleri düşsün
Maral hasret kalmış pirin eteğine
Dudaklarda bitmez şarkısı baharın
Hangi yana dönsem cemalin görünür

Çağırıyor durma gel diyor habercilerin
Yalanmış mavi gökler parıldayan yıldız
Dağları eritiyor bir melek
Dilim adınla sarhoşken
Hangi ateş dağlar yaramı

Bırak sana gelen bir ben olayım
Turnaların sadası çınlasın kayalarda

ALİ BÜYÜKÇAPAR

Nefes

Nefes

Seni seven öldü gel
Tutuldu dilim özüm gel
Kalmadı mecalim gel
Gün akşam oldu gel

Sümbül reyhanla gel
Uludazda pirimle gel
Şirin sözlerinle gel
Sazımın düzeniyle gel

Ağardı saçlarım gel
Gözlerim sel oldu gel
Yüreğim daraldı gel
Ömrümün baharı gel

Yusuf kuyuda kaldı gel
Ceyhan sel oldu gel
Yıktı bendini gel
Zemzemim mey oldu gel

Seni seven öldü gel
Mecnuna gel oldu gel
Şah Alim eridi gel
Tükendi vaktim gel


Ejder Polat

GURGUM DA ZAMAN

GURGUM DA ZAMAN

SEKSEN BEŞİN İLK AYLARI

GONCOLUZUN AYAK SESLERİ

Hiçbir şeyim olsun istemedim.
Ne olduğunu anlamadığım mistik yapının tam merkezine girmişim.Zeki idim, derslerimi fevkalede yüksek notlarla süslüyor çevremden parmakla gösteriliyordum.
Herkesin arayıpta bulamadığı bir nasip olmuştum hiç farkında olmadan.Kapılandım çok büyük davaların içine sezsiz sedasız dalıverdirildim.
Elimde kitaplar.
“ Hayatüs sahabe” adlı kitapla perçinlendi olanlar,gizem,sır,anlaşılmazlıklarla sırlanan hayatı taşımak bana düştü. Kendimi kurtarmak zorunda olduğum gibi çevremdeki her varlık için diriliş muştusu olmalıydım ve öylede yaptım. Nokta kadar tahsil bilgimle “nane molla” oldum. İlahiyat için Konya’ya gittim.
Niye Konya sebebini daha sonra detaylı yazarım bu mevzuda şor çok.Yazın en sıcak vakti Haydarlı daki evimizde ilahiyat müjdesini alıyorum o günkü titreyişim devam ediyor.
Madde olarak gördüğüm herşeye karşı ön yargılıyım, şekillenen objeleri ruhsal varlığımın sikleti olarak görüyordum.Azla yetinmek az yemek, az içmek, az konuşmak,az,az neler yaparsam maddi olanlardan hep az kararında daha az yapmak bu öğretildi önce. Nerden kaynaklanıyor bu diye düşünmedim.
Hep dağıttım elimde hiç bir şey kalsın istemedim ne varsa hepsini başkalarıyla paylaşmalıydım ve öylede davrandım.
İstanbul caddesindek evdeki fedakarlıkları başkalırından duyduğumda yüreğimin derinliklerinde kanat çırpan bir kelebektim.
Ailemin imkanları iyimiydi?Geçinip gidiyorduk aksayan maişet derdi olmuyor değildi az zaman olsaydı bu ihtiyaçlar karşılanıyor vakit istiyordu.
Kendimce sofulaşmış kavi bir müslüman olmuştum.
Meram yeni yoldaki evi unutulmaz kılanlar neydi?Güz mevsiminin Maraş’ı kuşattığı demlerde ÖSYM sonuç belgesiyle, evrakları hazırlayıp Konya’ya gittim.
302 mercedes otobüse o gün benim için neler konmuştu neler? Gurbete okumaya gidiyordum valideme göre nelere ihtiyacım olacaktı nelere, korkarak bindim otobüse yanımda bir arkadaş daha vardı. Kurtrarılmış gibi hissediyordum kendimi dahası bir kurtarıcı.
Neyi kurtardım?
Varlığımda bulunan kiri pası vererek arıttım, elimde ne varsa hepsini daha on sekizinde bir delikanlı iken dağıttım.
Evimizden verilen kap kacağı yatağı yorganı harçlıklaımı üstümdeki kazakları bile daha giymeden yanımda bulunanlara verdim, aldılar ben verdikçe onlar daha çok istediler bir battaniyede kuru yerlerde yattım, yatağımda bir başkası yatta da bana burası senin demedi
Allahlık bir insan oldum!
Saftirik dahası yaşadığı toplumda sözüm ona yaşadığı dindarlıktan dolayı istismar edilen biraz alay da edilen kişi olup çıktım.
Bunlar niye oluyordu ? Din işinde sebeb olmazdı. Vermeli elimde avucumdakini dağıtmalı mücerret olmalı belki Ebuzer olmalıydım ya da Musab bin Umeyr. Kim mi bunlar? Örnekler yol arkadaşlarımdı bu adlar.
Bu kadarmı saflık!
Dahası var dahası. Sofuluğun değişik katlarında yer aldığım için Ağır Bakım durağı karşısındaki evden numarayla atıldım uzaklaştırıldım bunda da bir hikmet aradım hep işlerimde hikmet aradım durdum buldun mu, elbette her işte arayıp dövünen görmek isteyenler için var olan hikmeti ben de gördüm bir ara adımı Hikmet Ali diye teleffuz eder de oldum seksen dördün güzünde girdiğim evde dönen dolapları anlamam mümkün değild. On iki eylül sonrası dini oluşumlar için “maraşlıların evi” merkez seçilmiş sohbet için uygundur denilmiş ona göre evden tasfiye edilerek çıkartılması icabedenler atılmaya başlamıştı. Bütünlemeye kalan üç Maraşlı ağabey derslerini verip gittiler evde ben kaldım. Soğuk ortası salon yanlarında iki şer oda bulunan evde o ilk günlerin doyumsuz diri mutluluk vakitlerini geçirdim.
İlahiyatı okumanın erdemine kendimi nasıl kaptıdığımı bir ben bilirim birde Allah.
Titiz, özveili ben olmayan bir müslümandım.
Türkiyeyi bırakın dünyayı değiştirmek için günüme gün ekliyordum.
Değişim dönüşüm o kadar yakındı ki Mehdi zuhur etmek üzereydi.
Çumralı Selahattin afra tafra tavralarıyla bana yolu gösterdi, Konya’da pek çok olan pat pat motorunun üstünde buldum eşyalarımı ve kapı dışarı edildim daha derinlerine daldım yüreyimin. Baybal’ın İstanbul caddesindeki o küçük evlerinde bana yer vardı O evde ailesi tarafından terk edilen bir küçük çocuk bir de meczub bir oğlan,Yusuf ve Nuri de vardı.
Dinin fukaralık olduğunu o evde yaşadım.
Yıllar sonra çekilen bir fotoğrafta o evi gören babam:senin orada kaldığını bilseydim bir gün seni orada bırakmaz alıp Maraş’a getirirdim dedi.
Sefalet derecesinin sınırlarında dervişlik denilen çok zamanlar yaşattırıldım Konya’da hasta oldum,üşüdüm ,aç kaldım dahası dünyadan uzaklaştım.

Köroğlu Hikayesi - Hacı Ali Özturan

AYVAZ

Köroğlu günlerce yol aldı. Kimi zaman aç, kimi zaman tok oldu.
İstanbula yakın bir yere gelmişti.
İbrahim Ağa Çayırına gelince çobanın biri seğirtip geldi. Kıratın dizgi-nine yapıştı:
-Bir kuzu kesmeden seni göndermem Ali Ağa! dedi.
Köroğlu içinden, “Eyvah! dedi, bu çoban beni tanıyor.” Köroğlu sordu:
-Ulan çoban ben kimim?
-Seni kim tanımaz Ağam? Sana Bermahbupoğlu Ali Ağa derler.
Köroğlu derin bir soluk aldı. Demek ki çoban kendisini bir ağaya benze-tiyordu. Bozuntuya vermedi:
-Aferin çoban. İyi tanıdın, dedi.
Çoban, ağasına ikramda bulunmak isteğiyle sordu:
-Bir kuzu keseyim mi Ağam?
-Kes bakalım.
Çoban kuzuyu kesti. Köroğlu karnını doyurdu. Karnı doyan ve dinlenen Köroğlu çobana bahşişini verdi. Atına atladı. İstanbula doğru yola çıktı.
Köroğlu, Bermahbupoğlu Ali Ağanın zengin olduğunu duymuştu. Ali Ağanın yüzlerce sürü koyunu, keçisi vardı. Köroğlu kendini İstanbulda Bermahbupoğlu Ali Ağa olarak tanıtmaya karar verdi.
………………………………………………………………………

Sonunda Köroğlu İstanbulun Üsküdar semtine vardı. Sokakta çelik deynek oynayan çocuklara Ayvazın babasının evini sordu:
-Lo çocuklar, Kasapbaşının evi ne yanda?
Çocuklar soruyu soran adama baktılar; omuzlarında çarşaf kadar geniş sırmalı maşlah; maşlahın altında kıl aba, kıl şalvar; belinde acem kuşağı, ayaklarında toz toprak içinde yedi körüklü çizmeler... Çelliği deyneği bıra-kıp Köroğlunun çevresini aldılar. Çocuklardan biri öne düşüp, Köroğlunu Kasapbaşının evine getirdi.
Çocuklar Köroğlunun Kürdüvâri giyimini o denli yadırgamışlardı ki, yanından ayrılmak istemiyorlardı. Köroğlu Kasapbaşının evinin kapısını çalacak ama çocuk başı Deli Omar gibi, peşinde bu denli çocuk varken Ay-vazın karşısına nasıl çıkardı?
Köroğlu elini kesesine attı. Bir avuç bozuk para çıkarıp, uzağa doğru fır-lattı:
-Lo çocuklar, şu paraları kapın da şeker meker alın, dedi.
Çocuklar Köroğlunun fırlattığı paraları kapışmak için koşuştu. Yalnız kalan Köroğlu, Kasapbaşının evinin kapısını çaldı. Az sonra yakışıklı, boylu poslu bir genç kapıyı açtı.
-Buyur Ağa!
Köroğlu içinden “Ulan bahçıvan, dediğin kadar varmış.” dedi.
-Buyuran sağolsun yeğen. Kasapbaşının evi burası mı?
-Burası….
-Lo sen Ayvaz mısan gurban?
-Ben Ayvazın hizmetçisiyim. Ayvaz Ağa yukarıda.
Köroğlu düşündü: “Ayvazın hizmetçisi bu denli yakışıklıysa, kimbilir Ayvaz ne denli yakışıklıdır?”
Hizmetçi sordu:
-Sen Ayvaz Ağamla mı konuşacaksın?
-He gurban.
-Kim geldi derse ne diyeyim?
-Bermahbupoğlu Ali Ağa…
Hizmetçi gitti. Yukarıya çıkıp Ayvaza durumu bildirdi:
-Bir dağlı Kürt gelmiş, seninle görüşmek istiyor, dedi.
-Adı neymiş? Kimmiş?
-Bermahbupoğlu Ali Ağaymış…
-Yaa! Şu zengin yoz tüccarı Ali Ağa… Yaylalarda yüzlerce sürüsü var-mış. Adını çok duydum.
Ayvaz kalktı. Merdivenin başına dineldi. Aşağıya doğru seslendi:
-Hoş geldin Ali Ağa! Yukarıya buyur hele!
Köroğlu Ayvaza baktı. Gerçekten de Çamlıbeldeki o elma gibi kırmızı yanaklı bir delikanlıydı. Çocukluktan yeni çıkmış, genç irisi biriydi. Köroğ-lu içinden, “Peh Maşallah!” dedi. “Ulan bahçıvan, Çamlıbele varınca ete-ğini altınla dolduracağım.”
Köroğlu Ayvazın gücünü de sınamak istedi:
-Lo gurban, uzaktan gelmişem. Yorulmuşam. Yaş da ilerlemiş. Dizlerim ağrıyor. Elimden tut da yardım et.
Ayvaz elini Köroğluna uzattı. Köroğlu inat eden keçiler gibi ayağının birini merdivenin birinci basamağına dayadı. Ayvaz Köroğlunu hafifçe çek-ti. Köroğlunun ayağı merdivende… Köroğlu kımıldamadı bile. İkinci ham-lede Ayvaz Köroğlunu öyle bir çekti ki, Köroğlu kuş gibi havalandı. Bir anda kendini merdivenin en üst basamağında buldu. Köroğlu, Ayvazın bu denli güçlü olmasına sevindi. “İşte Çamlıbele yakışır bir yiğit.” dedi.
Ayvaz Köroğlunu buyur etti. Köroğlu yerdeki döşeklerin en kalınına va-rıp, tek dizi üstüne, yeleli aslan misâli oturdu. Hizmetçinin hölbeli fincanla getirdiği kahveyi iki höpürdetmede bitirdi.
Hizmetçi nargile basmaya giderken sohbet de başladı:
-Ağa, sorması ayıp olmasın, ne için geldin İstanbula?
-Elli-altmış sürü davar getirdim, satıp paraya çevireceğim. Bizim oralar-da töre böyledir gurban. Ağalık vermeyinen, beylik kökten sürmeyinen olur. (Köroğlu açıkladı.)
-Yani, beylik babadan oğula kök sürmeyinen olur. Ağalık ise vermekle, akıtmakla olur. Irgat para bekler; öksüzler yoksullar para bekler, hısım ak-raba para bekler. Bunlara para vereceksin. Paramız kalmadı mı, böyle elli-altmış sürü satarız, parasını harcarız. Kasapbaşı yok mu?
-Babam İstanbul yakasına geçti. Yarın ya da ertesi gün döner. Dönünce-ye dek biz seni konuk ederiz.
-Pekey gurban.
Meğer o gün Ayvaz arkadaşlarına şölen veriyormuş. Kasapbaşı evde olmayınca, şölen yeri olarak bahçeyi seçmişler.
Hizmetçiler hazırlığa başladılar. Akşam olup hava kararmaya başlayın-ca, Ayvazın arkadaşları birer ikişer gelmeye başladı.
Gelen bakıyor ki, Ayvazın yanında iri yarı bir Kürt, tek dizi üstünde ye-leli aslan misâli oturuyor.
Konuklarının gelmesi tamamlanınca Ayvaz Köroğlunu tanıttı:
-Arkadaşlar, bu arkadaşa Bermahbupoğlu Ali Ağa derler. Bize davar satmaya gelmiş.
Köroğlunun görünüşü İstanbul giyimine o denli yabancıydı ki, gençler gülmekten kendilerini alamıyorlardı.
-Davarların da iyi mi Kürdoğlu, diye sordu biri.
-Eyi ya gurban! Yayla otuyla beslenen hayvanın eti lezzetli olur. İçle-rinde bir de dört boynuzlu bir koç var.
Ayvaz heyecanla atıldı:
-Dört boynuzlu koç mu?
-He gurban.
-Bir kafada dört tane boynuz mu var?
-He vallah… Onu sana armağan edeyim.
Ayvaz sevindi.
Köroğlu:
-Oğlum Ayvaz, dedi, burası içki meclisi. Olur ki, içer sarhoş olurum. Sonra da sözümden dönerim. Getir bir kağıt da senet yazalım. Ne demişler, “Hatırda kalmaz da satırda kalır.”
Ayvaz bir kağıt getirdi Köroğlu dedi ki :
-Benim okur yazarlığım yoktur. Sen yaz, ben möhür basayım.Yaz! “Dört boynuzlu koçu Ayvaza verdim.”
Ayvaz yazdı, Köroğlu kuşağının arasından ALİ mührünü çıkarıp kâğıda bastı. Köroğlunun adı Ali olduğu için mühürde de Ali yazıyordu. Ayvaz da mühürdeki Alinin, Bermahbupoğlu Ali olduğunu sanarak kâğıdı kuşağının arasına soktu.
Köroğlu:
-Lo gurban yandık tutuştuk. Verin hele şundan iki tas içeyim.
Sofranın ortasına bir teşt rakı konmuştu. İçinde altın bir tas yüzüp duru-yordu. Ayvaz kollarını sıvadı. Altın tasla Köroğluna rakıyı uzattı. Köroğlu içti. Sonra ötekiler içmeye başladı.
Köroğlu maşlahın altındaki sazının tellerini hafifçe tıngırdatınca genç-lerden biri:
-Kürdoğlu sazın da mı var ne? diye sordu .
-He gurban.
-Çalar mısın?
-Çalmasına çalarım da gurban, benim sazım kürdüvâri çalar. Siz anla-mazsınız. Ayvaz sazını versin de onunla çalayım.
Ayvaz arkasında dayalı duran sazını Köroğluna verdi. Köroğlu sazı aldı. Evirdi, çevirdi.
-Lo Ayvaz, ne güzel saz bu, dedi. Sesi de eyi mi ola?
Tellerini ayarladı. Perdelerde gezinmeye başladı. Sonra kesik makam-dan aldı. Köroğlu, bakalım ne dedi:
2/6
Çayıra getirdim yozu
Ayvaz kimden aldın sazı
Saz pahası yirmi yozu
Al Ayvazım ver evladım

Ayvaz güldü:
-Yok Kürdoğlu. Sazım satlık değil, dedi.
Bunun üzerine Köroğlu bir daha aldı:
2/7
Yücelerden gelir soyun
Gel eyleme bana oyun
Saz pahası elli koyun
Al Ayvazım ver evladım

Ayvaz yine satmadı. Köroğlu üsteledi:
2/8
Ayvaz bana ver bu sazı
Sensin yiğitler zorbazı
Yüz koyun sazın pahası
Al Ayvazım ver evladım

Ayvaz şaşkınlıkla sordu:
-Yüz koyun mu?
Köroğlu aslı yok yaylasındaki koyunları bol keseden dağıtıyordu:
-He gurban! Yüz koyun.
-Sattım gitti!
-Yaz gurban. Senedin altına ekle. Olur ya, insanoğlu çiğ süt emmiştir. Belki vaz geçerim.
Ayvaz senedin altına saz pahası yüz koyunu ekledi, Köroğlu “ALİ” mührünü bastı.
Ayvazın arkadaşlarından biri Köroğluna takıldı:
-Kürdoğlu!
-He gurban?
-Kafan iyi mi?
-Eyi gurban.
-Bir saza yüz koyun veren kafanın neresi iyi?
-Bizim kafa kürdüvâridir yeğen. Yüz koyun da verir, bin koyun da... Ben senet verdim mi?
-Verdin.
-Eh… Gerisinden korkma.
Köroğlu Ayvaza:
-Oğlum Ayvaz, dedi, hele bir tas daha doldur.
Ayvaz altın tasla teştten rakıyı aldı. Köroğluna uzattı.
Köroğlu rakıyı içti. Sazı yeniden kucağına aldı. Görelim ne söyledi:
2/9
Ayvaz bana ver bu tası
Sensin yiğitlerin hası
Yüz koyun tasın pahası
Al Ayvazım ver evladım

Ayvaz “Satmam.” dedi, Köroğlu üsteledi.
2/10
Ayvaz sen bu sazdan vazgeç
Dolusuyla sen bize geç
Yüz koyun,sekiz yüz öveç
Al Ayvazım ver evladım

Ayvaz yine satmadı. Bunun üzerine Köroğlu tasın pahasını artırdı:
2/11
Ayvaz bu tas benim olsun
Bahçeni sümbül bürüsün
Çevir Kürdün bir sürüsün.
Al Ayvazım ver evladım.

Deyince Ayvaz kabul etti.
-Sattım Ağa! dedi.
Senet yeniden çıkarıldı. Yazıldı. Köroğlu, altına “ALİ” mührünü bastı. Ayvaz yavaş yavaş Köroğluna ısınıyordu. Köroğlunun bol keseden dağıttığı koyunlar, Ayvazı Köroğluna yakınlaştırıyordu. Bunu sezen Köroğlu sevindi. Sevincini saza döktü:
2/12
Seni Haktan dilemişim
Varım sensin Kasaboğlu
Arş-ı asumana çıktı.
Zarım sensin Kasaboğlu

2/13
Seni bana veren Haktır.
Kerimdir ihsanı çoktur
Senden gayri yiğit yoktur
Canım sensin Kasaboğlu

2/14
Kürdoğlu der acem acem
Elif dizer be’dir hecem
Hem ustamsın hem de hocam
Ustam sensin Kasaboğlu

Deyip bağladı.
İçki âlemi o gece geç saatlerece sürdü. Sabaha karşı dağıldılar.

Pendname - Feridüddin-i Attar

Dilekleri Yerine Getiren Tanrıya Yalvarış

(günahlardan özür dileme)
Ey padişah suçlarımızı bağışla, biz suçluyuz, sen yargılayıcısın. Sen iyilik işleyen(tanrı), bizse kölüklere uğraşan(kul)larız, sayısız, ölçüsüz günahlar yüklenmişiz. Yıllarca isyan ve kötülük ettik, nihayet ettiklerimize pişman olduk. Gece gündüz fenalıklara dalmış, saçlarımızdan, ayaklarımızdan tutulup cehenneme sürükleneceğimiz gafil olmuştur.

Daima isyan kaydında dolaşmış nefis şeytanına yakın bulunmuşuz. Günahsız bir saatimiz geçmedi. Gönül hoşluğuyla sana kulluk edemedik. Dergâhından kaçan yüzsuyunu isyanla dökmüş olan kul, katına geldi. Lütfünden mağfiret umar. Zaten sen rahmetimden umut kesmeyin dememiş mi idin? Senin lütfünün denizi bitip tükenmez. Rahmetinden umutsuz olan da ancak şeytandır.

Ey Kerem sahibi! Nefis ve şeytan benim yolumu kesti. Bu yolda yardımcım senin rahmetindir. Umarım ki beni kabirde toprak etmeden önce günahlarımdan temizleyesin. Canımı bedenimden soyup götürdüğün zaman beni cihandan iman nuru ile göçüreceksin.

Nefsi Emareyi Kötüleme

Akıllı odur ki Tanrı nimetlerine şükreder. Sonra nefsine hâkim olur. Ey delikanlı: kendi öfkesini yenebilen cihanda kendini kurtarmışlardan olur.
Halkın en budalası odur ki nefis ve havasının ardından koşar. Sonra o bozuk fikirli sanır ki; nihayet Allah kendisini affedecektir. Ey oğul dervişlik gerçi zor bir iştir. Fakat dervişlikten daha hoş bir meslek de yoktur. Dik başlı, nefsini emri altına alan kimse iyi ün kazanmış akıllılardan olur. Riyazetle kötü nefsin terbiyesini ver ki, seni günaha sokmasın.
Selametle kalmak isteyen, bütün halkın dedikodusundan yüz çevirir. Halkı baştanbaşa gaflette bil! İnsan ancak cihandan gittiği vakit uyanır. Seni incitenlerin özürlerini kabul et. Mağfiret bulmak istersen onu yakalama1 halkı inciteni Allah sevmez. Böyle bir huy dindar bir adama yakışmaz. Sitemle bir kalbi yaralayan o yarayı kendi vücudunda açmış olur.

Gönül incitme kaydında olan bir kimsenin cezası sonunda ağlamaktır. ey oğul: Gönül incitmeye heves etme. Allah’ından hoşnutsuzluk kazanma. İtibar bulmak istersen halkın adını iyilikten başka bir şeyle anma. İyiliğe gücün yetmezse kötülük yapma, kendi kendine sayısız sitemler etme. Git halkın gıybetinden dilini tut ki, bir gün elini ayağını bağlanmış görmeyesin.
Dilini gıybetten korumamış kimse Tanrı cezasından kurtulmuş değildir.

Susmanın Faydalarına Dair

Ey kardeş sen hakkı arayan bir insan isen Tanrı buyruğundan başka bir konuda ağzını açma. eğer hiç ölmeyecek olan Allah’a dair bir bilgin varsa ağzına sükut mührünü vur. Yavrum: öğüt dinle, kurtuluş istiyorsan dilini tut. Çok konuşanların göğüsleri içinde kalbleri hastadır.

Akıllıların âdeti sükût, cahilin âdeti unutkanlıktır. Gıybet ve yalancılıktan ziyade sükût gereklidir. Daima söylemeye düşkün olan kimseler ahmaktırlar. Kardeşim: Hakkı öğmekten başka söz söyleme. Doğru sözü de halkı kötüleme yolunda sarf etme. düzgün varsa hepsi yağmaya gider. Çok konuşmak kalbi beden içinde öldürür. O sözler isterse Aden incisi olsun.

Sanatlı söz söylemeye çabalayanlar da gönüllere ıstırap verirler. Git dilini ağzına hapset halktan hiçbir şey bekleme, kendi ayıbını görebilenlerin ruhlarında bir kuvvet belirir.

Kitap Tanıtımı




Okunmayan Kitaplar


Ancak dinin emel ve arzusu, felsefeninkinden çok daha yüksekte uçar. Felsefe, eşyayı akıl ve idrak yoluyla görür; ve bundan dolayı, tecrübenin bütün tenevvü zenginliğini bir sisteme bağlamak istemez. Hakikati Mutlakayı uzaktan müşahede eder. Din hakikati Mutlaka ile daha yakın bir temas ister. birisi nazariye, diğeri ise tecrübe, münasebet, samimi yakınlıktır. bu samimi yakınlığı elde etmek için akıl ve idrak kendinden yükseğe çıkmalı, ve dinin dua diye tavsif ettiği bir zihni davranışta tatmin etmelidir; o dua ki, İslam peygamberinin dudaklarından çıkan son sözlerinden olmuştur.

Merhaba

Merhaba

Yaz Bitti…
Güze merhaba. İncir kuşları, Ahırdağının hemen üstünde öbek öbek toplanan beyaz bulutlar, buğulaşan Mahrabaşı üzümü sana da merhaba.
Dağlarda geyikler, yücelerde şakıyan şimşekler, doğan gün, batan ay, Kozludere, Kavlaklı, Ceyhan, Göllü, Gökahmetli sizlere de merhaba.
Okuyan, Milcandan bir harf öğrenen Şah’ın kulları sizlere de merhaba. Zahire tutma demlerini bitirdik, tütün balyalayıp, çaylarımızı, kahvelerimizi güz esenliklerine sunduk. Bilgiyi hikmet ateşinde dağlayıp, aklımızı Çalap’ ın gökkuşaklarına salacağız.
Demokrasi geleneğinin eksiğini Milcan da tamamlamak vazifemiz. Yasama, Yürütme, Yargı’ dan ,ibaret olan Demokrasiye FAZİLET maddesini ilave ediyorum. Anadolu demokrasisi FAZİLET hakikatinden yoksun olduğundan inandırıcı olamamış tır evet Demokrasinin ölçüsü FAZİLET olacaktır.
FAZİLET siz demokrasi Anadolu insanını kasıp kavuruyor bu demokrasi için FAZİLET ilkesi şart.
Nurhak, Salvan dağının sümbülleri artık boynu bükük olmayacak.

CANIMA YAKARIŞ

CANIMA YAKARIŞ

Akşamı getirir gözlerin
Dilimde aşkın nağmeleri…
Dünden kalan
Yeminlerimle eşiğindeyim
Yıldızları topladım ay vakti
Sözlerim efsunlu vakitlere ayarlı
Seninle başlıyorum geceye

Türkülerim dilimde
Aşka dair
Yoldaşım Mecnun
Gazel okur dilleri

Kırlangıç yuvalarına hüzün
Sevgilim neredesin?

ALİ BÜYÜKÇAPAR

Gurgumda Zaman

Gurgum da Zaman


(1980’li yıllar)
Mehdi Zuhur Etti Mi?


Haydarlı dan tanıdık yüzlerle çokça din adına konuşmalar yapıyorum.Camii eski. Trenci Kadir’in imam olduğu vakitler oluyor, cami imamı öğrenci olduğunu bahane ettiğinden bazen namazı Trenci Kadir kıldırırdı.Tartışmalar başlardı akabinde.
Dere kapanmak üzere, Kanlıdere de hummalı çalışmalar yapılıyor çarşıya gitmek için o mekanı seçiyorum, inşaat kalıpları üzerinden akrobasi hareketleriyle geçiyor yolu tamamlıyorum.
İklime Hatun’a yetişmeliyim. Ömer Faruk Hocadan Arapça okuyorum kitap Mustafa’nın heceleye heceleye harekeliyor bir an önce Nahiv kitabını bitirip halkayı tamamlamaya uğraşıyorum. Ali Parlak Ulu Cami de ders veriyor ama ben İlime Hatun ‘u tercih ediyorum, ora daha mistik geliyor.Uzun sessizlik evreleri olunca kendimi gökler ötesi yolcusu sanıyorum ha perde açıldı ha açılacak ve Tanrının esmaları tecelli edecek!
İki tel sakalım var.
Gözlerim ışıl ışıl yüreğim ıpıl ıpıl saadet asrının heyecanında her gün dindarlaştıkça farklılaşan varlığım hafif, az yiyor az içiyor çok azda uyuyorum bir deri bir kemik olduğumu söylüyor validem zoraki yemek yediriyor bana.
Bit pazarında eskiciler var dükkanlar boş evlerin çoğu toprak, Gülüm Ahmet’in kitapevi yolumun üstünde ara sıra ona da uğruyor kitaplara bakıyorum.Arslan İspir hep vakur yeni eczahane onun, fotoğraflarla o aklımda.
Ulu Cami’yi teğet geçiyorum hızlı adımlarla İklime Hatuna ulaşmalıyım dersim çok önemli okuyacağım metni ezberledim bir de onu Ömer Hoca’ ya vereceğim beğenisi çok önemli o ‘aferin’ derse sevineceğim.
Dünyadan bana ne !
Yaşamamın anlamı dünya için değil.Saadet Asrının müptelasıyım devamlı dünde yaşıyorum bugün ne deseler haberim yok.Doğrusu haber dediğim şeye ihtiyacım yok.Merdivenleri çıkıyorum daracık bir hücre iki kapılı birinci kapıdan girince hafif ardiye odun yığını eski kilimler döküntü içeride kapının girişinin tam karşısında yerde çaput minder Ömer Hoca onun üstünde güleç yüzü sakalı, düşünceli tavırlarıyla hep gönlümde buyruğu umut sözü önemli her şey o.
Cemaat var tek tük sessizce oturup bir kelime için bekleşiyorlar ama onlara verilecek hikmet bu günlerde yok. Fahri müezzin Kapalıçarşı da bezirgânlık yapan gayretli biri orada müezzin olmak onun için dünyalara değer. İkindiyi kılıp derse geçeceğiz önce ezan, kapıda duruyorum Ömer Hoca’nın takunyalarını eşiğe koymak benim görevim iki hapapı özenle oraya koyup elpençe bekliyorum.
Namaz bitti.Cemaat dağıldı.Dışarıda türbenin hemen bitişinde oturuyoruz.Ömer Hoca küçük taburede bende yanındayım’’gözünü kapa şu kelimeleri tekrar et’’buyruğu aklımda.Günler on iki eylül demleri.Sohbetler oluyor tarif edilen kimselere görünmeden yitilecek nokta da buluşulup oradan bilinmeyen daha başka yere gidilip Nur’dan ders dinlenecek.Aman Allah’ım ne saadet!
Batıpark’ ta söyleşiyoruz oradan bir eve gideceğiz diye düşünürken fısıltıyla oradan Aladan tarafına yöneltiliyorum tarif edilen evin kapısını tek vuruşla çalıyorum uzunca bekliyorum derken kapı açılıp içeri giriyorum.Pencereler kapalı yoldan gelebilecek her sese duyarlıyım ders okunuyor kaos kaotike’ye dönüşmüş bilgi o karda önemli o vakitler kendimi yeryüzü bahtiyarı olarak görüyorum.

Dindarlaşıyorum ama o kadar da gerçek dünyadan uzaklaşıyor bir noktanın içine sığınıyorum. İlahiyatta okuyorum orada bulunan arkadaşların yapıp ettiklerine hayret ediyorum onların basitliklerine kahroluyorum şimdi sen ilahiyat Fakültesi’nde okuyacak bu bayağı şeylerle uğraşacaksın diye sitem ediyorum.
Sürtünmesiz alemlerdeyim!
Said’in babası da risale-i nur okuyanlardan sakladıkları kitaplar ve dillerinden düşmeyen “Üstad” sözlerine büyüleniyorum.Sahabe efendilerimiz mağaralarda gün geçirirlermiş ya onlar beni alıp Pınarbaşı’nın biraz üzerindeki mağaraya götürüp ders yapıyorlar, şaşırıyorum ama bundan annem babam dahil kimseye söz etmeyeceğime dair yeminler ettiriyorlar.Azık alıp sıkça o mağaraya yollanıyoruz Said’in babası Said ve ben neler oluyoruz neler kendimden geçiyor zamanın sislerini ellerimle dağıtıyorum az ötede görülen kent Maraş değil Mekke sanki.Sıcaklar artınca mağaranın serinlerinde zikirle murakabeye dalıyorum ama ne düşündüğümü bende bilmiyorum sadece düşün diyorlar bende düşünceyi düşünüyorum.
Sofuluğum artıyor.
Patikaların biraz ötesinde bağlar var. Yakında “Mehdi” zuhur edecek deniliyor.Hatta Horasan’dan çıkmış yola bile sözleri yüreğime kor ateş gibi düşüyor.Dindarlaşmalıyım hem de alabildiğince.
Yeni hiçbir şey giymiyorum.
Okuduğum kitaplara inanıyor orada yazılan her bilgiyi önemsiyorum başkalarının lakayt tavırlar üzüyor dahası hasta ediyor.Mehdi gelince ne yapar bunlar diye kaygıdan daha çok ibadete önem veriyor herkesi uyuduğu o geceleri mum gibi ayakta geçiriyorum.

ÇIĞLIK (NEFES)

ÇIĞLIK (NEFES)

Baharda açar tomurcuk gül
Dikenlere rahmet sen gül
Ellerin Âdemin çamurunda
Yüreğim seninle bir gül

Zeytin yeşilinde düş
Kara toprakta ince sızı
Toplar senin ulu rahmetin
Yüreğim seninle bir gül

Kırlangıç çığlığı umut
Kelebeklerin nazlı dansı
Ansızın parlar ışığın
Yüreğim seninle bir gül

Kelimelerim demli esrük
Karanlıkta parlar Yedibeyza
Şah Ali bugün o vadinde
Yüreğim seninle bir gül

EJDER POLAT

Pendname - Feridüddin-i Attar

ATTAR’IN ÖGÜTLERİ

ESİRGEYEN VE BAĞIŞLAYAN TANRI ADIYLA

Sayısız hamd ve minnet bir avuç toprağa iman ışığı veren eşsiz Tanrı’ ya yaraşır. Âdem’ in bedenindeki ruhu üfleyen, Nuh’un tufandan kurtaran odur. Ad kavminin cezasını vermek için kahrıyla fırtınaya emir veren odur. Lütfünü gösterince sevgilisi (İbrahim)’ e ateşi gül bahçesi yaptı.
Seher vaktinde Lut kavminin altının üstüne çeviren yine o padişahtır. Onun tarafına bir düşman (Nemrut) ok atmış fakat bir sivrisinek bu düşmanın işini bitirmeye kafi gelmiştir. Düşmanı (Firavun)’ u denizde boğan mermer taşının içinden (Salih Peygamberi gerçeklemek için) deve çıkaran odur. O kudretli ve ebedi olan Allah inayet buyurunca Davud’un elinde demir mum gibi oldu. Süleyman’a mülk ve sultanlık verdi, şeytan ve peri onun mührüne (fermanına) boyun eğdi.
Eyyub’ un teninden böceklere azık verdi, Yunus’un bedenini balığa bir lokma yaptı. Bir kulun (Zekeriyya Peygamberin) başına destere indirir, başka bir kulun başına taç giydirir Sultan odur. Her ne dilerse onu yapar, isterse cihanı biran içinde yok eder. Sultanlık ona aittir. Hiç kimsenin ondan hesap sormaya gücü yetmez. O birine nimet ve hazine bağışlar, ötekine acı ve zahmet verir.
Birine iki yüz kese altın ihsan eder, berikki ekmek hasretiyle can verir. Biri sincap ve samur kürkler giyinir, öteki tandırda çıplak yatar. O biri atlas ve seccadeler üzerinde oturur. Beriki buz gibi düşkünlük toprağında yatar. Bir tanesi bin naz ve izzetle taht üzerine kurulmuş, öteki yoksulluktan ağzı açık bir halde. Göz açıp kapayıncıya kadar cihanı birbirine çarpar, burada söz söylemeye hiç kimse güç yetiremez.
O öyle bir Tanrı’dır ki hava kuşlarına balığı azık yapar, kullarına şahlık devleti verir. Babasız çocuk (İsa) doğurtan, beşikteki yavruyu konuşturan odur. Yüz yıllık ölüyü (Uzeyr) diriltir. Bunu Tanrıdan başka kim yapabilir? Öyle bir yaratıcıdır ki çamurdan sultanlar çıkarır, yıldızlarla şeytanları taşlar. Kuru topraktan otlar bitirir. Gökleri de O korur.
Mülkünde ortakçısı ve benzeri yoktur. Sözlerinde ses ahenk bulunmaz.
PEYGAMBERLERİN ULUSU HAZRETİ PEYGAMBERLE DÖRT HALİFEYİ ÖĞÜŞ
İki cihanın ulusu, peygamberin sonu olan Yüce Peygamber ötekilerden sonra geldi. Fakat önce gelenlere iftihar örneği oldu. O cihana gelince dokuz felek kendisine miraç, nebilerle veliler ona muhtaç oldu. Varlığı alemlere rahmet getirdi. Bütün yeryüzü ona mesçit oldu. Dostları Ebubekir’le Ömer oldu. Parmağının ucu ile Ay’ı iki parça etti.
Biri ona, gizlendiği mağarada yoldaşlık etti. Öteki de gerçek dostlar kafilesinin başbuğu oldu. Osman ile Ali de ona yoldaş oldukları için alemde Veli’lik mertebesine yükseldiler. Bunlardan Osman haya ve ilim hazinesi, Ali ilim şehrinin kapısı oldu. İnsanların en hayırlısı olan O hak peygamber ki öz ve temiz amcaları Hamza ile Abbas idi. O Peygambere ve onun evlat ve yoldaşlarının hepsine bizden her an yüzlerce dua ve selam olsun.
DİN İMAMLARI İLE MÜÇTEHİTLERİN MENKİBELERİ
(Allah hepsinden hoşnut olsun)
O önderler ki (din bahisleri üzerinde) içtihat ettiler, hakkın rahmeti hepsinin ruhlarına erişsin. (Birisi) İmam Ebu Hanife, o seçkin peygamber ümmetlerinin kandili idi. Hakkın ihsan ve rahmeti onun canına yakın olsun. Çömezlerinin ruhları şad olsun. Dostu kadı imam Ebu Yusuf ile imam Muhammed idi. İhsan ve minnet sahibi Tanrı onlardan razı olsun. Ötekiler İmamı İdris-üş-şafii ile imam Malik ve Züfer’dir ki onlardan Muhammed dini kuvvet ve ziynet bulmuştur.
Ruhları cennet kürsüsünde şad olsun, din sarayı onların bilgisinden bayındır olsun.

Feriddüdin-i Attar

Kitap Tanıtımı


Kitap Tanıtımı




Ama aslında soru şuydu. Birbiri ardına sökün eden bu dehşet verici problemler furyası nereden ileri geliyordu? Yani karşılaştığımız problemlerin gerçek boyutu, gerçek sebebi neydi? Soru böyle ortaya konsa ve araştırılsaydı, serbestçe, herhalde, karşılaştığımız problemin evrensel kökleri olduğu kadar, belki de daha fazla, bu problemleri problem haline getiren o zati özelliklerden de farkına varılırdı. Hangi düşünce sistemi kabul edilmiş olursa olsun, o düşünce sistemi kavranmışsa eğer, beliren problemin ne olduğunu araştırmak zahmetine katlanabilirdik.

Merhaba

Merhaba!

Yaz geldi. Maraş önümüzdeki günlerde yanıp kavrulacak. Ova sarardı, Ahırdağ yeşil sarı tonlar arasında raksediyor.
Kırlangıçların avazı tenha sokaklarda çınlıyor. Çarşıbaşı’nda tanıdık simalar, Boğazkesen’de arkadaşlar, Sarayönü’nde eski zamandan kalan sözler dönüp dolaşıyor.
Maraş’ta Devlet olmak, Maraş’ta Devletlü Saadetli olmak erdem. Her gün özelleştirilen devletimizden bakalım Maraş’ta yaşayan biz Türkler’e ne kalacak?
Dert kalsın, tasa kalsın, acı kalsın, zenginlik, refah, aymazlık devleti özelleştirenlerin yoldaşı olsun. Türk milleti özelleşen devlet mefhumunun acısında boğulur. Güçlü devlet istiyorum tarihten gelen otoriter devlet olgusunun diliyim, yüreğiyim.
Türk Devleti’ni Kızılelma Ülküsü bilir!
Engizek, Berit, Kızıldağ, Nurhak’ta biz vardık, yarın da biz olacağız. Hartlap, Dereboğazı, Yavşan, Uludaz evimiz barkımız.
Karlı Tanrı Dağları’nın gökyüzlü Bozkurtları sayhalarınızı yükseltin de Roma’nın meydanları çınlasın, üç hilal dalgalansın, gülbank çekilip Şah’ın adı yüce tutulsun.
Medet ya Haydar!

NOT: Ekim ayına kadar yayına ara veriyoruz. Zahire tutup, Zülfikarı bileyeceğiz, polatlanıp güz esintileriyle tekrar dirileceğiz.

Firuze

FİRUZE

Neydi suçum ne yaptı ellerim
Soluğum üşütür geceyi
Haramiler kesmiş yolumu
Sırrın içimde kara güneş

Var ettin varlığınla yalanımı
Bir avuç köpük hayatım
Nur ırmağı sesin
Varıp eşiğine yüz sürsem şahım

Yüküm ağır yolun uzun mu uzun
Düşler istiyorum sevgilim senden
Kınalı parmakların abı hayat
Testim sana hasret

Zulmet perdeledi gözlerimi
Göster ceylanını ki inanayım

Avcı değilim bakma ellerime
Ruhum talan edildi vücudum yağma
Sözlerin inci tanesi
Paha biçilmez tanesi
Ah sultanım bir satın alabilsem.

Ali Büyükçapar

SEZAİ KARAKOÇ ŞİİR ANLAYIŞI


SEZAİ KARAKOÇ
(D. 1933)
Fatih OKUMUŞ


II. ŞİİR ANLAYIŞI

Sezai Karakoç’a göre şiir “kelimeler ülkesi”dir. Bu ülkeye girmenin bir usulü erkanı vardır. 0 da ‘atalara uyarak” bu kelimeler ülkesine “gülle” girer. Şair adlı şiirinde de şaire şöyle seslenir “Ve sen şairsin kelimeler ülkesindeki bilge”.
Her ülkenin olduğu gibi “kelimeler ülkesi”nin de kendine özgü kanunları, nizamları vardır. Tüm sanatların kaynağı olan şiir, haddini bilmeli, kendi alanını muhafaza ettiği gibi başka alanlara da tecavüz etmemelidir.

A. Şiir Tüm Sanatların Kaynağıdır:

Sezai Karakoç’a göre şiir tüm sanatların kaynağıdır. Bütün sanatlar onun ateşini çalmış, böylece, her sanata şiir yayılmıştır. “Bunun içindir ki musiki parçasında şiir, resimde şiir, mimaride şiir, sinemada şiir aranır. Ama, yine de şair, şair olarak kalmak ve kaynağını saf ve arı korumak zorunda.”

8. Şiir Dinin Yerine Geçmeye Kakışmamalı:

“Şiir şiir olarak kalmalı, dinin yerine geçmeye kalkmamalı. Buna kalkarsa, kendi kendine de ihanet etmiş olur. Hz. Peygamber, bu ölçü içinde, şiiri yüceltmiş, şiir eğitimine değer vermiştir. (...) İslam isteseydi, cahiliye devrinin inançları gibi şiirini de yok edebilirdi.”

C. Şiir Diğer Sanatlar İçin Kullanılmamalı:

“Şiir görüntü gösterilerinin bir unsuru yapılmamalı. (...) Televizyon ekranları, tiyatro ve sinema salonları, şiirin bir kurban gibi boğazlandığı sunaklar olmamalı. (...) Yalancı tanrılar, putlar yaklaşamamalı bu tapınağa ve bu törene. Rahibi, şair olmalı bu törenin; Madem ki, kurbanı odur.” “Şair, eserinin, bütün art niyetler ve öbür sanatlar uğruna kullanılışına paydos demelidir.”

D. Edebi Sanatlar:

“Şiir için imaj ve her türlü edebi sanat gereklidir. Ama şiir bunlara kurban edilmemelidir. Çağımız şairleri de aslında bütün sanatları gerektikçe kullanmışlardır. Şu farkla ki, onlar, bunu adeta, şuuraltından yapmıştır. Adeta bilmiyormuşçasına.”

Evet, çağımız şairlerinin çoğunun bu edebi sanatları bilemeyecek tarzda yetiştikleri açıktır. Belki de şuuraltından edebi sanat kullanmak, Amerika’yı yeniden
keşfetme çabasıdır.

E. Sanat Eseri, Yaratışın Taklididir:

Kula ‘yaratma kelimesinin izafe edilmesi meselesi tartışmalıdır. Estetik biliminde çok tartışılan bir mesele de taklittir. Karakoç, gerçek sanatçının yaratma eylemini taklit ettiğini söyleyerek konuya orijinal bir açılım kazandırmıştır. Sanat eseri üretme ameliyesinin püf noktası işte burasıdır.

“Sanat eseri, yaratışın taklididir, yaratılanın değil. Yapıt, yaratılanın taklidi
oldukça değerden düşer. Yaratışın her an yeni kalışındaki, orijinal oluşundaki sırrı
anladıkça da yoğunlaşır.”
F. Sanat Eseri Bir Ülküye Alet Olabilir:

Günümüzde de tartışması sürmekle birlikte, Karakoç’un edebiyat dünyasında ilk boy gösterdiği yıllarda hararetle tartışılan, sanat eserinin ideolojik bir mesaj taşıyıp taşıyamayacağı, bir davaya alet edilip edilemeyeceği tartışmasına “Sanat güdümlü de olabilir, şartlanmış da. Bir ülküyle şartlanmak, sanat eserinin estetik bir değer almasına engel değildir. Çünkü bir sanat eseri, bir ülküye alet olduğu kadar, o ülküyü alet olarak kullanır. Bu açıdan, sanatın işlemi çift değerlidir, kullanır ve yayar.”

G. Şiirde İnsan:

“Merdüm-i dide-i ekvan” olan insandan müstağni kalan şiir uzun ömürlü olamaz. Aslında yalnız şiir için değil her sanat, her düşünce için geçerlidir bu hüküm. Ancak her sanatın, her felsefenin, her dinin insana bakış açısı, insanı ele alış tarzı farklıdır.
“Roman, somut insanın peşindedir. Şiir soyutlaştırmıştır insanı. (...) Yani roman, genel insanı bile özelleştirir, somutlaştırırken, şiir, özel kişiyi, genel insanı olduğu gibi, niteliklere indirir, soyutlar; bu şartla özel kişilerin kokusunu taşıyabilir. Somut insan, en çok, bir enstantane olarak şiire girebilir.”
“Şiirin gerisinde insan olmalıdır. “Her çağda, her şiirle yenilenen” İnsansız şiir tez ölür. Şiirimizdeki bazı serüvenler, iyi olmayan örnekleriyle tepki ya da ilgisizlik uyandırıyorsa, insansızlıklarındandır 0 şiirlerin. Şiirine insan ya insanlık fonunu koymayanlar kaybedecek, okur, şiirlerinde, bozuk bir geometriden başka bir şey bulunmayanları fark edecektir hemencecik.”

H. Şiirde Mantık:

Sezai Karakoç’a göre şair, düşünceyi, ya olağan dışı bir zekayla donatarak, ya aptallaştırarak kullanır. Şiir mantığı, düz yazı mantığı ile başlar; en az odur. Ama onunla yetinmez; onu, kendi yapısının gereği işlerle yükler. Eski şiirle yeni şiiri ayıran, mantık karşısındaki durumlarıdır. “Yeni şair, mantık karşısında daha açık ve daha aktiftir. Her şiir geldikçe mantık değişir gibi oluyor. Giderek bir özel mantık doğuyor (Şiir mantığı), adeta.”

İ. Şiirde Form:

“Şiirin birimi şiirdir. Onu biçim (şekil) ve öz (muhteva) diye ikiye ayırmak sadece poetikada olabilir. Yoksa biçim ve özü şiirden ayrı ayrı çekip çıkarmak mümkün değildir. Kendine mahsus bir özü olmayan şiirin biçimi de yok demektir. Var gibi görülen ses ve geometri, sadece boş bir kalıptan başka bir şey olamaz. Nasıl ki maskeye de insan yüzü denemez. Öte yandan, biçimi olmayan şiirin özü de yok demektir. Yüzü olmayan insan olmayacağı gibi, şekilsiz şiir de olamaz.”
Sezai Karakoç’a göre klasik şiirle modern şiiri ayıran, ilk bakışta sanıldığı gibi birinin, formu olan şiir, öbürününse şekilsiz (amorf) şiir olması değil, sadece, birinde, ortak biçiminin görünür planda, farklılıkların daha iç planda olması, öbüründeyse, tersine, farklılıkların görünür planda, ortak yanlarınsa iç, görünmez planda bulunmasıdır.
Karakoç, vezin ve kafiyenin aslında tamamen kaybolmadığını serbest nazımda gizli bir aruzun söz konusu olduğunu, kafiyenin de mısra içlerine kaydığını ve daha genel bir çağrışım düzeni halini aldığını söyler.
“Vezin ve kafiyenin görünüşte ölümüne aldanmamalı. Aruz ve hece sesi, her şiirde, belki her mısrada değil ama, yer yer, yoklamasını yapıp durmada. Gizli bir aruz, gerçek şiiri içten besleyen, ses mimarisi, tarihin ölmez mirasıdır. Kafiye, belki, sondan mısra içlerine kaymış, daha genci bir çağrışım düzeni haline gelmiştir. Serbest nazım ya da şiir dediğimiz zaman, akla düz yazının bir türü, ya da bütün koşullardan bağımsız bir şiir türü gelmemelidir. Serbest nazım ya da şiir, vezni ve kafiyesi şairi tarafından aranıp bulunan, sonra da şiirde kaybedilen şiir demektir.”

K. Gelenek ve Şiir:

Uygarlık süreğendir. Sezai Karakoç yeniliği “geleneğe bir adım daha attırmak” olarak anlar. “Her yeni uygarlıkta, bazı arketiplerin ve leitmotiflerin ön plana, bazılarının da arka plana geçtiği görülür. Kimisi, gelişir, serpilir, güneş gibi parlar. Kimi atan hale gelir. Ay gibi bulutlar arkasına saklanır. Kimi arkaikleşir, kimi güncelleşir. Ama, aslında, şu ya da bu şekilde, her biri hayatını şiirlerde sürdürür,”

“Her yeni şair, onlardan vareste kalamaz. Her yeni şiir, onların içinde doğar. Ve onlar, ne kadar değişik olursa olsunlar, ne yapıp ederler, her yeni şiirin içinde yeniden doğarlar.”

Gelenek, uygarlığın kendi bünyesinde taşıdığı, şairin istese de kurtulamayacağı bir özdür. “Aslında ne gazel ölmüştür, ne de kaside. Küçük aşk şiirleri, gazelin süreği değiller midir? Kasideler, mevsim tasvirleriyle başlardı. Şimdi, kaside uzunluğundaki şiirler, kimi zaman yaz, kış, sonbahar, bahar şiiri adını almakta, ya da onlardan yola çıktıktan sonra kasidelerde olduğu gibi, asıl konuya girmekte. Kasidelerde kişilere olan bağlılık, günümüzde doktrinlere, sistemlere, dünya görüşlerine bağlılık biçimine girmiş durumda. Kitaplık çapta şiirler de Mesnevilere karşılıktır,”
Şiirimiz mensubu bulunduğumuz İslam uygarlığından beslenmiş ve sırası geldiğinde İslam şiirinin meşalesini de taşımıştır. “Nasıl Osmanlı varyasyonu, İslam Uygarlığı içinde üçüncü büyük atılımıdır. Şiirimiz, Arap ve Acem şiiriyle, ortak bir köke sahiptir bu yüzden Ama orijinalliğe erişmiştir. Orijinal olmak demek, köksüz ve geleneksiz olmak demek değil, tam tersine, çok cepheli, engin bir gelenek temeli üzerinde yeni olabilmek demektir. Divan şairlerimiz, daha önceki, Arap ve Acem, ya da çağdaşları Acem şairleriyle yarışmışlardır. Onları taklit etmemişler, onlarla yarışmışlardır. 16. yüzyıldan sonra da yarış bayrağını artık bizim şairlerimiz elden ele devreder olmuştur. Şiir meşalesi bize geçmiştir (1988, s.106)
Yenilik, geleneğe bir adım daha attırmak şeklinde anlaşılmıştır. Mazmunların dışını değil, içini yenilemişlerdir. Bir Baki mazmunu, bir Nedim mazmunu, bir Galip mazmunu vardır. Ayni mazmunun çağ çağ yenilenişi ve zenginleşmesi olarak.
“Tümüyle Divan şiirimiz, sanki, 500-600 yıl yaşamış ve hiç ihtiyarlamamış bir
şairin Divanı şeklindedir. Her yüzyılda yeniden gençleşen bir şairin divanı.”
Sezai Karakoç serbest şiirin köksüz ve nevzuhur olduğu iddialarına karşılık
kendi tercihi de olan bu tarzı savunur. Avrupa’nın serbest şiiri Endülüs yoluyla
aldığını belirterek, bu tarzın İslam uygarlığının öz malı olduğunu hissettirir.
“Serbest şiir, sanıldığı gibi, yirminci yüzyılın getirdiği bir tarz değildir. Eski Yunan, Latin ve İslam öncesi Arap ve Türk şiirinde de örnekler vardı. Vezin ve kafiyenin, bir kale duvarı sağlamlığı ve düzenine, ancak İslam uygarlığında ulaşıldı. Batı da bu düzeni, Endülüs yoluyla aldı. Hem seste, hem biçimde, hem de konularda, modern çağ batı şiirinde devrim, Endülüs etkisiyledir.”

L. Na’t

Sezai Karakoç na’t türüne özel bir önem verir. Na’t’ı şiirin ufku olarak niteler. Kendisi de na’t yazmıştır. “İnsanın ufku mümindir. Müminin ufku Peygamber. Peygamberin ufku da, mutlak gerçeklerin habercisi, her peygamberi şahsiyetinin katlarında bir yaprak gibi bulunduran Son Peygamber... Peygamber nasıl insanın ufkuysa, Na’t da şiirin ufkudur.”
Na’t “sahabeliğe bir uzanış”tır. “Na’t, Peygamberin şiirle yapılmak istenen bir portresidir. Her şair, durduğu yerden ve görme kabiliyeti ölçüsünde Ona bakar; O büyük mükemmelliğin karşısındaki duygularını zapt etmeğe çalışır. Bütün na’tlar adeta, tarih boyunca yapılan tek bir portrenin farklı cephelerden birer örneği gibidir ve tek bir portre içindir.”

M. Şiir ve Şair Ölmeyecektir:

Çağdaş toplumda şiirin ve şairin değerinin bilinmediğinden şikayetçi olan
Karakoç, her şeye rağmen şiirin ve şairin geleceğinden ümitlidir.
“Şiir ve şair ölmeyecektir. Çünkü: insan ölmeyecektir. Çünkü: hakikat ölmeyecektir.” diyen Şair’e göre “şiir, hakikatin, yüzülebilecek bir derisi değil, ;çıkarıldığında, insan hakikatinin hayattan yoksun kalacağı kalbidir, Şiir, hakikatin, doğa ve tarih içinde atan nabzı, çarpan yüreğidir.

KAYNAKLAR

KARAKOÇ, Sezai. 1985. İslam’ın Şiir Anıtlarından. Diriliş Yayınları. İSTANBUL.
KARAKOÇ, Sezai. 1987. Şiirler VII (Ateş Dansı). Diriliş Yayınları. İSTANBUL.
KARAKOÇ, Sezai. 1988. Edebiyat Yazıları-I. Diriliş Yayınları. İSTANBUL.

Köroğlu Hikayesi - Hacı Ali Özturan

Geçen Sayıdan Devam...

Binbaşılarla, askerlerle helalleşti. Kalenin kumandasını Hoylu Beye verdi:
-Ben gelene kadar buyruk Hoylu Beyden çıkacak, dedi.
Köroğlu bahçıvanı aldı.“Al Allah kulunu, zapteyle delini.” deyip yola düştüler. Bir sigara içimlik yere kadar gittiler. Köroğlu kuşağının arasından tabakasını çıkardı. Bir sigara sardı. Eyerin üzerinde çakmak taşıyla kavı tutuşturmaya uğraşırken bahçıvan söze girdi:
-Köroğlu izin verirsen bir hikâye anlatayım da dinle, dedi.
-Anlat bakalım bahçıvan. Yolda yarenlik iyi olur. Vakit geçer.
Bahçıvan anlatmaya başladı:
-Adamın biri bir karış derinliğindeki küçük bir suda balık avlıyormuş. Öyle suda balık olur mu? Olmaz. Olmaz ama adam oltasını suya atmış, bekliyormuş. Zamanın padişahı, veziriyle tebdil-i kıyafet eylemiş, oradan geçiyormuş. Adamı öyle görünce, “Burada balık olur mu ki olta attın?” diye sormuş. Adam da, “Rızık verici Allah!” demiş. Padişah demiş ki, “Ben bu ülkenin padişahıyım. Oltana ne takılırsa bana getir, o takılan şeyin ağırlığınca altın vereyim.” Padişahla vezir gitmiş. Adam olta atmayı sürdürmüş. Sonunda oltaya, ortası delik bir kemik parçası takılmış. Adam kendi kendine demiş ki, “Padişah bana oltana ne takılırsa getir demişti. Balık diye ayrım yapmadı. Oltama kemik takıldı, ben de kemiği götüreyim.” Kemik parçasını almış, doğru saraya varmış. Padişaha durumu açıklamış. Padişah haznedarını çağırmış: “Bu adama, şu kemiğin ağırlığınca altın ver.” demiş. Adamla haznedar gitmiş. Haznedar kemiği terazinin bir kefesine koymuş. Karşıdaki kefeye iki altın atmış, terazi dengeye gelmemiş. Bir avuç altın atmış, kemik yine ağır gelmiş. Bir kürek altın atmış, yine kemik ağır gelmiş. Beş-on kürek daha atmış, yine kemik ağır gelmiş. Bir çuval altın koymuş. Yine kemik ağır gelince, haznedar telaşlanmış. Koşup durumu padişaha anlatmış. “Aman padişahım bu işe bir çözüm bul, yoksa hazinenin hepsini adama vereceğiz.” demiş.
Padişah akıldânelerini çağırmış. Durumu anlatıp, çözüm istemiş. İçlerinden biri kemiği inceledikten sonra demiş ki; “Padişahım bu kemik, gözün çevresindeki kemik… İnsanoğlunun gözü doymaz. İnsanoğlunun gözünü bir avuç toprak doyurur. O yüzden cenazeyi gömerken birer avuç toprak atarız. Bu kemiğin üzerine bir avuç toprak atarsak, bu terazi dengeye gelir.”
Padişah, akıldanesinin dediğini yapmış. Kemiğin üzerine bir avuç toprak atınca terazi dengeye gelivermiş.
Köroğlu:
-Sahiden de bahçıvan, insan oğlunun gözü doymaz, dedi.
Bahçıvan:
-Benim de gözüm doymadı Köroğlu, deyip sıkıntısını açtı. Bir etek bahşiş aldım. Gözüm doymadı, bir daha ayvanlı köşke vardım. Üç-beş altın daha yolumu bulayım dedim. Başıma belayı aldım.
-Ne belâsı bahçıvan?
-Ağam kızma da sana işin doğrusunu anlatayım. Ben Ayvazı hayatımda görmedim. İstanbula da hayatımda gitmedim.
Köroğlu Kıratın gemini çekti, durdurdu:
-Ne demek ulan bu? Yalan mı söyledin yoksa?
-Yalan değil Ağam. Biz Malatyada aşık oynarken, aşığımız cuk otursun diye “Ayvaz başı için!” der, aşığımızı öyle atardık. Ayvazı görmüşlüğüm yok. Ama duyardık ki İstanbulda, Üsküdarda Kasapbaşının Ayvaz adında bir oğlu varmış. Üsküdarın bütün kadınları, kızları Ayvazın yüzünü görmek için ondan alış veriş yaparmış. Kasapbaşı da Ayvazın yüzünü hiç göstermezmiş. Dar bir delikten Ayvaz eti verir, parayı alırmış. Kızlar, kadınlar, Ayvazın yalnız bileğine dek elini görürmüş.
Bahçıvan boynunu büktü:
-Durum böyle Köroğlu Ağam! İzin ver ben döneyim.
Köroğlu düşündü. Bu adamın kendisine yararı olmazdı. Üstelik kendisine ayak bağı olurdu.
-Pekey bahçıvan. Sen kaleye dön, amma bir daha yalan söyleme!
Bahçıvan, bir daha yalan söylemeyeceğine yeminler ederek kaleye döndü.
Bahçıvanın işi, bizim Keloğlanın işine benzedi:
Vakti zamanında Keloğlanın biri, ağanın birinin yanında azaplık yapıyormuş. Keloğlan değirmene git… Keloğlan bahçeye git… Keloğlan tarlayı sür… Keloğlan bakmış ki hayat zor. Kendi kendine demiş ki, “Ulan kel kafa, şu ağanın kızını kandırırsan ,onunla evlenirsen, bu dünyada sana yok yok. “
Keloğlan, fırsat kollamaya başlamış. Birgün tarlada ekin biçerken, atıyla ağa gelmiş. Keloğlan birden kendini yere atmış. Karnı sancılanmış gibi numara yapmaya başlamış. Kâhya, Keloğlanla ilgilenmiş. Aman Keloğlan, yaman Keloğlan… Keloğlan danalar gibi bağırıyor…
Keloğlan demiş ki, “Bu dert benim rahmetli babamda da vardı. İlacı köyde. Ağam atını versin de ilacı alıp geleyim.”
Kâhya durumu ağaya anlatmış. Ağa demiş ki:
-Ulan bu kel bok ölür mölür de başıma bela olur. Alsın atı da çabucak gidip gelsin.
Keloğlan sancılana sancılana ata bindi.
-Ağam oldu olacak şu kırbacını da ver. At kısmı kırbaçtan alır, demişler.
Ağa kırbacı da verince Keloğlan yola koyuldu. Doğru ağanın evine vardı. Köylük yerde 2-3 günde bir ekmek yapılır. O gün de ağanın evinde ekmek yapıyorlarmış. Keloğlan fırtına gibi avluya dalmış. Gümüş kabzalı kırbacı tanık olarak uzatmış:
-Ağam beni haberci gönderdi. Aha da kırbacı… “Ya avradı, ya kızı al getir.” dedi.
Kadın bakmış; at ağanın atı, kırbaç ağanın kırbacı, Keloğlan ağanın azabı; inanmış.
-Kızım, elim kolum hamur. Hadi sen git, demiş.
Kız Keloğlanın terkine binmiş. Keloğlan atı, tarlanın ters yönünde sürmeye başlamış. Kız demiş ki, “Aman Keloğlan şaşırdın mı? Tarla o yanda değil.” Keloğlanın yalanı tükenir mi?
-Kız senin haberin yok…. aban buradan bir tarla aldı. Şimdi onun ekinini biçtiriyor.
Biraz daha gitmişler. Ortalık ıssızlaşınca kız içinden, “Eyvah! Bu Keloğlan beni kaçırdı.” demiş. Kız düşünmüş, taşınmış. Kafasından bir düzen kurmuş.
-Keloğlan beni kaçırdın mı? diye sormuş.
Keloğlan böbürlenerek konuşmuş:
-Öyle oldu ağamın kızı.
-Ahmak Keloğlan.Benim gönlüm zaten sendeydi. Beni kaçırmaya ne gerek vardı. Babamdan isteseydin ben sana varırdım. Neyse… Olmuş işin yanlışı olmaz. Yoruldun, terledin. Şu ırmağa gir yıkan da ne yapacaksan ondan sonra yap.
Keloğlan sevincinden bir anda tulum (tuluk) çıkmış. Balıklama suya atlamış. Bir o yana bir bu yana şap şup kulaç ata dursun, kız Keloğlanın elbiselerini aldığı gibi ata atlamış, “Ver elini anamın evi!” deyip atı kırbaçlamış.
Keloğlan bir bakmış ki, kız ata binmiş kaçıyor. “Eyvah!” diye dövünmüş. Kafasında iki tel saçı varsa, onları da yolmuş. Elleriyle ayıp yerlerini örtmeye çalışarak sudan çıkmış.
Meğer oralarda bir kınalı keklik güzel güzel ötermiş. Tilkinin biri kekliğe yaklaşmış. Demiş ki:
-Keklik kardeş, senin gözlerini kapatıp da ötüşün var ya, ben ona vurgunum. Bir öt de dinleyeyim.
Keklik kanmış. Gözlerini kapatıp ötmeye başlamış. Tilki sıçradığı gibi kekliği yakalamış. Dişlerinin arasına almış. Keklik son çare olarak demiş ki, “Tilki kardeş, sen beni yiyeceksin, bundan kurtuluş yok. Hiç olmazsa Yarabbi şükür dedikten sonra ye.”
Tilki, “Yarabbi şükür…” derken ağzı açılmış. Keklik, “pırrr” diye uçup kayanın tepesine konmuş. Tilkiden canını güç kurtaran keklik:
-Ulan bir daha uykusu gelmeden gözlerini kapatanın…
Deyip sövmüş.
Avını ağzından kaçıran tilki:
-Bir daha karnı doymadan yarabbi şükür diyenin ….
Deyip sövmüş.
Keloğlan da saklandığı yılgın çalısının ardından fırlayıp:
-Ulan bir daha cenabet olmadan çimenin…
Deyip sövmüş.
Bahçıvanın işi de Keloğlanın işine benzemiş. “Bir daha tanımadığım adama sahip çıkarsam…” diyerek Çamlıbele dönmüş.

OKUNMAYAN KİTAPLAR

OKUNMAYAN KİTAPLAR

Milcan farkı budur!

Yayınlanan binlerce emekle okura ulaştırılan ama ne yazıkki okunmayan kitaplardan bahsedeceğiz bu köşede.
Yüce emekler zayi oldu.
Yazarın ortaya koyduğu heyecanlar harflerin zindanlarında kaldı. O umut çiçekleri devşirilmedi. Yazar sessizce kaldı, kitap boynu bükük orada durdu olan da kitaplaşan fikirlere oldu. İmge dünyasında dururken manalı olan o idealler harflerin dünyasına girince büyü bozuldu işin sırrı faş oldu.
Okunmadı bu kitaplar eğer okunsaydı Türkiye böyle olmazdı!
“İslam, dünyanın direğidir. Onun için müslüman dünyasının salahı ve uyanışı, kainatın salahı ve uyanışı kargaşalığı ve fesadı ise kainatın kargaşalığı ve fesadıdır” bu satırlar kitapta geçiyor. Daha başka ne desin Samiha Ayverdi, erenler!

İrşad

İrşad

Hasan Basri Tapdık Baba

“Şeriat’ı kavlimdir, tarikat fi’limdir. Hakikat halimdir, ma’rifet sermayemdir.
Hakikat Hakk’a giden mihirdir. Şeriat ibüdet-i cismi, namazı talim eder. Tarikat ibadet-i ruhu, niyazı talim eder. Şeriat iman-ı gaybi “ilme’l yakin”. Tarikat imdn-ı şuhüdi “ayne’t-yakin” isbat eder. Şeriat, mücib-i cami’dir, makam-ı nübüvvetdir. Sadr-ı Ahmed’dir. Tarikat meydan-ı mürşiddir, sahne-yi velayetdir. Arş-ı tecelli-i ahaddır. Camide fatiha okunarak el yüze sürülür. Huzür-i mürşidde fatiha yüz yüze gelmektir. Ehl-i şeriat “eş-Şeriat-ı akval-i” ile amildir. Ehl-i tarih “et-tarikatü ef’ali” ile amildir. Zahir ceseddir, batın ruhdur. İbadet-i şer’i zahir-ı vazife-i ceseddir. İbadet-i tarik-i batıni gıda-i rühdur. İbadet-i şer’i lazıme-i şeriatdır. Niyaz-ı tarıki bir lutf-i biat. Secde şükür, mirac cilve-i vuslatdır. Şeriat alem-i nasut, tarikat alem-i meleküt, marifet alem-i ceberüt, hakikat alem-i lahutdur. Alem-i ceberüt sırr-ı Cibril, Akl-ı Muhammediye, delil-i mavera-i sırr-ı Muhammedi, Şan-ı velidir.
Cami eda-yı salat-ı şer’i için mecma-ı kaffe-i mü’mindir. Huzür-ı mürşid, meydan-ı niyaz ve aşiyan-ı vahdet için “zaviye” mahall-i icra-i ibadet-i zahini camidir.” Makam-ı icra-i tarık ve erkan “huzür-i ve mürşiddir.” Feth-i mekke, “remz-i feth-i mutlaktır.”
Kıble-i kalb makam-ı teslimiyet dar’dır. Mahall-i irfan-ı Adem’dir. Cami numune-i hayat, meydan-ı mürşid memat. Cami de ibadet, borcunu ödemek içindir. Meydanda niyaz:
miraca varmak içindir. Cami, cennet pazarlığı mahallidir. Meydan cemalüllah pazarlığı mahallidir. Camide “ekimü’sselat” vardır. Meydanda “ilahi’ssücüd” vardır. Camide taşdan mihrab vardır. Meydanda nurdan “Elest” vardır. Camide “teveccuhü ile’l-kıble” vardır. Meydanda mukabil bi’I-kıble vardır. Camide müezzin, imam vardır. Meydanda rehber ve mürşid vardır. Camide imam-ı vazifedar vardır. Meydanda, imam-ı “inni Cailun fi’l-ard-ı halifeten” vardır. Camiye, emr-i ibadet-i ademi için gidilir. Meydanda, sırr-ı insan görülür. Camide, amin amin denilir. Meydanda, Allah Allah vird edilir. Camide, Fatiha okunarak el yüze sürülür. Meydanda, fatiha görülerek yüz yüze sürülür. Camide, namazdan selam ile çıkılır. Meydanda, Hü dost ile tevhidde kal ınır. Ehl-i tank “la mevcüde illallah” hükmüne dahildir. Ehl-i cami ‘ya ba’udun’ halindedir. Ehl-i meydan, “ya’rifün” seyrindedir. Ehl-i zahir nar-ı Cehennemden korkar. Ehl-i tarik hasret-i Cemlden korkan. Ehl-i ühir birbirine selam ile selamet aranlar. Ehl-i hakikat, Hü dost ve Eyvallah ile tevhid ararlar.
Mescüd-i melaik ademdir. Halife-i Huda ademdin. İnsanın fazileti sair mahlükatın üzerine noktadır. Akıldır ve ilimdir. Ve ilmin mazharı noktadır. Noktanın mazhanı harftir. Hakikat-i kalb-i ademdir Nice kimseler kamil geçinir, bunun sırnını bilmediler. Hasretle gittiler. Evvel afakm nişanlarını bilmek gerekir, ta ki maksüd hasıl ola. Bundan sonra sana vacibtir ki insanın mertebesi bilesin. Ne yerden geldiklerini ve ne yere gideceklerini alim ol. Kimi cahil kimi alim, kimi zengin kimi fakir, kimi köle kimi efendi, kimi adil kimi zalim, kimi akil kimi ahmak, kiminin ömrü uzun kiminin kısa. Bu müşküller ol vakit sana malüm olur ki kulağını buna tut ve can gözün bir hoşça aç.
Ey talib hukem-i mütekaddimin bu alem-i kebirdir, ve adem alem-i sağirdır dediler. Bu alem alem-i sağırdır. Bu alem asıldır, ve adem fer’dir, maksüd fer’dır. Zira ağaçtan murad meyvadır. Bir manada fer’, asıl ola.
Salikan üç kısma ayrılmıştır.
1) Evvelkisi sahib-i akıldır ki onlar halk-’ zahir ve Hakkı batın görürler. Onlar indinde Hak, halkın mira’tı olur Zira ne vakit rai, mira’ta nazar eylese, görünen surettir. Mir’at mahcüb olur.
2) İkincisi basar sahibleridir ki onlar Hakkı zahir ve halkı batın görürler. Onların yanında halk, Hakkın miratı olur. Ne vakit bunlar mira’tı halka nazar eyleseler Hakk’ı görürler Zira onların nazarında halk mahcub olur.
3-) Üçüncüsü meratib-i cami’ olan sahip-i saadetlerdir ki onlar Hüve’I-evvel, hüve’l- ahir, hüve’z-zahir, hüvel-batın olup Hakkı halkda ve halkı Hakda müşahede edip bunları hiçbir şey mahcüb etmez.
İşte salik süver-i ekvandan bir sürete nazar eylediği vakitde bu dört nisbeti kendi vücüdunda da muşahede edecektir. Ve bu şuhud galebe eylediği vakitde kendisine başka bir kimse tarafından sorulursa hüve’l-evvel, hüve’lahir, hüve’z-zahir, hüve’l-batın ayet-i kerimesinin manası nedir? O da cevabında der ki evvel benim, ahir benim, ahir benim, batın benim, ve yahud karşısındaki sürete der ki evvel sensin, ahir sensin, zahir sensin, batın sensin, ve bu kelamında sadıkdır ki bu şuhudu, Hakk kendi vücuduyla izhar etmiştir. Keyfiyet-i zuhüru da söylemişdir.
İlm-i zhiri öğrenmenin aletleri İlm-i lugat, sarf, nahv, mantık, adab, ilm-i kelam, mani, usul-i hadis, tefsir, hikmet, hey ‘etdir.
İlm-i batını öğrenmenin aletleri Hulüs-i daim, mürşide teslim, nefs ile mücadele, zikr-i müdam, kıllet-i tam, kıllet-i kelam, kıllet-i menfim, uzlet-i anıl enam, tefekkür-i taam, terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i terk, ilm-i hakikattir.

Merhaba

MERHABA

Kırlangıç avazının Maraş semalarında yankılandığı şu demlerde Uludaz’da kar eriyor, Deli Höbek’te fırtınalar kopuyor.
Alişan, Hacınınoğlu, Beşen, Kertmen, Çamlıbel de bahar bin bir çiçeği ile bizlere esenlikler diliyor. Salavan Dağı, Nurhak, Engizek dağları yaratılış günlerinin çileleriyle kavrulup dururken Maraş kendi yitiğini bulma telaşında.
Kent merkezinde büyük bir uğultu!
Yerini bulamayan kasnak, yolunu bilmeyen toplum, bereketi uman gönül erleri ve kutlu davaya inanan Şah’ın bendeleri.
Demokrasi gökkuşağına salınan Puhu kuşu renklerinin armonisinden bakalım neler getirecek.
Derde talip olan nerede?
Aşkını dert edinen o güzel, kavi, Polatlı pusatlı, Kızılelma serdengeçtileri İsrafil’in surunu mu bekliyor?
Bin boğadan haykıran gök gözlü bozkurtların sayhaları Maraş’ın kuytularında yankılanıyor.
Kulağı olan beri gelsin!
Aşkın ateşi harlandı, Zülfikar elimizde Şahın düşü Ceyhan dan kaknüs gibi doğacak. Derdiniz yüreğinizi dağlasın!

PEÇE

PEÇE

Dostun kapısında bir el sanki Yedi Beyza
Tufanın heya molaları tayfanın virdi
Leventlerin hepsi aşk pazulu
Derken dağa çevrildi yüzler

Cemalullah oldu gözler

Bedenler baygın zihinler tarumar
Akıl zümrüdü Anka’nın gagasında
Kaf dağı sübyanların defterinde
Leyla salındı çöllere

Hayrettullah oldu pınarlar

Şahım Ali emanet ehli Hayberi
Ayva Sarı turunç gazeli
Coşa geldi dereler sel oldu ırmaklar
İkilik kalmadı vahdet perdesi açıldı

Enelhak oldu canlar


Ali Büyükçapar

Poetika


SEZAİ KARAKOÇ
(D. 1933)
Fatih OKUMUŞ

GİRİŞ

“Şair o büyük ağıtçı geldi dünyamıza
Günlerce gecelerce ağlattı bizi
İrili ufaklı ölenlerimizin ardından
Öldü ve kendi ağıtını yazmadan gitti’ (1987, s.35)

Şairi böyle anlıyor Karakoç ve “ağıt yazmaktan değil Mevlüt yazmaktan yana” (1987, s.37) olduğunu belirtiyor. Sezai Karakoç, şiirle ilgili görüşlerini derli toplu halde, Edebiyat Yazıları-ı adlı kitabında yayınlamıştır. Ayrıca. Şiirler VII (Ateş Dansı) adlı kitabında Şair adlı bir şiir ve Şiir ve Şaire Dair Dörtlükler vardır.
Bir şairin şiir anlayışıyla şair anlayışı birbirinden ayrılamaz. Biz poetik bir incelemenin gereği olarak bu ayrımı yaptık Sezai Karakoç’un poetikasını bir bütün halınde okumak isteyenler elbette Edebiyat Yazılarına müracaat edeceklerdir. Bizim yaptığımız, bir tür özetlemedir.

1. ŞAİR ANLAYIŞI

A. Şair Bir “Toplum Önderi”dir:
Sezai Karakoç şairlerin birer toplum önderi oldukları veya olmaları gerektiği üzerinde özellikle durmuştur. Şair toplumda söz sahibi olmalı, gerçek yerini almak için çaba sarfetmelidir. Kendisi de böyle bir misyonu bizzat gerçekleştirmek, şairlerin de mesela politika yapabileceğini göstermek amacıyla Diriliş Partisini kurmuştur.
Karakoç’a göre, insanlar bir şairin şairliğini, şiirini alkışlarlar; ama onun da
diğer insanlar gibi toplum önderi olma hakkını kabullenmekte nazlanırlar.
“Şairliğini, şiirini olanca içtenlikle alkışlayan toplum, nedense, onun da bir insan, bir toplum önderi olma hakkını tanımak istemez O, ancak şairdir ve şair kalmalıdır; bunun dışına çıktı mı, sınırını aşmış olur! Şairlerin kişiliğine toplumların bakışı çok peşin yargılı ve çoğu kez şaşılacak kadar çocukçadır. Onları ya şen şatır, ya da tam gama gömülmüş kabul eder toplum. Bu yüzden onun politik, ya da toplumsal bir girişimini yadırgar. Onun ahlakı, şiir yazma ahlakından ibaret kalmalıdır insanlara göre. Metapoetik alanda onun diyeceği bir şey olamaz!” (1988, s.4 9)

Sezai Karakoç’a göre şairin manevra alanını şiirle sınırlandırmak isteyen ve şairleri daha çok zaaflarıyla gören toplum, şairleri dışlamıştır. Şair bu yüzden kaygılıdır. Şiirin yerini medyanın ve reklamın almasını bir türlü hazmedememekte ve bunu toplum için bir felaket olarak görmektedir.
Eflatunun rüyası mı gerçekleşti nedir? Şairler, koğuldular siteden günümüzde. İsmi var henüz elbet Bir efsane kahramanı gibi. Ama, buna güvenmemeli şair. Efsanesindeki yerini de çalanlar olabilir. Söz yazarları, yönetmen yardımcıları ve benzerleri, nasıl toplumda onun yerini aldılarsa, efsanelerde de onun yerini kapmaya heveslenenler çıkacaktır.” <1988,> s.56)
C. Şairin Anlaşılması Güçtür:
Sezai Karakoç’a göre toplum, şairleri anlayamamakta, tabir caizse şairlerin hakkını yemektedir. Şairi anlamak şiiri anlamaktan daha zordur. Şiir şairden hareketle daha bir anlaşılma şansı elde eder. Nihayet şiir dolaylı veya dolaysız anlaşılmayı amaçlamıştır. Ama şair kimi zaman da farkında olmaksızın kendini anlaşılmaz kılar.
D. Şair Çevresinden Etkilenir:
Sezai Karakoç “şairi yaratan çevredir” fikrine katılmamakla birlikte çevrenin
şair üzerindeki derin tesirini de inkar etmez.
“Nedim, Fuzuli’nin yaşadığı çağda ve yerlerde yaşasaydı, yine de belki bir Fuzuli olamazdı. Ama, onun ne kadar yakınından geçerdi! Ve kim bilir belki, Fuzuli de, Lale Devrinde İstanbul’da yaşayan ve devlet ileri gelenlerince değeri bilinen bir şair olsaydı, kuşkusuz, yine de bir Nedim olmazdı; ama, bugünkü Fuzuli’den çok Nedime yakın bir şair olurdu. Bununla şiirde, şairlikte bütün ağırlığı, çağa, çevreye yaşanan gerçeğe atfetmiş olmuyorum. Anlatmak istediğim, içinde bulunulan uygarlık havası> ve onun metafizik ruhudur.” (1988> s.25-26)
E. Şair ve Gelenek:
Şairin gelenekle ilişkisi merhale merhaledir. Şair önce gelenekle tanışmalı, sonra onunla yarışmalı ve en sonunda da ona katkıda bulunmalıdır. Karakoç’a göre yeteneği ilk uyandıran, bilinçlendiren, kımıldatan, onu harekete geçiren tarihi sosyolojik birikim gelenektir. Sezai Karakoç, şairin kendi zamanındaki şairlerle olduğu gibi kendinden önceki şairlerle de yarışması gerektiğini, başlangıçta kimilerinden etkilense bile bu dönemi kısa sürede aşarak kendini yoklaması ve bulması gerektiğini söyler:
“Bundan sonra, etkiden kurtulma çabasındadır şair. Buna da gelenekle
hesaplaşma dönemi diyebiliriz. Bazen, bu hesaplaşma çok şiddetli ve keskindir.
Şair, geleneğe başkaldırma görünümündedir. Geleneği yıkma, reddetme ve
tanımama biçimlerinde ortaya çıkan bu protesto, gerçekte, şairin, omuzlarında
geleneğin adeta çökertici ağırlığını hissetmesinin ters tarafından itirafından başka
bir şey değildir. “Putları devirme” adı altında genç şairin kopardığı çığlık, gerçekte,
çoğu kez, geçmişin büyük şiir gerçeği önünde, kendisinin yeni bir şey
yapamayacağı inancı, şuuraltı inancını, kapıldığı korku ve paniği kendisinden bile
saklama gayretidir.” (1988, s.96)
Sezai Karakoç, şaire, eskileri topa tutmak yerine, daha pratik ve işlevsel bir yöntem önerir: “Oysa şairin yapacağı iş, basittir ve o da gürültü kopararak
geçmiştekileri yıkmak değil, eser vermektir. Gerçekten, verdiği eser yeni ise,
öncekileri bir parça eskitecektir. Onlar eskimekle elbet bir şey kaybetmezler; ama
şair, bir şey kazanır.” (1988, s.96)
Yenilik ise, biçimde değil ruhta olandır. Yenilik esasta geleneğe karşı olmak
değil, onun bıraktığı noktadan başlamak demektir. “Aslında, yeni olmak, “eski”nin
sırrını bulmaktır. Çünkü: o “eski” bir nevi ölmezlik kazanmıştır. Şair de, zaten o
ölmezlik sırrının peşindedir.” (1988, s.97)
Geleneğe saygı duyulacaktır; ama gelenek tartışılacaktır da... Ama bu parça
yeniden değerlendirme iyi niyetle ve sakince yapılmalıdır. Şair, kendinden önceki
üstad şairlerin eserlerini benimsemeli, yaymalı, onlarla mutlu olmalıdır. Katıldığı
yolun onurunu hissetmeli, sanki onlar kendi eseri imiş gibi onlarla öğünmelidir.
Çünkü kendinden önceki şairler kendisi için bir nevi manevi baba durumundadırlar.
“Gelenek, şair için en çetin sınav dünyasıdır. Korkunç aldatıcı, adeta hilecidir. ilkin, genç şairi çeker; sonra, ona baskı yaparak, adeta onu vazgeçirmeğe çalışır. (...) Direnenler, dayananlar ve diretenlerdir ki, kazanacaklardır. Evet, çetin şairlik yolunda, bu sınav zaruridir. Ve geleneğin en büyük yararı da buradadır. Böylelikledir ki, yeni eser, geçmişle karşılaşmış ve yıkılmamış, sonunda da onun onayını almıştır.” (1988, s.100)

F. Pergünt Üçgeni
Sezai Karakoç, şairin genel çizgilerini, pergünt üçgeni dediği üç ilkeyle anlatır. Perer Gynt, Norveçli yazar Henrik IBSEN (1828-1906)’in en ünlü oyunlarından biridir. Karakoç oyunun kahramanı olan Peer Gynt’ün, hayatında bu ilkeleri yaşadığını belirtir ve bu ilkeleri şiire tatbik eder:
Şair, Kendi Kendisi Olmalı: “Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik
yolu, değişmek, başkalaşmaktır.”
Şair, Kendine Yetmeli: “Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin
kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yani fildişi kuleyi biz dışına
çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir
ikindide bulabilmeli.” (1988, s.82)
Şair, Kendinden Memnun Olmalı: ‘Eserin şairini sevinçle titretmesi
demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeğe kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. “Beni andırıyor, ah, beni o” ve demeli.” (1988, s.83) Memnunluk ilkesinin temeli, sevinçtir. Yaşama sevinci değil da yaşatma sevinci”dir. Devamı gelecek sayıda.
Akademik Çerçeve Dergisi

Fatih OKUMUŞ

Köroğlu Hikayesi

Meddahımız çayından bir yudum daha aldıktan sonra Ayvaz koluna başladı:


-Gûş-ı makam, el kıssa-i mâcerâ-i destan; belî ağalar, kıssa-i mâcerâmız şol yerde kalmıştı ki… Koç Köroğlu Çamlıbel kalesinin yapımını bitirmişti. Görenlerin ağızlarını bir karış açık bırakan kocaman bir kaleydi bu. Bahçe-deki fidanlar ağaç olmuştu. Bir elma ağacı da birkaç tane çiçek açmıştı. Bahçıvan şöyle düşündü:
“Ben bu elmaları yetiştirirsem, Köroğlundan bahşiş alırım. Bunlar bah-çenin ilk meyveleri olduğu için değerlidir.”
Bahçıvan, elma ağacının çevresinde dört dönmeye başladı. Çiçeklerin üzerine ne denli titrediyse de çiçekler döküldü. İçlerinden yalnız biri mey-veye döndü. Bahçıvan, bütün çabasını bu elmaya harcadı. Eğer bu son el-mayı yetiştirirse bahşiş alıp, karısı ve çocuklarıyla yeniden Malatyaya döne-bilirdi. Bu düşünceyle o elmaya kanat gerdi.
Sıcaklar artınca şalvarını çıkarıp dala astı, gölge yaptı. Rüzgârın hızlı es-tiği zamanlar abasını çıkarıp meyveye giydirdi.
Günler birbirini kovaladı. Elma yavaş yavaş büyüdü. Yeşili kırmızıya döndü. Sap kısmından aşağılara kadar, nokta nokta bir sıra siyah ben vardı. Bahçıvan elmaya ayna tuttu, güneş görmeyen yerlerine gün ışığı verdi. Böy-lece her yanının kızarmasını sağladı.
Kıpkırmızı olunca elmayı kopardı. Bir tepsiye koydu. Köroğlunu ara-maya başladı.
Meğer Köroğlu, ayvanlı köşke oturmuş sohbetteymiş. Kaleye uğrak ve-ren iki derviş konuşuyor, Köroğlu ve binbaşıları dinliyormuş:
Sohbetin koyu bir yerinde bahçıvan geldi:
-Düşmanıyın ömrü bu kadar olsun Köroğlu!
Diyerek tepsiyi Köroğlunun önüne koydu. Köroğlu Çamlıbelin ilk mey-vesine kıvançla baktı. Sapı uzunca koparılmıştı. Sapının üzerinde yemyeşil iki yaprak duruyordu. Elma kocaman ve kıpkırmızıydı. Sapından tomurcuk yerine doğru bir sıra ben gibi siyah noktacıklar vardı.
Köroğlu elmayı aldı. Elini kuşağına atıp bahçıvana üç altın verdi. Bah-çıvan içinden “Eyvah!” dedi, “Koskoca Köroğlu vere vere üç altın verdi. Bu kadarcık parayla ben Malatyaya nasıl yerleşirim?”
Bahçıvan bu düşüncedeyken Köroğlu:
-Beni seven benim gibi yapsın, dedi.
Bir anda binbaşılar kuşaklarının arasından keselerini çıkarttılar. Her biri ikişer üçer altın verince bahçıvanın eteği altınla doldu. Bahçıvan durur mu? Altınları aldığı gibi kulübesine döndü. Karısına muştuyu verdi. Karısı bah-çıvana kızdı:
-Yahu ne ahmak herifsin. Adam hemen gelir mi? Biraz oralarda oyalan. Belki birkaç altın daha yolunu bulursun.
Bahçıvan yeniden ayvanlı köşke seğirtti. Vardı ki Köroğlu elmayı sa-pından tutmuş, binbaşılarına gösteriyor:
-Ağalar, beyler! Yüzü bu elma gibi kırmızı, bu elmadaki gibi sıra benli bir yiğit tanır mısınız?
Bahçıvan üç-beş altın daha koparmanın aç gözlülüğüyle atıldı:
-Ben tanırım Köroğlu!
-Kim?
-İstanbulda, Kasapbaşının oğlu Ayvaz?
Köroğlu Kasapbaşının adını duyunca kızgınlıkla bağırdı:
-Ulan bahçıvan! Ayvazı göstermesi senden, alıp kaçırması benden. Git hazırlığını gör.
Bahçıvan içinden “Eyvah!” dedi.Bir yüzü ağlar, bir yüzü güler, kulübe-sine yollandı.
Köroğlu elmayı tepsiye bıraktı.
-Kasapbaşı kimdir, bilir misiniz? diye sordu.
- …
-Kasapbaşı, Lala Hüseyin Paşanın arkadaşıdır. Babam Deli Yusufun gözlerine Lala Hüseyin Paşa mil çektirdi. O sırada İstanbulun Kasapbaşı da oradaymış. Babam Deli Yusuf ona da yalvarmış. “Kasapbaşı, Paşa seni se-ver, söyle şu tayları büyütünceye dek izin versin.” demiş. Ama Kasapbaşı oralı olmamış. Şimdi fırsat düşmüşken ben ondan öcümü almaz mıyım? İstese, babamın gözlerine mil çekilmesine engel olurdu. Ben onu oğlundan ayırmaz mıyım? Ben bu dağlara barhanemi çözmüşsem, babam Deli Yusufun öcünü almak içindir. Şimdi fırsat düşmüşken Kasapbaşından öcü-mü almam gerekiyor.
……………………………………………………………………

Bahçıvan hışım gibi kulübeye girdi:
-Avrat, bana yol elbiselerimi hazırla, dedi.
-Nereye herif?
Bahçıvan:
-Dur sana bir hikâye anlatayım avrat, dedi; Maraşta zengin bir ağanın Agop adında Ermeni bir yanaşması varmış. Ağa mangala meraklısıymış.
-Mangala ne herif?
-Mangala, bir el genişliğinde iki-üç karış uzunluğunda, kalınca tahtalar-dan yapılır. Uzunlamasına iki sıra oyuk oyulur. Bu oyuklara boncuk gibi taşlar girdirilip çıkarılarak mangala oynanır. Bir oyun işte… Neyse… Ağa kısmına armağan çok gelir. Ağa kısmının sofrası açık olur. İyiliği gayet bol olur. Bu iyiliklere armağanla karşılık verilir. Ağaya da mangala hediye eder-lermiş. Ama gel görelim bizim Agop Efendi her mangalaya bir kusur bu-lurmuş. Ya tahtasına, ya taşına ya da nakışına bir kusur bulurmuş. Ağa, Agopun bu huyuna içten içe kızarmış ama Agop da haklı olurmuş. Uzatma-yalım… Ağa sürülerini çevirmiş, Maraşın Ahır Dağına yaylaya çıkmış. Güz gelince yağmurlar başlamış. Yağmurun sicim gibi yağdığı bir gün ağaya bir konuk gelmiş. Bir mangala armağan etmiş. Ağa bakmış ki mangala çok gü-zel. Hiç kusuru yok. Hemen Agopu çağırmı :
-Agop!
-Buyur Ağam!
-Bak bakalım, şu mangala nasıl?
Agop evirmiş, çevirmiş; kusur bulacak yeri yok, ama Agop da bir kusur bulacak ya… Sonunda demiş ki:
-Ağa mangala iyi, güzel. Ah bir de bunun taşları Aksuyla Ceyhanın ka-rıştığı yerden olacaktı ki… Bak o zaman sen bunun tadına…
Ağa sinirlenmiş:
-Kalk lan Agop, demiş. Hemen beygirine bin. Aksuyla Ceyhanın karış-tığı yerden taşları topla, gel.
Agop kalkmış... Yağmur sicim gibi… Hava soğuk… Vakit gece… Bey-girine binmiş, titreye titreye Ahır Dağından inmeye başlamış. Ovaya indi-ğinde gün ışımış. Bir köyün içinden geçerken Agopu tanımışlar:
-Agop Efendi, ulan bu yağmurda nereye böyle demişler.
Agop demiş ki:
-Ahır Dağının başında bir bok yedim, Aksuyla Ceyhanın karıştığı yere ağzımı yıkamaya gidiyorum.
Bahçıvanın karısı sözün nereye geleceğini merakla dinliyordu.
-Yahu kısa kes şu hikâyeyi. Ne oldu? Nereye gidiyorsun?
Bahçıvan olanları anlattı.
-Ben de bir bok yedim. Ağzımı yıkamaya İstanbula gidiyorum.
-İyi ama sen ne Ayvazı tanırsın, ne de İstanbulu gördün…
-Haklısın…
-Herif, var Köroğluna derdini anlat. O da bir adam sonunda.
Bahçıvan düşündü:
-Ben ona işin doğrusunu yolda anlatırım. İzin verirse dönerim. Vermez-se birlikte giderim. Koca Köroğluyla yola gitmişim, Tanrıdan daha ne iste-rim.
Alalım Köroğlundan haberi:
Köroğlu seyisine emretti. Kıratı Kayseri eşeği gibi boyattı. Kıratın tanı-nacağı kalmadı. Köroğlu bir kıl aba, bir kıl şalvar giydi. Beline Kirmânî kılıcını astı. Bir tarafına gürzünü bağladı. Omuzuna oniki telli, yirmidört perdeli, sedefkârî sazını astı. Kürdüvâri (Kürtvâri) bir maşlağı omzuna aldı. Keçe külahına Acemin poşusunu yedi dolam doladı, ucunu bir buçuk arşın sarkıttı. Beline Acem işi bir kuşak bağladı. Kuşağın birinci katına altın kese-sini, ikinci katına tabakasını, üçüncü katına emziğini (ağızlığını), dördüncü katına çakmağını, beşinci katına kavını, altıncı katına yılan dili eğri hançeri-ni, yedinci katına birinin üzerinde KÖROĞLU, ötekinin üzerinde ALİ ya-zılı mühürlerini koydu. Ayağına yedi körüklü çizmelerini giydi. Bıyığını aşağı doğru sarkıttı. Oldu bir Kürdoğlu. Görenler ne Kıratı, ne de Köroğlunu tanıyamazdı.
Köroğlu, askerlerini, binbaşılarını topladı. Kayseri eşeği gibi boyadığı Kırata bindi. Omuzundan oniki telli, yirmidört perdeli sedefkârî sazını çı-kardı. Sazla kumanda verdi:
Atıma binem de gidem yabana
Belki kar yağıp da yollar kapana
2/1 Beşyüz öveç tembih ettim çobana
Yedirin beylere ta ben gelene

Atıma binen de gidem Kozana
2/2 Bir düzen vereyim yoldan azana
Altmış okka pirinç güccük kazana
Yedirin beylere ta ben gelene

Tokat kervanından aldım bakırı
İncitmeyin fukarayı fakiri
2/3 Tuna seli gibi boz arakıyı
İçirin beylere ta ben gelene

Bizim vatanımız Çamlıbel dağı
Tuluk tuluk gelsin Helete yağı
2/4 Askerime yetmez Besninin bağı
Yedirin beylere ta ben gelene

Deli Yusuf Köroğlunun babası
Durağımız Çamlıbelin tepesi
2/5 Kırat kırat gelsin kıraç arpası
Yedirin atlara ta ben gelene
Deyip bağladı.

Devam Edecek...

İrşad

İrşad

Hasan Basri Tapdık Baba

Futulüt-ı Mekiyye’nin başındaki beyt:
“El-abdü Rabbün ve’r-Rabbü abdün” itibkıyle min haysü-l hakika Allah’dır ki esma ve sıfatıyle mutecellidir. Bu alem-i kesret onun esma ve sıfatının mezahiridir. Kul dahi bir mazhardır. Kulun mir’at-ı vücüdunda zuhur eyleyen tecelli itibariyle Rabb’dır ve Rabb da, bu vücud-ı mukayyedden zuhur eylediği haysiyetden Abddır.
Beyt:
Hayat-ı cavidanı şeyh-i kamilden sual etdim.
Ölmeden önce ölmekdir, deyince intikal etdim.

Görmeyince hüsnünü imana gelmez şıkın
Yüz peyamber cem’ olup gösterse yüzbin mucizat

Ayan etmiş iken cna cem1in cümle eşyada
Hayalata kapılmış bir takım gafiller, hülyada

Makam-ı hazretü’l-cem’: Hak batın, halk zhir demek- din Hak batın, halk zahir demek, yani o halk ki zatın ilininde batın olmuşdu ve ilm-i ilahide mahfuz olmuşdu. O ilmde olan esmayı, Hak kendi vücüdiyle izhar edüp, kendi hükmünü esmaya nisbet eylediğinden esma zahit, zat batın oldu. Bu halde gören, işiten, söyleyen halkdır, lakin Hak ile. Nitekim cem’ de gören, işiten, söyleyen Hak’dır, lakin abdın kavasıyle. Bu makamda Hak kulun kuvası olup kulun hayatı Hak ile, sem’i Hak ile ve basan Hak iledir. Bir kimse ki Hak ile işitip görür elbetde o kimsenin sem’i basarı ve ilmi kuvvetli olur. Bu makam sahipleri her neye nazar ederlerse zahirde nazarları halka ise de, batında Hak’a olduğu şübhesizdir.
Bu makam sahiplerine “mukarrebin” de derler. Bu makamdan aşağı bulunanları bunlara nisbet seyyiedir. Mazhar-ı sırr olmak vakıf-ı kelam olmaya mütevakkıftır. Adem bir isimdir. Üç harf iledir. Adem, bu üç had, halet-i cem’de bir ismi isbat ederler. Nokta-i farkda ayrıdırlar. Cem etdiğinde adem okunur. Tefrik etdiğinde “elif, dal, mim” okunur. Tek- sir eder, el-farku bila Cem’, ve’l cem’u bila fark, el-cem’u mada’l-fark “kavl’ Cüneyd-i Bağdadi”. Bu noktaya vusul, feyz ve ta’lim ve irşad ile tay olunur. Adem sırr-ı belde-i emindir. Ve kalb dahi bu kişver-i şahinin kürsüsüdür. Noktasıdır beytullahdır. Vicud-i adem Hak, Muhammed, Ali ve vakfının meydanıdır. Hak. Muhammed, Ali’yi bilmek Ievh-i vücüd-i ademi, nefsi bilmeğe ve görmeğe mııvaffak olmayı gösteren açık bir delildir. Vücüdu görmek için ayna lazımdır sırrı, candadır. Can vücüddadır. Can ulvi, cism süflidir. İnsan cemi-i küldür. Mecmu’a-i kainatdır. Kalb, beytullahdır. Cismi, can sırra irsal eder. Vücud rehberdir. Can mürşiddir. Vücüd mes’ül-i ahkam-ı nübüvvetdir. Can, hasıl-ı esrar-ı velayetdir. Nübüvvet şeriatdır. Velayet tarikatdır. Rabıtaları marifetdir. Sırrları hakikatdir. Cism ile can beyninde rabıta yoksa, hakikat yokdur. Şeri’atla, hakikat ittihadd-ı ma’rifetdir. Şeriat Muhammeddir. Tarikat Alidir. Marifet Kur’ andır. Hakikat sırr-ı mübhemdir. Kesb-i marifet şeriatdır, tarikat ilmini Öğrenmeye tevakkuf eder. Tılsım-ı a’zam musha-i kübradır. Vefk-i müsellesdir. Vefk-i müselles belde-i emindedir. Belde-i emin mevcüd-i Vücüd-i Ademdir. Vücüd-i Adem ümmü’l kitabdır, dershane-i irfandır, mahall-i feyzdir. Feyz mucib-i kemAl, Mir’atı cemAldir. Ve tavaf-ı beytullah farzdır. Maksad-ı tavAf eserden mü’essire tevecüh ve vüsuldur, cisman-ı rühaniye delildir. Zahit nişan-ı batındır. Kıble Nokta-i te’ayyün içindir. Kalb-i mü’min beyt-i Hak’dır, hacc-ı ekber ondadır. Kabe, muharebe-i bi’l-küffftr feth olundu. Kalb, mücahede-i bi’n-nefs feth olunur. Şeriat abidden mabüda yol açar, fetihdir. Tarikat yolu ma’buddan abde irca’ eder hatemdir. Ma’rifet uzaklığı yaklaştırır. Cisimden rüha yol açar.
Hadis-i şerifde cenab-ı peygamber efendimiz buyurur ki:
“Şeria’t kavlimdir, tarikat fi’limdir. Hakikat halimdir, ma’rifet sermayemdir.
Hakikat Hakk’a giden mihirdir. Şeriat ibadet-i cismi, namazı talim eder. Tarikat ibadet-i ruhu, niyazı tMim eder. Şeıüt iman-’ gaybi “ilme’l yaldu”. Tarikat iman-t şuhüdi “ayne’l-yakin” isbat eder. Şeriat, mücib-i eaıni’dir, maldm-ı nübüvvetdir. Sadr-ı Ahmed’dir, Tarikat meydan-t mürşiddir, sahne-yi velayetdir. Arş-ı tecelli-i ahaddır. Camide fatiha okunarak el yüze sürülür. Huzür-i mürşidde fatiha yüz yüze gelmektir. Ehl-i şeriat “eş-Şeriat-t akval-i” ile anıildir, Ehl-i tank “et-tanikarü ef’Mi” ile amildir. Zahir ceseddir, batm ruhdur. İbadet-i şer’i zahir-ı vazife-i ceseddir. İbadet-i tarik-i Batıni gıda-i rühdur. İbadet-i şer’i lazıme-i şeriatdır. Niyaz-ı tarıki bir lutf-i biat, Secde şükür, mirac dilve-i vuslatdzr. Şeriat alem-i nasüt, tarikat alem-i meleküt, marifet alem-i ceberüt, hakikat alem-i lahutdur. Alem-i ceberüt sırr-ı Cibril, Akl-ı Muhammediye, delil-i mftvera-i sırr-ı Muhammedi, Şan-t velidir.
Cami eda-yı salat-ı şer’i için mecma-ı kaffe-i mü’mindir. Huzür-ı mürşid, meydan-t niy5z ve şiyn-ı vahdet için “zaviye” mahall-i icrd-i ibdet-i zahiri camidir.” Makam-ı icrft-i tarık ve erkan “huzür-i ve mürşiddir.” Feth-i mekke, “remz-i feth-i mutlaktır.”