Köroğlu Hikayesi

Meddahımız çayından bir yudum daha aldıktan sonra Ayvaz koluna başladı:


-Gûş-ı makam, el kıssa-i mâcerâ-i destan; belî ağalar, kıssa-i mâcerâmız şol yerde kalmıştı ki… Koç Köroğlu Çamlıbel kalesinin yapımını bitirmişti. Görenlerin ağızlarını bir karış açık bırakan kocaman bir kaleydi bu. Bahçe-deki fidanlar ağaç olmuştu. Bir elma ağacı da birkaç tane çiçek açmıştı. Bahçıvan şöyle düşündü:
“Ben bu elmaları yetiştirirsem, Köroğlundan bahşiş alırım. Bunlar bah-çenin ilk meyveleri olduğu için değerlidir.”
Bahçıvan, elma ağacının çevresinde dört dönmeye başladı. Çiçeklerin üzerine ne denli titrediyse de çiçekler döküldü. İçlerinden yalnız biri mey-veye döndü. Bahçıvan, bütün çabasını bu elmaya harcadı. Eğer bu son el-mayı yetiştirirse bahşiş alıp, karısı ve çocuklarıyla yeniden Malatyaya döne-bilirdi. Bu düşünceyle o elmaya kanat gerdi.
Sıcaklar artınca şalvarını çıkarıp dala astı, gölge yaptı. Rüzgârın hızlı es-tiği zamanlar abasını çıkarıp meyveye giydirdi.
Günler birbirini kovaladı. Elma yavaş yavaş büyüdü. Yeşili kırmızıya döndü. Sap kısmından aşağılara kadar, nokta nokta bir sıra siyah ben vardı. Bahçıvan elmaya ayna tuttu, güneş görmeyen yerlerine gün ışığı verdi. Böy-lece her yanının kızarmasını sağladı.
Kıpkırmızı olunca elmayı kopardı. Bir tepsiye koydu. Köroğlunu ara-maya başladı.
Meğer Köroğlu, ayvanlı köşke oturmuş sohbetteymiş. Kaleye uğrak ve-ren iki derviş konuşuyor, Köroğlu ve binbaşıları dinliyormuş:
Sohbetin koyu bir yerinde bahçıvan geldi:
-Düşmanıyın ömrü bu kadar olsun Köroğlu!
Diyerek tepsiyi Köroğlunun önüne koydu. Köroğlu Çamlıbelin ilk mey-vesine kıvançla baktı. Sapı uzunca koparılmıştı. Sapının üzerinde yemyeşil iki yaprak duruyordu. Elma kocaman ve kıpkırmızıydı. Sapından tomurcuk yerine doğru bir sıra ben gibi siyah noktacıklar vardı.
Köroğlu elmayı aldı. Elini kuşağına atıp bahçıvana üç altın verdi. Bah-çıvan içinden “Eyvah!” dedi, “Koskoca Köroğlu vere vere üç altın verdi. Bu kadarcık parayla ben Malatyaya nasıl yerleşirim?”
Bahçıvan bu düşüncedeyken Köroğlu:
-Beni seven benim gibi yapsın, dedi.
Bir anda binbaşılar kuşaklarının arasından keselerini çıkarttılar. Her biri ikişer üçer altın verince bahçıvanın eteği altınla doldu. Bahçıvan durur mu? Altınları aldığı gibi kulübesine döndü. Karısına muştuyu verdi. Karısı bah-çıvana kızdı:
-Yahu ne ahmak herifsin. Adam hemen gelir mi? Biraz oralarda oyalan. Belki birkaç altın daha yolunu bulursun.
Bahçıvan yeniden ayvanlı köşke seğirtti. Vardı ki Köroğlu elmayı sa-pından tutmuş, binbaşılarına gösteriyor:
-Ağalar, beyler! Yüzü bu elma gibi kırmızı, bu elmadaki gibi sıra benli bir yiğit tanır mısınız?
Bahçıvan üç-beş altın daha koparmanın aç gözlülüğüyle atıldı:
-Ben tanırım Köroğlu!
-Kim?
-İstanbulda, Kasapbaşının oğlu Ayvaz?
Köroğlu Kasapbaşının adını duyunca kızgınlıkla bağırdı:
-Ulan bahçıvan! Ayvazı göstermesi senden, alıp kaçırması benden. Git hazırlığını gör.
Bahçıvan içinden “Eyvah!” dedi.Bir yüzü ağlar, bir yüzü güler, kulübe-sine yollandı.
Köroğlu elmayı tepsiye bıraktı.
-Kasapbaşı kimdir, bilir misiniz? diye sordu.
- …
-Kasapbaşı, Lala Hüseyin Paşanın arkadaşıdır. Babam Deli Yusufun gözlerine Lala Hüseyin Paşa mil çektirdi. O sırada İstanbulun Kasapbaşı da oradaymış. Babam Deli Yusuf ona da yalvarmış. “Kasapbaşı, Paşa seni se-ver, söyle şu tayları büyütünceye dek izin versin.” demiş. Ama Kasapbaşı oralı olmamış. Şimdi fırsat düşmüşken ben ondan öcümü almaz mıyım? İstese, babamın gözlerine mil çekilmesine engel olurdu. Ben onu oğlundan ayırmaz mıyım? Ben bu dağlara barhanemi çözmüşsem, babam Deli Yusufun öcünü almak içindir. Şimdi fırsat düşmüşken Kasapbaşından öcü-mü almam gerekiyor.
……………………………………………………………………

Bahçıvan hışım gibi kulübeye girdi:
-Avrat, bana yol elbiselerimi hazırla, dedi.
-Nereye herif?
Bahçıvan:
-Dur sana bir hikâye anlatayım avrat, dedi; Maraşta zengin bir ağanın Agop adında Ermeni bir yanaşması varmış. Ağa mangala meraklısıymış.
-Mangala ne herif?
-Mangala, bir el genişliğinde iki-üç karış uzunluğunda, kalınca tahtalar-dan yapılır. Uzunlamasına iki sıra oyuk oyulur. Bu oyuklara boncuk gibi taşlar girdirilip çıkarılarak mangala oynanır. Bir oyun işte… Neyse… Ağa kısmına armağan çok gelir. Ağa kısmının sofrası açık olur. İyiliği gayet bol olur. Bu iyiliklere armağanla karşılık verilir. Ağaya da mangala hediye eder-lermiş. Ama gel görelim bizim Agop Efendi her mangalaya bir kusur bu-lurmuş. Ya tahtasına, ya taşına ya da nakışına bir kusur bulurmuş. Ağa, Agopun bu huyuna içten içe kızarmış ama Agop da haklı olurmuş. Uzatma-yalım… Ağa sürülerini çevirmiş, Maraşın Ahır Dağına yaylaya çıkmış. Güz gelince yağmurlar başlamış. Yağmurun sicim gibi yağdığı bir gün ağaya bir konuk gelmiş. Bir mangala armağan etmiş. Ağa bakmış ki mangala çok gü-zel. Hiç kusuru yok. Hemen Agopu çağırmı :
-Agop!
-Buyur Ağam!
-Bak bakalım, şu mangala nasıl?
Agop evirmiş, çevirmiş; kusur bulacak yeri yok, ama Agop da bir kusur bulacak ya… Sonunda demiş ki:
-Ağa mangala iyi, güzel. Ah bir de bunun taşları Aksuyla Ceyhanın ka-rıştığı yerden olacaktı ki… Bak o zaman sen bunun tadına…
Ağa sinirlenmiş:
-Kalk lan Agop, demiş. Hemen beygirine bin. Aksuyla Ceyhanın karış-tığı yerden taşları topla, gel.
Agop kalkmış... Yağmur sicim gibi… Hava soğuk… Vakit gece… Bey-girine binmiş, titreye titreye Ahır Dağından inmeye başlamış. Ovaya indi-ğinde gün ışımış. Bir köyün içinden geçerken Agopu tanımışlar:
-Agop Efendi, ulan bu yağmurda nereye böyle demişler.
Agop demiş ki:
-Ahır Dağının başında bir bok yedim, Aksuyla Ceyhanın karıştığı yere ağzımı yıkamaya gidiyorum.
Bahçıvanın karısı sözün nereye geleceğini merakla dinliyordu.
-Yahu kısa kes şu hikâyeyi. Ne oldu? Nereye gidiyorsun?
Bahçıvan olanları anlattı.
-Ben de bir bok yedim. Ağzımı yıkamaya İstanbula gidiyorum.
-İyi ama sen ne Ayvazı tanırsın, ne de İstanbulu gördün…
-Haklısın…
-Herif, var Köroğluna derdini anlat. O da bir adam sonunda.
Bahçıvan düşündü:
-Ben ona işin doğrusunu yolda anlatırım. İzin verirse dönerim. Vermez-se birlikte giderim. Koca Köroğluyla yola gitmişim, Tanrıdan daha ne iste-rim.
Alalım Köroğlundan haberi:
Köroğlu seyisine emretti. Kıratı Kayseri eşeği gibi boyattı. Kıratın tanı-nacağı kalmadı. Köroğlu bir kıl aba, bir kıl şalvar giydi. Beline Kirmânî kılıcını astı. Bir tarafına gürzünü bağladı. Omuzuna oniki telli, yirmidört perdeli, sedefkârî sazını astı. Kürdüvâri (Kürtvâri) bir maşlağı omzuna aldı. Keçe külahına Acemin poşusunu yedi dolam doladı, ucunu bir buçuk arşın sarkıttı. Beline Acem işi bir kuşak bağladı. Kuşağın birinci katına altın kese-sini, ikinci katına tabakasını, üçüncü katına emziğini (ağızlığını), dördüncü katına çakmağını, beşinci katına kavını, altıncı katına yılan dili eğri hançeri-ni, yedinci katına birinin üzerinde KÖROĞLU, ötekinin üzerinde ALİ ya-zılı mühürlerini koydu. Ayağına yedi körüklü çizmelerini giydi. Bıyığını aşağı doğru sarkıttı. Oldu bir Kürdoğlu. Görenler ne Kıratı, ne de Köroğlunu tanıyamazdı.
Köroğlu, askerlerini, binbaşılarını topladı. Kayseri eşeği gibi boyadığı Kırata bindi. Omuzundan oniki telli, yirmidört perdeli sedefkârî sazını çı-kardı. Sazla kumanda verdi:
Atıma binem de gidem yabana
Belki kar yağıp da yollar kapana
2/1 Beşyüz öveç tembih ettim çobana
Yedirin beylere ta ben gelene

Atıma binen de gidem Kozana
2/2 Bir düzen vereyim yoldan azana
Altmış okka pirinç güccük kazana
Yedirin beylere ta ben gelene

Tokat kervanından aldım bakırı
İncitmeyin fukarayı fakiri
2/3 Tuna seli gibi boz arakıyı
İçirin beylere ta ben gelene

Bizim vatanımız Çamlıbel dağı
Tuluk tuluk gelsin Helete yağı
2/4 Askerime yetmez Besninin bağı
Yedirin beylere ta ben gelene

Deli Yusuf Köroğlunun babası
Durağımız Çamlıbelin tepesi
2/5 Kırat kırat gelsin kıraç arpası
Yedirin atlara ta ben gelene
Deyip bağladı.

Devam Edecek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder