Merhaba

MERHABA

Zemheri Maraş’ta otağ kurdu. Yavşan’ın zirvelerinde kar yüreklerimizde isyan çiçekleri var.
Demokrasi Mesih’in son akşam yemeğine benziyor, ihanet puslu vakitler ve çileler.
Derdiniz çok olsun!
Aşk, ülkü, Türklük sevdası, Kızıl Elma’nın harlı ateşi varlığınızı ateşlere gark etsin.
Çileniz hiç mi hiç bitmesin!
Karlı tanrı dağlarının gövşen gözlü Bozkurtları Romanın meydanında Hu çekmedikten sonra Türk Milletine hayat haram olsun.
Elimizde Zülfikar dilimizde Haydar'ın adı olduktan sonra ne gam nede tasa
Yüreğinizi aşk dağlasın!
Zincirlerle Çalap’a yürüyün!

NECiP FAZIL KISAKÜREK

NECiP FAZIL KISAKÜREK
(1904-1983)

Bir gün anlaşılır şiir
Çoğu gitti, azı kaldı
Ekmek gibi, azizleşir
Çoğu gitti, azı kaldı (1993,s.267)

Usta bir şair olan Necip Fazıl sadece şiirle meşgul olmamış, edebiyatın diğer türlerinde de eserler vermiştir. Çok yönlü bir sanatçıdır. Şiir, piyes, fıkra, roman, hikaye, biyografi, monografi, konferans, hitabe ... şeklindeki eserlerinin sayısı seksenin üzerindedir.

Bela... Bela bende yakıcı şehvet (1993,s.258)

Yol mu aradın kese
Ateşe gir gölgelen
Kaynar suda gülümse (1993,s.255) diyen şair aynı zamanda bir aksiyon adamıdır. Fikirleri yüzünden çileli ve mücadele dolu bir hayat yaşamıştır. Fakat, bu gayreti de sanat ve şiir içindir. Çile’nin Takdim bölümünde “Benim fikir ve politika yoluyla gerçekleşmesi için, savaştığım şey, bizzat şiirimin muhtaç olduğu insan ve cemiyet iklimidir. Ben böyle bir iklimin inşası cehdine bağlıyım. Bizzat şiir anlayışım bunu gerektiriyor. (1993,5.12)” diyen sanatkar elli yıllık meslek hayatında şiirden hiç bir zaman kopmadığını ifade ederken kendini herşeyden evvel bir şair olarak kabul eder.
N.Fazıl, Çile isimli eserinin sonuna aldığı Poetika’sında ondört bölüm halinde, şiir sanatını tam bir bütünlük içerisinde sistemleştirir. Şaire ve şiire çok değişik açılardan bakar. Bunlar arasındaki çeşitli münasebetleri ortaya koyar. Ayrıca diğer bazı eserlerinde de şiir sanatıyla ilgili görüş ve düşüncelere rastlanır.

ŞİİR NEDİR? NE OLMALIDIR?

Ver cüceye onun olsun şairlik
Şimdi gözüm büyük sanatkarlıkta (1993,s.20)

Şairin, poetikasını ortaya koyarken kullandığı şiir sanatıyla ilgili terim ve kavramlar şunlardır: Muhteva, kütük, nakış, iç şekil, dış şekil, iç kalıp, dış kalıp, eda, iç mana, dış mana, iç nefes, iç ahenk, dış ahenk. O, poetikasını adeta bu terimler sözlüğü ile izah eder. Onun bu terimler çerçevesinde şiirin şekil ve muhteva özellikleriyle ilgili fikirleri belirtildikçe “Şiir Nedir? Nasıl Olmalıdır?” anabaşlığında ortaya konan sorunun cevabı da kendiliğinden verilmiş olacaktır.

I. ŞİİRDE GAYE:

Anladım işi, sanat Allahı aramakmış
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış. (1993,s.39)

“Şair, Allah’ın (beni ara) diye ok attığı insandır. Şairin, seste, sözde, renkte, çizgide arayacağı şey, Allah’tır” (1990,s.43)
Şiirin iki gayesi vardır: Ana gaye mutlak hakikati (Allah’ı) sır ve güzellik yolunda (bilerek veya bilmeyerek) aramaktır. Ancak bu aramayı ilmin usulüyle değil, şiirin usulüyle yapmalıdır. İlmin usulü tebliğ, şiirin usulü telkindir.
Şiirin ikinci gayesi, şiirin bütün kalıp ve vasıtalardan uzak iç bünyesi, remzi ve sırrı bünyesidır. Bu remzi ve sırrı bünye de şiirin ana gayesi ile ilgilidir ve ona çıkar. Şiir “Ne söyledi?” değil, “Nasıl söyledi?” kaygısından başka gaye tanımaz. İşte bu kelam tarzının ismi şiirdir.
N.Fazıl, C.Sıtkı’ya şiirin ana gayesini şöyle özetlemektedir: “Benim poetik anlayışımda sanat, Allah’ın sırlarına doğru ebedi bir arayıcılıktır. Allah ki, mücerredin mücerredi, iş onu gayeleştiren şiirde. (1994,5.162)

II. ŞİİRİN TEMEL UNSURLARI:

Şiirde başlıca iki büyük unsur (ana madde) vardır: His, fikir,.. Şiir, düşüncenin duygulaşması, duygunun da düşünceleşmesi şeklindeki mesut med ve cezirden doğar. His, fikir olmaya, fikir de his olmaya başlayıncadır ki kıvrımlar arasındaki halkaların içinde sanat, karargahını kurar. Duygu ve düşünce tek başlarına şiiri oluşturamaz. Şiir için ikiside de beraber gereklidir. Ancak, fikir histe fani olmalıdır. Şair, C.Sıtkı’ya şöyle demektedir: “His kumaşı ne kadar nadide olursa olsun, kolay anlaşılan ve sevilenden nefret ediyorum. (1994,s.162)’ Şiirde temel unsur (ana madde) tahassüs edası şekline bürünebilnıiş gizli fikirdir. Şiir üstün idraktir ve idrak yolunda fikir ve duygunun ikisi de gereklidir.

III.ŞİİRDE MUHTEVA (KÜTÜK-İÇ UNSUR) ve ŞEKİL (NAKIŞ-DIŞ UNSUR):

Duvara bir titiz örümcek gibi
İnce dertlerimle işledim bir ağ (1993,s.304)

Şiiri oluşturan iç ve dış unsurlar onda iki ayrı vücudu ortaya koyar: Kütük ve nakış. Kütük şiirin muhtevasıdır ve his ve fikir denen iki ana maddeden ibarettir. Nakış ise bu muhtevanın (ambalaj) zerafeti, estetik ve (fonetik) havası, giyim kuşam oyunudur, onun şekil özellikleridir. N.Fazıl’a göre kütük ve nakiş meselesi şiirin en girift ve esrarlı problemidir. Kütük ve nakış arasında karşılıklı ve daimi bir etkilenme vardır.
Kütük ve nakışın ahenkli birleşmesinden saf şiir doğar. Şairlikte ve şiirde en önemli husus, püf noktası işte bu mesut ahengi sezebilmek ve pişirebilmektir.
Kütük ve nakış münasebeti açısından şairleri değerlendiren N.Fazıl onları dört gurupta toplar: Madde 1: ‘Hem kütüğü var hem nakışı. .Madde 2: “Kütüğü var, nakışı yok..’ Madde 3: ‘Nakışı var kütüğü yok...’ Madde 4.’Ne kütüğü var ne nakışı...” Şair bu dört sınıftan birine girmeye mahkumdur. Birinci sınıf, (Omeros)’dan (Rembo)’ya ve İmreulkays’dan Şeyh Galib’e kadar mektep, devir ve sanat telakkilerinin üstüne çıkmış büyük sanatkarlara aittir. İkinci sınıf, şiiri fikre alet diye kullanan tebliğci mizaçlar... Üçüncü sınıf muhtevası olmayan köpükçüler, şekilciler, dördüncü sınıf da taklitçiler kadrosudur.
Şaire göre şairin hası ve şiirin safı birinci guruptakilerdir. Bunlar şiir devleridir. Diğerleri ise sırmalı ve şatafatlı cüceler, gözbağcı ve sahteciler ve yalancı zümrüdüankalardır.

IV.ŞİİRDE ŞEKİL ve KALIP (DIŞ UNSURLAR):

“Dış dekor kaygısı bende o kadar köklü ve derindir ki, tek kuruşum olmasa ve imzaladığını maddi ve manevi senetler yüz bini aşsa, derdimin çaresini ipekli bir halı veya şahane bir bir koltuk üzerinde düşünmek isterim. Çareyi ancak böyle bulacağımı sanırım. İlle de dış dekor...”(1994, 5.187) diyerek dış unsurlara sıkı bağlılığını belirten N.Fazıl’a göre şekil ve kalıptan yaz geçmek aczin en adisidir.
Şekil ve kalıbın ana unsurları dış ahnenk, vezin ve kafiyedir. Bunlar, şiirde gaye değil zaruri ve vazgeçilmez birer vasıtadırlar. Şiirde şekil ve kalıp, görünen ev sahibi değil hamarat bir hizmetçidir. Ama öylesine bir hizmetçi ki, o giderse efendi kalmaz. Şekil ve kalıp mananın iskeletidir. Şairin hüneri, bu iskelete surat ve vücut geçirebilmektir. Şiire baktığımız zaman iskeleti görmemeli, iskeleti örtmüş olan vücut organlarının tenasübünü görmeli, onların toplu endamına hayran olabilmeliyiz.

V.ŞİİRDE İÇ ŞEKİL:

Şiirde dış şekle bağlı bir de iç şekil mevcuttur. Dış ahengi kurmadan iç ahengi kurmak muhaldir. İç şekli dokuyan malzeme dış ahengin ötesindeki iç ahenk, kelimelerin dış manası altındaki iç mana, kelime münasebetlerinde lezzetleşen mizaç tavrı ve duygu halidir. Şair, içindeki manayı bu malzemeleri kullanarak iç şekilde canlandırır. İç şekil şiirin dış kalıbı ve şekli üzerine inmiş ruhudur. Üstün sanatkar, daima dış şekil ve kalıba bağlı kalan, içle dışı
denge halinde tutmayı bilendir.

VI.ŞİİRDE DİL VE İFADE:

Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan(1993,s.407)

Bülbül koyuldu mu dil bahçesinden
Gak gak karga, yak vak kurbağa gelir(1993,s.408)

“Yazı dilinden maksat sanatkarın kullanacağı dil ise bu halkın konuştuğu dil olmalıdır. Sanata mahsus halkın konuştuğu dilden ayrı bir dil tasavvur edemem, fakat halkın konuştuğu dille konuşmak mutlaka halkın anlaması lazım gelen bir şeyi söylemeye mecbur olmak değildir.’ (1990,s.14)

VII. ŞAİR-ŞİİRİ ve MUHİTİ:

Büyük meydana düştüm uçtu fildişi kulem
Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem
Üstün çile, dev gibi gelip çattı birden.Tos.
Sen, cüce sanatkarlık, sana büsbütün paydos.(1993,s,403)

Obür poetikacı ve şairlerle N.Fazıl’ı şairlikte ve şiirin tarifinde farklı kılan husus “şiiri merkezileştiren haysiyetli bir muhit ile, şiir muhitini kuran ulvi merkezin” göz önüne alınıp alınmamasıdır. Şiiri bu yönüyle de düşünen Necip Fazıl Poetika’sında “Şiir ve Cemiyet, Şiir ve Hayat, Şiir ve Din, Şiir ve Müsbet İlimler, Şiir ve Devlet” bölümlerine de yer verir ve bunlar arasındaki münasebetleri inceler. Bu durum aynı zamanda, niçin fildişi kulesinden inerek topluma karıştığı, insanlarla kaynaştığı, niçin aksiyon adamı olduğu sorusuna onun cevabı ve şiirinde niçin sosyal dava ve temaların yer aldığının izahıdır, N.Fazıl’da şiir, şair ve toplum birbirinden ayrılamayacak biçimde kaynaşmıştır. Bunun için, ona göre en iyi şiiri (umumi kanaatin aksine) Kaldırımlar değil, Çiledir. (1990,5.99)

Ben şairim gaibi kurcalayan çilingir
Canlı cenazelerin başında Münker ve Nekir (1993,s.88)

Poetika’nın yukarıda adı geçen son bölümlerindeki görüş ve düşünceler kısaca şöyledir: Şiir cemiyetin rüyasıdır. Onun rüyasını, sayıklamalarını şair görür. Şiir, cemiyetin topyekün his ve fikir hayatını gözlemleyen rasat merkezi (gözlemevi)dir. Şiir ve şair cemiyetin en mahrem ve en sadık, en gerçek ve en emin münadileridir. Şair tam ve üstün şairliğe erişince mesleklerin en saygılısına kavuşur, toplum ve hayat nizamına karşı büyük bir mesuliyet yüklenir, bu konuda söz sahibi olur.

Ben o kutsi nefesin üflediği kamışım
Ses onun, ben imzamı atmışım, atmamışım (1993,s.97) diyen N.Fazıl’a göre dinin olmadığı yerde hiçbir şey yoktur, yokluk bile yok.
Şair, Allah’ın mahrem ülkesi, meçhuller aleminin derbeder seyyahıdır. Şair, mana halinde cami kapılarının önünü dolduran Allah dilencilerinin en güzelidir.
Allaha iman ve din olmayan yerde ne göz, ne ışık, ne de görülecek şey...
Ne de şiir ve sanat....
N.Fazıl bir soruya verdiği cevapta “Ben, dindar olmayan, Allahı her yerde hissetmeyen sanatkara sanatkar gözüyle bakmam... Muhakkak ki, maveradan, büyük “Niçin?” ve “Nasıl? dan bir raşe, bir titreyiş sahibi olmalı.(1990,s.159)” der.
Teknolojik gelişmeler karşısında gerileyen günümüzün abuk-sabuk şiiri bir intihardır. Şiir ve şiirle beraber saf fikir, makinalaşan dünyada maverai (metafizik) düşüncelere muhafızlık etmelidir. Cemiyetteki ve insandaki dengesizilik ancak bu şekilde önlenir. İnsanın teknoloji ve madde yenilip robotlaşmaması için günümüzde şiire ve şaire büyük görev düşmektedir.

VIII.SANAT NE İÇİNDİR?

Yukarıdan beri özet olarak açıklamaya çalıştığımız poetikasının dayandığı esasları N.Fazıl değişik zamanlarda şu şekilde izah eder: Ona (N.Hikmet’e) ve Batıdan gelen ruhi muvazenesizliğe karşı şiirde formu, nizamı, iç ahengi, ruhçu görüşü ve mistik edayı müdafaa etmek, sanat telakkimizin temeliydi.(1990,s.62) Şiirde ben doğrudan doğruya cevheri arıyorum. Keyfiyeti arıyorum, seviyeyi arıyorum. (1990,5.223) Hangi bahiste olursa olsun, kolaydan nefret ederim. Latinler “Felixe Culpa” derler) mesut cinayet... (1990,s.96)
Sanatçı, niçin ferdiyetçilikten vaz geçerek fildişi kulesinden inip cemiyetle kaynaştığını ise şu şekilde açıklamaktadır: “Peygamberlerin öncülük ettiği insan akınlarında bir fener taşıyıcı olarak kabul ettiğim şair topyekün memuriyeti ile o zaman nazarımda tecelli etti... Şiir de Peygamberlik hikmetinden bir zerre olarak aynı kanuna bağlıdır. Bu yakıcı hakikati anladığım gün şiiri, peygamber alayının en hakir tenerciliği işi kabul ettim ve sağır ferdiyetçiliğimden fırlayıp şamatalı cemiyetçiliğe döküldüm.” (1990,s.74)
Bütün yukarıdan beri anlatılanlara bağlı olarak N.Fazıl’a göre sanatın yapılış gayesi şudur: Benim kanun kadar muhkem sanat ölçüm şudur ki, sanat ne sadece sanat, ne de cemiyet içindir. Sanat kendi için olduğu kadar, mutlaka başka birşey içindir ve o da, dünyanın ötesine köprü atmaktan başka hiçbir şey değildir. (1990,s.75)
N.Fazıl, öz olarak sunmaya çalıştığımız poetikasını bir sistem olarak net bir şekilde ortaya koymak için gösterdiği aşırı gayret ve titizliğine rağmen genellikle her büyük sanatkarda görülen anlaşılamamak, yanlış anlaşılmak tasasını içinden atabilmiş değildir. Tezat sanatçının kaderi gibidir. Gerek özel hayatı, gerekse sanatı tezatlarla doludur. Aynı durum şairliği değerlendirilirken de görülür. Çıkış noktaları aynı olan sanat çevrelerinden bir kısmı “büyük şair”likten önce “mistik şair’”liğe sonra da “sabık şair”liğe indirirken bir kısmı da “büyük şair”likten ‘üstad”lığa oradan da sultanü’ş-şuara”lığa yükseltir. Bu tezatlarla dolu kaderin farkında olan şair adeta, doğru anlaşılamama endişesiyle

Halim açık denizde düdük çalan bir gemi
Kim duyar, ötelerden haber veren bestemi (1993,s.367) mısralarını terennüm etmektedir.

KAYNAKLAR
KISAKÜREK, Necip Fazıl, 1990 Konuşmalar. Büyük Doğu Yayınları. İSTANBUL.
KISAKÜREK, Necip Fazıl, 1993, Çile. Büyük Doğu Yayınları. İSTANBUL.
KİSAKÜREK, Necip Fazıl, 1994. Babıali. Büyük Doğu Yayınları. ISTANBUL.

Köroğlu Hikayesi

Hacı Ali ÖZTURAN

(Geçen Sayıdan Devam)


Ali Kıratın kolanını bir karış kısalttı. Çıkıp eyere oturdu. Varıp Bozgediğe dikildi. Meğer bir çerçi oradan geçiyormuş. Önüne bir eşek kat-mış, Bozgediğe doğru gelmekteymiş. Ali nâralayıp tepesine dikilince, çerçi-nin rengi attı. Alinin ondalığını, cıncık boncuk nesi varsa verdi. Ali sevinçle babasının yanına döndü.
-Düşmanıyın ömrü bu kadar olsun baba!
Diyerek çerçiden aldıklarını babasının kucağına attı..
Deli Yusuf baktı ki ondalık diye oğlu bir iki cıncık boncuk veriyor. Fır-lattı, Alinin suratına çarptı. Kızdı, bağırdı:
-Ben sana çerçi soy demedim. Kervan soy dedim.Utan be! Allahın çer-çisinden ne istiyorsun? Ona mı gücün yetti? Şimdi git, bana kervan ondalığı getir.
Ali yeniden Bozgediğe indi. Yusuf kulağını vermiş Bozgediği dinliyor-du.
Biraz sonra büyük bir kervan Bozgediğe doğru yaklaşmaya başladı. At-ların kişnemeleri, develerin böğürtüleri, çıngırak sesleri Bozgediğece duyu-luyordu. Ali dikkatle baktı. Kervanda koruma da vardı. Kervancılar, koru-malar, uşaklar… Sayıları otuz kadar vardı. Bu kervan soyma işinde daha önceleri Ali hep ürkerdi. Korkar, çekinirdi. Ama bugün içinde öyle bir kor-ku duymadı. Kervandakileri koyun, kendisini kurt görüyordu.
Kervan iyice yaklaşınca Ali Kıratı mahmuzlayıp meydana çıktı. Nâraladı... Kıratın üstünde şahin gibi kervancıları süzdü. Kıratın dizginini saz misâli alarak kesik makamdan söyledi:
Sana derim ey bezirgân
Hani benim ondalığım
1/66 Bozgediktir bize mekân
Hani benim ondalığım
Kervandakiler şaşırdı. Bıyıkları yeni terlemiş, yapayalnız bir delikanlı-nın gelip yol pacı istemesine şaşırdılar. Acaba gediğin ardında bu delikanlıyı öne süren bir eşkıya çetesi mi vardı? Meğer kervanın baş koruması Deli Hoylu adında bir yiğitmiş. Bezirgân Hoyluya işaret etti. Hoylu atını sürdü. Varıp Alinin karşısına dikildi. Aldı Deli Hoylu:
Korumayım bu kervana
Savuş çocuk git başımdan
1/67 Ondalık vermem adama
Savuş çocuk git başımdan
Ali Hoyluyu süzdü. Hoylunun kafası kümbet gibiydi. Alnının çatı bir karıştı. Kaşları dört parmak enindeydi. Gözleri bakır tas gibiydi. Bıyığının bir tarafı bir toz süpürgesi olurdu; bıyığını üç kez bükmüş, al yanağına o-turtmuştu. Göğsü taraba tahtası kadar genişti. Sırtı ekmek tahtası gibiydi. Ama yiğitlikte Alinin de Hoyludan geri kalır yanı yoktu. Ali ürkmedi. Aldı Ruşen Ali, görelim ne dedi:
Kılıcıma zırh dayanmaz
Gürzüme kalkan dayanmaz
1/68 Ondalıksız yol verilmez
Hani benim ondalığım
Aldı Deli Hoylu:
Çekil çocuk kesme yolu
Çok sağları ettim ölü
1/69 Kimin oğlu kimin dölü
Savuş çocuk git başımdan
Aldı Ruşen Ali:
Körünoğlu derler bana
Şimdi anlatırım sana
1/70 İstersen buyur meydana
Hani benim ondalığım
Deli Yusuf kulağını vermiş, soluk bile almadan dinliyordu. Ali böyle bağlayınca, aldı Deli Hoylu:
Hoylu der ki elim pençe
Söz kâretmedi bu gence
1/71 Ben şâhinim sen toy serçe
Savuş çocuk git başımdan
Ali bir kez de ondalığını dilden istedi :
-Hoylu Bey, söyle ağana ondalığımı versin! Yoksa talan ederim bu ker-vanı!
Hoylu Bey güldü :
-Bana avuç avuç para veriyorlar ki, senin gibileri kervana bastırmaya-yım diye. Bıyıkları yeni terleyen çocuğa yol pacı mı vereceğim.
-Keramet sakalda bıyıkta değildir Hoylu Bey. Sana bir erik çekirdeği hi-kâyesi anlatayım da dinle:
“Değirmenin birine bir adam gelmiş. Kafası kümbet gibi, alnının çatı bir karış, kaşları dört parmak eninde, gözleri bakır tas gibi, bıyığının bir yanı toz süpürgesi olur. Sırtı ekmek tahtası gibi, göğsü taraba tahtası gibi. Çamdalı gibi bir babayiğit. İki kişinin elleşip tek tek taşıdıkları buğday çu-vallarını katırın üzerinden, birer eliyle çekip kaldırmış. İki elinde iki çuval, sallaya sallaya değirmene götürünce oradakiler bu adamın yiğitliğine şaşı-rıp, fısıldaşmışlar. Adam onları duymuş, demiş ki:
-Benim babayiğitliğimden mi konuşuyorsunuz?
-He, demişler.
Adam demiş ki:
-Ben falanca köyün çömelip ürüyeniydim. Astığım astık, kestiğim kestik-ti. Bir gün dağda onbeş-onaltı yaşında bir çoban gördüm. Dedim ki, “Ulan çoban, karnım acıktı. Bir kuzu kes de yiyeyim. Bana falanca derler.” Çoban, “Bu kuzu elin malı, ben kesemem.” dedi. Anan aşağı, baban yukarı derken, biz çocukla kapıştık. Çocuk beni kaldırdığı gibi yere vurdu. Ellerimi bağla-dı. Orada bir erik ağacı vardı. Oturup erik yemeye başladı. Eriği yiyor, çe-kirdeğini baş parmağı ile işaret parmağı arasında sıkıştırıp hızla kaydırarak suratıma atıyordu.
Yedi attı, yedi attı derken benim yüzüm kan içinde kaldı. Bu yüzümdeki çaparlar çiçek hastalığının izi değil, çekirdek izi. Yaa kardaşlarım, elde neler var. “
-İşte böyle Hoylu Bey! Yiğitlik bileğe, yüreğe bakar. Denemek istersen gir meydana!
İki yiğit kılıçlarını çektiler. Ali Kıratın kulağına eğildi. Dört satır söyle-di:
Karşılaşıp ayrılınca
Çarkedip geri dönmeli
1/72 Arkasından ulaşınca
Enseye kılıç vurmalı
Kırat kişneyip başını salladı. Kervandakiler buna da şaştılar.
İki yiğit atlarını mahmuzladılar. Şimşek gibi birbirlerine girdiler. Hoylu saldırdı, Ali kalkanını tuttu. İki at birbirinden uzaklaşırken Kırat birdenbire çark edip geri döndü. Ali Hoyluya yetişti.Yine de kıyamadı. Hengeyledi, hüngeyledi, kılıcın tersiyle Hoylunun ensesine hıngeyleyince, dalında yet-miş taşlı armut gibi, atından düşürdü. Kıratın bu kıvraklığı, kervandakileri korkutmuştu. Kırat altındayken bu delikanlıyla başa çıkılamazdı.
Kırat Deli Hoylu’nun çevresinde dolaştı. Hoylu, kendine gelince:
-Gençsin, bıyığın yeni terlemiş ama beni yendin. Helâl olsun. Al ondalı-ğını bırak bizi.
Ali atından indi:
-Yoook, dedi. Seni güreşte de yenmeden bırakmam. Şimdi bırakırsam, “Atın hüneriyle yendi.” derler. Kendi hünerimle de yenmeliyim seni.
Ali belinden yukarısını soyundu. Çınar dalları gibi kolları meydana çık-tı.
Hoylu bu fırsatı kaçırmadı. Soyunup Alinin karşısına çıktı. Güreşe baş-ladılar. Ali, Hoylu Beyin boynunu kaptı. Sağ ayağını çengel edip, Hoylunun bacağına doladı. Kaldırıp sırtüstü vurdu. Hoylu şaşkına dönmüştü. Ali:
-Bu sayılmaz Hoylu Bey, dedi, bir daha güreşeceğiz.
Yeniden kapıştılar. Ali bu kez tek daldı. Hoylu Beyi bacağından tutup, göğsüne dek kaldırdı. Öteki bacağına içten çengeli vurdu. Göğsüyle Hoyluyu itip, sırtüstü düşürdü. Sıçrayıp kalktı.
-Hah! Şimdi oldu işte Hoylu Bey. Sana demedim mi, bıyıkta keramet yoktur diye?
Hoylu şalvarını silkerek kalktı:
-Eline sağlık yiğit, dedi. Diyecek hiç bir şey yok, benden yiğitmişsin. Beni yanına alır mısın? Bu kadar adama hizmet edeceğime, senin gibi bir yiğide hizmet ederim daha iyi.
Ali onayladı:
-Eğer kararın kesinse bizimle kal.
-Kararım kesin.
-Öyleyse şu yana geç!
Ali, bezirgândan ondalığını aldı. Kervana yol verdi. Hoylu ile birlikte, Deli Yusufun beklediği yere doğru atlarını sürdüler.
Deli Yusuf, nal seslerinden gelenlerin iki kişi olduğunu anladı. Sordu:
-Yanındaki kim oğlum?
-Hoylu Bey adında bir yiğit. Bizimle kalmak istiyor.
Deli Yusuf Hoyluya kesim kesti:
-Burada emir oğlumdan çıkacak. Kesinkes zulüm yapılmayacak. Kim-senin namusuna dolanmayacaksınız. Zenginden alıp yoksula vereceksiniz. Bunları kabul ediyor musun?
Hoylu Bey:
-İyi güzel konuştun Baba… Kimsenin ırzında namusunda gözüm yok. Hepimiz ırz, namus sahibiyiz. Namusun ne olduğunu biliriz. Köroğlu mese-lesine gelince; gördüm ki Köroğlu yaşça benden küçük ama iş yiğitliğe ge-lince, benden yiğit. Bu yüzden, Köroğlu gibi yiğit birini ağa olarak kabul ederim.
Hoylu Beyin katılmasından sonra pek çok kervan soydular. Köroğlunun ünü hanlarda, kervansaraylarda, kapalıçarşılarda dilden dile dolaşmaya baş-ladı. Dağdeviren gibi, Zincirkıran gibi; Köse Kenan, Kabresığmaz, Selamvermez, Ecelalmaz, Darıdeğmez, Sopayadoymaz, Postalpatlatan, Tepedelen, Eceliyakın gibi ünlü yiğitler, zaman zaman Köroğluna katıldı. Bunlardan kimi yalnızdı, kimi adamlarıyla katılmıştı.
Köroğlu bunları binbaşı yaptı. Her birinin emrine bin kişi verdi. Görev bölümü yaptı.
Bu katılmalardan sonra Köroğlu bir mühür kazdırdı. Okur-yazar olma-dığı için mühür kullanıyordu. Yol pacını aldığı her kervana mühürlü belge veriyordu. Bu şu demekti; “Ben Köroğlu… Bu kervandan aslan payımı al-dım. Bundan böyle bu kervandan hiç kimse ondalık istemeyecektir. Bu müh-rü taşıyan kervana sataşanlar cezalandırılacaktır.”
İlk zamanlarda mühür konusunda terslikler oldu.Köroğluna ondalık ve-ren kervanları, başka eşkiyalar da soydu. Bezirgânlar bu durumu Köroğluna şikâyet etti. Köroğlu bu eşkıyaları yakalattı. Bozgediğin önünde, bir uyuz eşeğe ters birdirerek dolaştırdı. Eşkıyalardan aldığı paraları bezirgânlara geri verdi. Zaman zaman birkaç eşkıyanın cezalandırılması, Köroğlunun ününü artırdı.
Artık Köroğlu Bozgediğe inmiyordu. Sıra kimde ise, Bozgediği tutuyor;
-Köroğlu Ağamın selâmı var. Ondalığını istiyor, diyordu.
Kervancı ondalığı vermeye dünden râzıydı. Şurada burada soyulmaktan-sa, Köroğluna ondalığını verir, kervanı güvenceye alırdı. Onda bir yol pacını vermek istemeyenlerse, güneyden Konyadan dolaşıyorlardı. Böylece yolları uzuyordu ve Köroğlunun güvencesinden uzak, eşkıyalarla uğraşıyordu.
Köroğlu zenginlerden aldığı yol pacını yoksullara dağıtmaya başlamıştı. Köylerdeki saygın, dürüst insanlarla görüşüyor, onların verdikleri listeye göre gereken yere, yeterli yardımı yapıyordu. O tam bir yoksul babasıydı. Nişanlılara, yeni evlilere, yaşlılara, borçlulara; altın, akçe, kumaş, yiyecek dağıtıyordu.

İrşad:Hasan Basri Tapdık Baba

Şart-ı tarikat beştir.

1.Uluvv-i himet
2.Hüsn-i hizmet
3.Tasavvur-i ma’rifet
4.Hifz-ı hörmet
5.Ta’zim-i nasihat

Bina-yı tank altıdır.

1 Marifet
2.Sehavet
3.Sadakat
4.Yakınlık
5.Tevekkül
6.Tefekkür
Erkan-ı tarik altıdır.

1.İlm
2.Hilm
3.Sabır
4.Rıza
5.İhlas-ı kalb
6.Ahlak-ı hamide
Ey talib gel cananı bul
Canan olan Kur’an bana
Cananı ben eyledim
Canan olandır can bana
Canana eyle can feda
Olmayasın candan cüda
Tende canandır Murtaza
Nokta sırrı ayan bana
Adem ademe secdegah
Bu sırrı bilmeyen gümrah
Muhammed, Ali beytullah
Erkan-ı din iman bana
Esrar-ı Şahı bilmeyen
Zatında Hakk’ı görmeyen
Emmaresinden geçmeyen
Ne söylerse yalan bana

Hayat üç derecedir.
Hayatın birinci derecesi: Kalbin mevt-i cehilden necat bulup ilm-i tevhid ile hayat bulmasıdır. Bir kalb ki ilm-i tevhid ile hayat bulursa taleb-i Hakk da hareket eder. Zira hareket Hay olanın hassasıdır.
Hayatın ikinci derecesi: Kalbin mevt-i tefrikadan necat bulup, cem’-i himmet ve nef-yi havatır kılmasıdır. Hayat-ı cem-i’den murad: cem’iyet-i havatır ile kalbin hay olmasıdır. Zira cem’iyet kalbi cem’i-i masivadan kat’edip, Valhid-i hakiki muşahedesine rabt etmeden ibaretdir. Meşüyihin hayat-ı ebediye dedikleri budur. Tefrika mevta hükmünde olan eşyayı müte’addideye kalbi perakende kılmakdan ve muktaziyat-ı nefsnıyeye talib olmadan kinayedir ki, bu da ölümdür.
Hayatın üçüncü derecesi: Hayat-ı vücuddur ki, bundan murad Hak ile hayat bulmakdır. Hak ile hayat bulmak abdin Hak’da fena bulmasından ve beka-yı Hak ile baki ve hayat-ı Hak ile Hay olmasından ibaretdir, ve Cem’i-i eşyayı onunla Hay ve Kaim görmekdir.
Sual:
Tasavvufun şartı nedir?
Cevab:
Mazi ve müstakbele nazar etmeyip vaktin hükmünü vermekdir.
Malüm olsun ki ibadetden murad birliğe yetmekdir. Bir kimse kırk sene ibadet eylese gündüzü saim ve gecesi kaim olsa fakat ibadetden murad ne olduğunu bilmese ve idrak ey lemese bir zerre kadar faydası yokdur. Yani bilmek birliğe yetmektir, ve birliğe yetmek odur ki, kendini zat, sıfat ve ef’aliyle fani göre. Belki cümle varlık Hakkın vücudu olduğun idrak eyleye. Hakla ma’mur olduğun bile. Benliğinden geçmek bundan ibaretdir.
Böyle olunca o kimse her nereye nazar etse Hakk’ı görür. İbadetden murad, Hakikat-ı Muhammediyeyi bilip mü’min-i has olmakdır. Mü’min-i has odur ki herşeyin müsebbih olduğun göre, ve her müsebbih ki bir isim giyinmişdir. Ayn-ı müsemma göre, ondan gayrı görmeye. Bundan bir sual varid olur ki, Hak teala bi-zevaldir. Öyle olsa bu insan ve bu eşya bu sıfatlardan cümlesi zeval bulsa gerekdir. Buna ne cevap verirsin? Cevap budur ki:
Sıfat-ı zat-ı kadimesi bt-zevaldir. Amma sıfat-ı hadisesi fena bulur. Mümit ismi fehvasınca. Bir cevap dahi budur ki: Fenası ‘ayn-ı bekadır.’ Eğer biri fena bulsa hezarı zuhura gelir ve el’an gelmektedir. Tecelliyat-ı Bari gayr-ı mütenahidir dedikleri bu ma’naya işaretdir.
Cenab-ı Halkın cemi’-i sıfatı iki sıfattan ibaretdir. Geri kalan sıfatlar bu iki sıfatın mazharıdır. Biri celal ve diğeri cemal sıfatıdır. İnsan da bu iki sıfat ile muttasıfdır. Celal sıfatının tecellisinden cehennem, ve Cemal sıfatının tecellisinden “cennet” hasıl olur. Ve herhangisi sende galip olursa makamın ve serencamın oradadır.
“Bismillahi şafi”
“Arife bir işaret kafi”