Merhaba

MERHABA

Yazın MİLCAN çıkmadı çünkü yapılacak zahire işim vardı, tarhana, pekmez kış hazırlığı birde gidilmeyen tatil yerlerinin programı.
Çivi gibi çakılıp kaldık bu sene Maraş’a. Bu satırlarımızla Türkiye’nin dört bir yanına gitme fırsatını yakalıyorum gün şen olsun. Demokrasiye Ergenekon’a rağmen inanmam isteniyor hayır bu mavala inanmıyorum. Milletler dünya egemenliğini demokrasi fikriyle gerçekleştirmiyorlar. Türk milleti Turan ülküsü, Kızıl Elma düşüyle var olacak Ötüken de yaşayıp Karlı Tanrı dağların da gök gözlü bozkurtların haykırışlarını dinleyecek! Engelli demokrasi koşusu devam ediyor birileri burada insanlığa hizmet ettiğini sanıyor ama yanılıyor. Türk milletine gerçek hizmeti elbet biz vereceğiz aziz milletimizi ülkü değerlerinin aydınlığı ile yarınlara taşıyacağız.
Muhafazakar demokrasi gül geç. Erdem birliği ve hizmetli seçilmişlik bunu tamamlayan ASALET.
Kuyruk doğdu bundan sonrası güz çınar yaprakları buz gibi sulara düşecek abı hayat ırmağından içen bizler Turnaların ezgilerini seslendirmeye devam edeceğiz. Güze başlarken Köroğlu’ da MİLCAN’ın yoldaşı oldu. Dostlara kelam, tütüne devam, çaya selam!

Ali Büyükçapar

Gamzeli Ceylan

Gamzeli Ceylan

Kemiklerin sızlayacak anınca baharı
Soğuk boran kıyamet ve ötesi
Sığındığımız o kuytu
Yeminler dahası gözyaşı

Sen ben dün yarın mutlak zaman
Papatya falında güneş
Tuvallere sığmayan renk beyaz ap ak

Gülüşlerin esmer teninde Akdeniz
Dişlerin umut beyazı
Sarıp sarmalaman arzu dolu
Diz çöktüm ayaklarına
Pembe umut ellerin
Uzat narçiçeklerini
Başıma

Sevgilim gamzem
Sağnağına al beni
Yalnızım kimsesiz dahası kulun
Bir çare sarhoş ve öksüz


Ali Büyükçapar

Modern Şiirin Zemini

Modern Şiirin Zemini

Mustafa Muharrem

Modern şiir baş dönmesinin, bulanmanın, puslanmanın şiiridir. Kadim şiir ile modern şiiri birbirinden ayıran, ne dizelerin istif tekniğidir, ne estetik temellerdir. Öncelikle modern şiirin hayat karşısındaki gard alış dili ve bunun biçimidir farklı olan. Modern şiir, kadim şiirin tarihsel bir uzantısı; bir geleneğin yeni söyleyiş stilleri, yeni imge imkânları keşfederek tazeliğini koruyan veçhesi değildir. Aynı dil ırmağından beslenseler dahi modern şiir ile kadim şiir, birbirleriyle hısım görülmemelidir.
Kadim şiir, ölçüsü ve uyak düzeniyle, tematiğiyle insanoğlunun kozmik bütüne ait bir cüz, hatta bir uzuv olduğu kabulünden çıkar yola. Şiir, kozmik bütünlük ile insan arasındaki organik bağın tasviri üzerine oturur. Toplumsal düzen ve estetik kök, kozmiğe, kozmik bütüne duyulan hayranlığın ve özentinin yaşantıya tayin ettiği gramerden ibarettir. Daha doğrusu, zihinsel ve ruhsal dünyanın kendine model aldığı bir mükemmellik olan kozmik bütünlük, hayatı refere eden bir mercidir. Ritmiyle, geometrisiyle ve tematiğiyle kadim şiir de kozmik bütünü dilde kurgulamakta, dilde aksettirmekte, dilde süzmektedir. Aşk, kozmik bütünlüğe kapılmış insanın bu kaynaşmayı estetize edilmiş
bir zorunluluğun kodu olarak içselleştirmesidir. Elbette aşk önce oluş katlan arasında bir gerçekleyim perdesi halindedir. Kozmik bütün içinde oluşa karşı hissedilen saygı ve yüceltme, varlıkların kendilerini bilmelerinin, sınırlılıklarının şuuruna varmalarının eylemleridir. Neyin, hangi nedenle saygıya değer bir tarafı bulunduğuna dikkati, anlamının da ontolojik gerekçesidir. Evrenin canlılığını betimleme ve yorumlama kadim şiirin yüklendiği bir emanettir. Bu emanetin asıl sahibi, varlık hiyerarşisinin tepe noktasından bakan, gören, denetleyen tecelli yetkesidir. Şairin yaptığı, tecelli yetkesinin beklentilerini dilde cevaplamaktan ibarettir.
Merkezi vardır kadim şiirin. Bu merkez sosyal yaşantının dizaynı ile bir ve aynı delilin pratiğidir. Günübirlik bilgi ve hayat hangi tasavvurun imzasını taşıyorsa, hangi epistemden kendi bedenselliğini kazanıyorsa, şiirin de nedeni bu çekirdektir. Şair, kozmik bütünlüğün sesidir. Yaprağın veya kadının, yağmurun veya zamanın, ağlamanın veya ölümün, bir meyvanın veya bir solucanın şifrelediği hakikat ne ise, şairin dilde kotarmak istediği de budur. Şair dilin erdemi, şiir ise dilin ibadetidir. Bu anlamda şiir de canlıların gramerine tabidir. Çünkü dilin de kozmik bütünün parçaları içinde şartlarına uyması gereken bir akidleşmesi bulunmaktadır. Bu akdin ifa düzeyini, her versiyonu asıl anlamın bir belgesini simgeleyen evrensellik kontrol eder. Evrene, evrendeki güzelliğe ve ritme benzeyen şiir, bu temsil potansiyelini arttıra-bildiği ve etkinliğe dönüştürebildiğı kadar iyidir.
Müşterek anlamlılığın simgeleriyle serpilen kadim şiire karşı modern şiir, evrenin cansızlığı üstünden kendi duruş hakkını elde eder. İmge, merkez estetiğin ve bunu destekleyen bir kozmik görüş odağının de facto yokluğundan türer. Niceliksel aklın yedeğinde, insanı evrenin bencil fatihi olmak ile görevlendiren bir ötekilik disiplini, elbette göğe astronomik nesne olma talimatı verecek, anlamı tarihsel fıksiyonun koyduğu kuralların belleticiliğine bırakacaktır. Modern şiir bizi bu seküler acının yeraltına inmeye çağırır. Acı sekülerdir çünkü, aşkınlık silsilesi içinde bir evre olmaya karşı çıkmış, bunu bir düşüklük saymıştır. Üstelik, anlamımızı patronajlık ile aramızda gerçekleşen ilişkilerin içeriğine bağlamıştır. Merkezin topyekün telef edildiği bir dünyada şiirin işlevi, evrensel öznenin silinmesine karşı insanın uğradığı lanetliliği tattırmaktır. Modern şiirin kadim ahenk öğelerini kullanmaması, egemen düzensizliği kendine ritim seçmesinin sonucudur. Modern şiirdeki ahenk, modern hayatın bir taklididir. Herkesin kendisine tavan bildiği ama kolektif bir algı deneyimi yaşayacağı simgeselliğin yerini, yığınsallığın biçimsizliğinden korunmanın yegâne yöntemi olan imge almıştır. Oysa imge, şairin sübjektivitesine mahsus bir özerkliktir. Dolayısıyla, tek tecrübedir, imgeyi doğru okumak, şairin hangi yaşantı çağrışım tasarım üçlemesi çeperlerinde çalkandığını görebilmektir. Modern şiir bize, evrendeki yerimizi bir terennüm, bir zevk olarak hissettirmek yerine; bu konumumuzu yitirmişliğimizin basıncını duyurma derdindedir. Bu yüzden, modern şiirin selef rezervinden bahis açmak tutarlı değildir. Modern şiir, kendi zamansallığını kabuklarını soyamaz. En fazla, kadim olanın kazanımını kolonileştirebilir.

Şiirin fiilleri hakkında
Mustafa Muharrem
Sır Yayıncılık
Bursa 2002
Sayfa: 65

Nefes

NEFES

Gökte on iki yıldız
Uyur iken uyandırdınız
Ölü idik diri ettiniz
O Şah a kul ettiniz

Bilmezdik akı karayı
Mor Koyuna sayılırdık
Uçurumlar önümüzde
O Şah a kul ettiniz

Dilimizde ölüm şoru
Boynumuzda Yezit izi
Yüreğimizde ifrit yeli
O Şah a kul ettiniz

Dağlandı yaramız
Çiselerken yağmur
Gamzeler gülücükler
O Şah a kul ettiniz

Uludaz’dır pir otağı
Fatmalıdır berisi
Şah Ali kulu bendesi
O Şah a kul ettiniz.

Ejder Polat

Gurgum'da Zaman

Gurgum'da Zaman

Eylül 1983’lerden kesintiler

Mistik alemlerin sarhoşu olmuş yaşadığım hayatın olgularını umursamamaya başlamıştım. Kendimi kurtarmalı ruhumu Tanrıya armağan olarak sunmanın erdemini taşımalıydım. Ruhum bedenimle beraberdi ikisi arasında ben vardım ya da benimle birlikte bir bütün vardı aralarında zemberek divanesi olmuştum.

Ne yapmalıydım?

Bilgim yetersiz Şıh Efendi İstanbul’da Maraş’ta gittiğim mekanlarda varoluş sorularıma cevaplar arıyordum. Hakikatin eşiğinde buldum kendimi. Ezelden ebede insanlığı kuşatan içine alıp ötelere daha da bilinmezlere götüren bir paletin içindeyim. Peki günlük hayat ne olacaktı?
İdealize ettiğim ya da bana ettirilen nizamı ben ahret duyarlılığında nasıl yaşayacak dünya denilen süfli alemden kendimi nasıl soyutlayacaktım.

Zikirlere başladım.

Çiçekli Camiinden Kız Enstitüsüne giden ara sokaklarda koşarak Allahın yüzlerce esmasını dilime vird ediyordum. Koşuyor, koşuyor tanrının adlarını adımlarımla birlikte artırıyordum günlerce böyle koşularım oldu. İbadetleri azımsamayacak boyutta yapmaya başladım daha ben bıyıkları bile çıkmamışken dipsiz ibadet kuyularına gark oldum. Seksen ikilerde birden bire “sarık” sarma gibi adetler anlatılmaya başlatıldı, beş vakit namazı camide kılarken Maraş sokaklarında ve caddelerinde sarıklı dolaşmaya başladım.

Nasıl oluyordu bu duyarlılık?

Sakarya da camide imamlık yapan Nedimi görmeye gittik ben ve Mustafa, sohbetler yapan Nedim Hoca vaazıyla insanları bilgilendirdiği için gözümde çok değerli. İhtiyarların grup olarak oturduğu yerden geçtik Mustafa siyah bir sarık sardı bende beyaz sarık sardım öylece namazı eda ettik, namaz bitiminde etrafımızı kuşatan cami cemaatinin tebrikleri bizleri sanki Peygamberler döneminden gelmiş insanlar gibi görmeleri hala aklımda. Çarşıbaşı Camii evimden daha değerli orayı bütün ince teferruatına kadar biliyorum bütün vakitlerim orada geçiyor kendimi Çarşıbaşıyla tamamlıyorum. Ali Hocanın ağzının içine bakıyor her sözü emir telaki ederek günlerimi anlamlı kılıyorum. Arapça okunurdu Çarşıbaşında ama ne Arapça? Kimler ders alırdı kimler ne yapardı bunu anladığım da yıllar beni kendi yalnızlığımın önüne yetirmişti.
İki katlı Müftülük binası doksanlı yıllara kadar geldi benim çileler geçirdiğim bu binada Hafız Ali Efendi Müftülük icra eylermiş o vakitler.
Bir pano edindik siyah, onu alıp camiinin sol tarafına yerleştirdik Mustafa’yla beraber Kur’an-ı Kerim ayetleri yazıyor sonra da insanların o ayetlere kendilerine düzen vereceklerini konuşuyoruz, ama nafile, nafile. Odanın tavanı basık, pencereler var ışığı içeri huzmeler gibi alan bir sistemle yapılmış yerde ise kirli halı, ayakkabılık odanın bir ucunda çelik masa ve rast gele serpiştirilmiş kitaplar.

Dinin umudu umudun filizleriydik

Topluma uygulanan sistemli değişim ve dönüşümün kendi alanında hüküm edemediği anlarda biz vardık, gençler özelliklede lisede okumayan dine susamış gençler. İmam Hatip Lisesinden kimseler yoktu arkadaşlarımızın arasında dindarlık dışından daha bir cazipti. Akif falan, filan vardı ama onlarda arkadaşlık değil de daha üst bir beraberlik yaşardık. Yemeye, içmeye giyinip kuşanmaya vaktim kalmamış çünkü ibadetleri kendime iş edinmiş onların ifası için fır fır dönmeye başlamıştım. Hayat mı umurumda bile olmazdı.

Ali Büyükçapar

Köroğlu Hikayesi

Maraş Ağzı Köroğlu Hikâyesi

Hacı Ali Özturan



1. BÖLÜM
KÖROĞLUNUN ORTAYA ÇIKIŞI



Gelenek öyledir; meddah öyküye başlarken kahvede bir masanın üzerine sandalye atar ve çıkıp oturur. Omuzuna bir havlu atar. Eline kalın bir sopa alır. Bu sopayı kimi zaman saz misâli kullanır, kimi zaman kılıç misâli… Uyuklayan olursa,” Köroğlu hengeyledi, hüngeyledi, kancık katır sidiğinden su verilmiş Kirmânî kılıcıyla hıngeyleyince…” deyip elindeki sopayla masaya vurarak; ya da elindeki çay bardağını “şangırrrr!” diye yere çalarak uyuklayanları uyandırır. Köroğlu hikâyesinin her bölümünün başlangıcında meddah şiirli bir destan okur. Biz iki destan derleyerek 1. ve 2. bölüm başlarına koyduk. Çok ünlü bir destan vardır ki, bir mahkûm elleri kelepçeli olarak Kurtalandan trene bindirilir ve İstanbula dek istasyon istasyon götürülürdü. Çok araştırmamıza karşın bu destanı derleyemedik. Meddahımız çıkıp sandalyesine oturdu. Havlusunu omzuna attı. Gâhi kılıç, gâhi gürz ve gâhi de saz misâli kullandığı sopasını eline aldı. Çıt çıkmayan kahvede turna destanını söylemeye başladı:

Hak, Haaak!
İlkbahar ayında Kudüsten kalkın
Türbeye bir secde kılın turnalar
Şam eline uğran Halepi geçin
Âşığa bergüzar verin turnalar

Şama varın Kırklar Dağında durun
Halepin şöhretin şanını görün
Şol koca Kilise düşürüm verin
Antepin üstünde dönün turnalar

Turnayı kaldırdım Antep elinden
İzin aldım ağasından beyinden
Karabıyıklıdan, Narlı belinden
Ötüşe ötüşe geçin turnalar

Uçun turnam uçun yüksekten uçun
Kapıçam dağların sessizden geçin
Sol Koca Maraşta bir bâde için
Ordan öte Ahır Dağı turnalar


Ceyhan Köprüsü de bağl’olur zâti
Yapalak olur da Gavhırd’ın otu
Gürleyip akıyor koca Suçatı
Derin göllerinde yüzün turnalar

Zeytin Manastırı vardır beride
Toplanıp cem olun kalman geride
Aşın yüce dağı uğran Beruta
Berutun yaylasın görün turnalar

Koca Tokat derler (de) şehirler hası
Kesilmiş bülbülün gülden avazı
Aşın dağları da görün Sivası
Orda ziyaret var konun turnalar

Edin ziyareti dönün sağına
Seyreyleyin bahçesine bağına
Uğrak verin Erciyesin dağına
Nuhun gemisini görün turnalar

Irmaktan, Çataktan Hacına uğra
Kumbuğa konakta tellerin ığra
Göksun Köprüsünü geçti bir turna
Vardı sana Sultan Kiraz belleri

Kirazdan da ırga ırga çekilin
Eleksırttan Bağlamaya dökülün
Oralarda gündören var sakının
Avcıları derin gezer turnalar

Uçun turnam uçun yüksekten uçun
Aşın gidin Saraycıktır yolunuz
Kuruc’ova, Tekir Gölü konalga
Oradan da sessiz geçin turnalar

Yaşa telli turnam sen binler yaşa
Suçatı, Gavhırttan yolların aşa

Aş Cihan Köprüsün uğra Maraşa
Maraştan bergüzar alın turnalar

Çıkın Ahır Dağına da edin temaşa
Payıntaht kurmuşlar koca Maraşa
İçinde oturur Kalender Paşa
Ötüşmeyin sessiz geçin turnalar

Kapıçam ötesi Devrent Dağları
Hub olurmuş (da) şu Antepin bağları
Ava çıkmış derler Kilis Beyleri
Ötüşmeyin sessiz geçin turnalar

Hani bre kardeş şöhreti şanı
Gudeyfe bağlıdır Gutseyin hanı
Gürmeydan derler de Şam’ın sağ yanı
Ötüşe ötüşe gidin turnalar

Kul Eserîm der de çekmişem mihnet
Dünyâ telaşından etmişem feryat
Kudüste yatıyor ulu ziyaret
Pîrinden bir dolu için turnalar
Turna destanını okuyan meddahımız, kahvecinin getirdiği çaydan bir yudum aldıktan sonra, sevdâlısı olduğu Köroğlu Hikâyesinin şiirli girişine başladı:
Dinleyin methedem erlerin başın
Nice kalelere atardı taşın
1/1 Kim kesti ejderhâ gibi koç devin başın?
İsmi kaldı cihâne sır ile sırdır hey!

Tut için ruhsatım vardır
Bâki kalmaz bu devr-i eyyam
1/2 Ne gül vardı, ne bülbül vardı, ne de serencam
Eski çeşmim var iken deryâlarda hey!

Deryâlar deryâlanmasın
Birde vaay, ikide vaay, üçte vay!
1/3 Bir derde müptelâyım ki
Desem vaay, demesem vay!
—Diyelim mi?
(Dinleyiciler hep bir ağızdan):
-Diyeliiim!
—Hay haaay! Gûş-ı makam, el kıssa-i mâcerâ-i destan; belî ağalar, meş-hur Köroğlu Hikâyesi şöyle başlar:

Çakmak taşıyla yandan alışan Karabina tüfeğinin icadından kırk yıl ön-ceydi…
Âli Osman toprağında zulmü ile ünlü bir paşa vardı. Adına Lala Hüse-yin Paşa derlerdi. Dedesi paşaydı, babası paşaydı, kendisi paşaydı. Kardeşi Hasan Bey, Beyşehrinin (sonradan Trabzon) vâlisiydi. Hüseyin Paşanın Osmanlıya hizmeti çoktu ama, halka yaptığı zulümler, bu hizmetlerini bir kalemde silip atıyordu. Devlet idaresinde hizmet Allah için yapılır. Allah için yapılan işin halka zararı olmaz; halka zulümde de Allah rızası olmaz. Zâlimlere ise, Allahın da, kulun da rızası olmaz. Bu nedenle, Osmanlı da bu paşasını oradan oraya sürüp duruyordu. Sürmese, görevden alsa daha iyi…
Lala Hüseyin Paşa bu kez de Erzuruma sürülmüştü.
Hüseyin Paşa Erzurumdaki ilk günlerinde herkese iyi davranıyordu. Hoş geldine gelenleri kabul ediyor, Erzurumun ileri gelenleri ile akşamları helva sohbetleri yapıyordu. Konağın selamlığı, Paşa ile tanışmaya gelenlerle do-lup taşıyordu.
Paşanın Erzuruma gelişinin kırkıncı günüydü. Akşamdan sonra kentin ileri gelenleri birer ikişer konağa gelmişlerdi. Fidan gibi delikanlılar hizmet için pervane gibi dönüyorlardı. Muş tütünleri nargilelere basılmış, üzerlerine meşe közleri konmuştu. Bütün nargilelerin şişeleri billurdandı. Ağalar, beyler nargilelerden nefes çektikçe billur şişelerdeki arı-duru sular Karadeniz gibi çalkalanıyor, tokurtokur sesler çıkarıyordu. Elindeki gümüş maşa ile kapının hemen içinde atmaca gibi duran bir delikanlı, ateşi azalan nargilelere köz yetiştiriyordu.
Hölbeli fincanlarla kahveler geldi. Halı yastıklara iyice yaslanan ağalar, beyler hafiften kımıldandı. Kahvelerini alıp höpürdetmeye başladılar.
Paşa ve kahveden söz açılmışken şu fıkrayı da anlatmak gerekir:
Paşanın birinin bir kahvecisi varmış. Selamlıkta 5- 10 konuk olduğunda Paşa kahvecisini çağırır kahve söylermiş. Konukların kimi sâde, kimi az şekerli, kimi orta, kimi şekerli kahve söylermiş. Kahveci hepsine de başıyla “Peki!” işareti yaptıktan sonra kahveleri hazırlayıp getirirmiş. Paşa bu kahvecinin, bu kadar çeşit kahveyi nasıl aklında tuttuğuna şaşar dururmuş. Bir gün konukların olmadığı bir zaman kahvecisini çağırmış:
—Oğlum, demiş, bu kadar çeşit kahveyi nasıl aklında tutuyorsun?
Kahveci demiş ki:
—Paşam seninki orta şekerli değil mi?
—Evet…
—Gerisini boş ver…
Meğer kahveci herkese orta şekerli getirirmiş de, Paşaya saygı gereği kimsenin sesi çıkmazmış.

Hacı Ali ÖZTURAN

Varidât

VARİDAT
Şeyh Bedreddin

Bir gece bu ışıklı rüya beni de bağladı, kendimden geçtim; şaştım; ızdırap ve büyük haz duydum ve o esnada aşağıdaki beyti dile getirdim:
Ey nefs (göz) daima Allah'ın adını an ve kederden ölüver Yüce Allah'tan başka hiç kimseye ihtiyaç elini açma
O esnada etrafımda bir grup fakih öğrenci de vardı; durumumdan etkilenip, benim için korktular. Bu öğrenciler arasında Mısır'daki Barkukiye Medresesi müderrislerinden olan Mevlana Sey-feddin vardı. İlk başta Şeyhuniye müderrisi Mevlana Zâde'yi gördüm. Fakat ikinci defa baktığımda yerine yukarıda adı geçen Sey-feddin'i gördüm. Şunu bil ki, görünüşün değişmesi, yani bir kişinin görünüşünün başka kişinin görünüşüne geçmesi tek bir nesne gibidir. Bazan bir kişiyi başka bir kişi gibi görür. Bu da dileğini anlam olduğuna dair bir belirtidir ve o gruba uygun olup, özel kişiyle ilgili değildir. Görüntü de o kişiyle ilgili değil, başka biçimde uyarılmak için gösterilen ve birliğe delalet eden ayrı bir durumdur.
Allahuteâlâ buyurmuştur ki: "Adem'e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi." Buradaki isimler Allah'ın isimleridir. Allah'ın isimlerinin olgun görüntüsü, meleklerin değil, olgun in¬sanın belirtisidir. Bundan dolayıdır ki, bütün bu isimleri olgun insana öğretti ve onu bu adlarla şekillendirdi. Bu bir şereftir; taş gibi eşyayı belirten harfleri bilmek bir hüner değildir. Çünkü bunları bilmek kolay bir iştir ve gerek insanoğlu gerekse melekler arasında herhangi bir övünç kaynağı sayılmaz.
Gökler, yeryüzü, öğeler ve benzerlerine vekil kılman melekler, bunların içindeki Allah'ın iradesiyle ortaya çıkan güçlerdir. Onlar göz açıp kapayıncaya kadar süren kısacık süre içerisinde bile Allah'a itaat etmekten geri kalmazlar. Meleklerin başlangıçtan sonsuza kadar Allah'ın adını andıklarını Yüce Allah âyet-i kerimede şöyle belirtmiştir: "Onu hamd ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız." Şeytanlar ise, insanın kanı içinde akan ve nefsin hayvani şehvetlerini gösteren içindeki güçlerdir. Bu güçler insanı Allah ve şeriata karşı gelmeye sürükler. Allah'ın selamı üzerine olsun Peygamber hazretleri buna şu sözleri ile değinir: "Şeytan kanla birlikte dolaşıyor". Ey câhiller! Sizler Allah' in, Peygamberlerin ve velilerin söylediklerini anlamıyorsunuz. Akıllarınızın eksikliği, gönüllerinizin bulanıklığı, âhiretle ilgili gafletiniz ve aşırı derecede dünyaya bağlılığınız, sizi gerçeklerden uzaklaştırmıştır ve gerçeği öğrenmenizi engellemiştir. Fakat doğruluğunuz da yanlış yola sapmanız içinde yer almaktadır. Bundan dolayı şeriat düzenleyicisi de bunu size acıdığı için böyle tesbit etti. Çünkü sizin doğruluğunuz cehaletinizde yer almaktadır. Aynı zamanda kader meselesi hakkındaki en bilgiliniz, en cahilinizdir. Gözleriniz bunu görmemiştir, bunun sebebi Peygamber ve bütün velilerin bilmemesinden değil; onlar bunu güneş bildikleri gibi bilirler. Fakat akıllarınızın eksikliğinden dolayı, size ve aşağılık kimselere izah etmiyorlar. Sana gelince, eğer sen de içini temiz tutarsan belki söylediklerini anlayabilirsin.
Hidâyeti dileyen kişi büyük iyilik ve olgunluklarını küçük, ufacık suçlar, kusur ve zararlarını büyük görmelidir; yoksa ondan da ümit yoktur. Bilmelisin ki, kulun Kur'ân'daki dünya, yaşantı ve âhiret işleriyle ilgili konuları bilmesi gerekir ve böylece zamanını orantılı olarak dünya işleriyle âhiret işleri arasında ayarlamasını bilmelidir. Kur'ân otuz Cüzdür. Dünya işleriyle ilgili Cüz birden biraz da¬ha fazladır. Halbuki âhiret işlerine dair cüzler, geriye kalan yirmi dokuz cüzdür. Kur'ân'm bu şekilde düzenlenmesi, esasmda insanlara bir uyarıdır. Bu uyarı insanlara ve âlimlere dünya ve âhiret işlerine ne oranda süre ayırmalarını göstermektedir. Allah daha iyi bilir. Allah'tan gelen emirlerden biri de budur.

Şeyh Bedreddin