Merhaba

Merhaba !

Demokrasi havarileri nerede Mesih’iniz kurtarıcı düşüncelerle foyası meydana çıktı , ölenlerin ahı ,mazlumların feryatları arşu alaya ulaşmadı mı?
İnsanın kendinden soyutlandığı zamanları yaşıyor kadim değerlerin ihmalini hayatımızı çoraklaştırmakla ödüyoruz.
Bereket sevgi erdemin ülkesi, soluğunu esirgeme bizden. Kavi bir yüreğim var,belim pusatlı ,elimde Zülfikar ,dilimde haydarın duası ,önümde gökgözlü bozkurtlar ve karlı tanrı dağları.
Modernleşme adına ülkeme giydirilen deli gömleklerini çıkarmak istiyorum. Kitlesel çağdaşlık yalanlarına kulaklarınızı kayıp yağmur tıpırtılarına uyarlayın gönüllerinizi , vicdanınız ışığınız olsun , ağzınıza götürdüğünüz lokma da fakirin mazlumun ahı olmasın.
Seslerinizi ilahilerle süsleyin edelerim!
Var olma bahtiyarlığını ulu bir yemin gibi yüreklerinde yaşayanlar silkinin uyanın ve çalab’ın egemenliğinin başladığının muştularını etrafınıza yayın.


Ali Büyükçapar



Ali BÜYÜKÇAPAR'ın Kitapları

1-Malabadi - 33 Şiir
2-Necip Fazıl
3-Kitap Pusulası
4-Ulu Kapı Sırlı Yol
6-Kırk Hadis
7-Hafız Osman Sandal
8-İsmi Azam (Esmaül Hüsna)

Temin Adresi: P.K. 115
Kahramanmaraş

Biyoğrafi:Mehmet Emin Darendeli

Mehmet Emin Darendeli

Rilke’nin şu dizeleriyle başlamak gerekiyor uzun soluklu olan bu yazıya; “ yüksek sesle derdin: yaşamak, alçak bir sesle de: ölmek. Ve hep söylerdin yeniden: var olmak.”
Yaşadığımız dünya ile alakamız olduğu pek kesin bir gerçek iken bazen bu durum farklı algılanmaya başlar işte o zaman devreye giren “hikmet” in kendisi olur.
Gâvurlar buna trajedi diyorlar.
Max Scheler”trajik diye adlandırılabilen her şey, değer ve değer ilişkileri alanında olup biter” der. Trajik olan her zaman değerler, ya da değer karşılaşmalarıyla ilgilidir. Mekanik bir dünya da trajik olan ortaya çıkmaz. Yapıp ettikleri, davranışları zıt değerler gerçekleştiren kişilerin yaşadığı bir dünyada, doğru-eğri, soylu-bayağı, saf-kurnaz insanların yaşadığı bir dünyada trajediye rastlanabilir ancak.
Her gün karşılaştığımız olaylar ve durumlar, kausal şekilleriyle bize kapalı bir kutu gibi verilirken, bu olayları ver durumları anlama ve değerlendirmemizde, dolayısıyla bunlara karşı bağımsız bir tavır takınmamız da çok güçlük çekeriz; şaşırıp kalırız çoğu zaman.
Aynı şekilde, geçmişteki olayları ve durumları, insanları ve eserleri tek kelimeyle realiteyi yorumlama ve değerlendirmemiz bizi çok defa düşündürür, çıkmazlara sürükler. Gözlerimizi insafsızca eğitip keskinleştirmemişsek bu realiyete ön yargılara göre bakmak, hazır reçetelere sığınmak daha kolay gelir çoğumuza.
Aynı olayların ve durumların farklı bir şekilde yorumlanması, aynı insanların ve eserlerin başka türlü değerlendirilmesi sık sık rastladığımız bir olgudur. Oysa olaylar aynı olaylar, insanlarda aynı insanlardır; taşıdıkları mana, ifade ettikleri değerde aynı mana ve değerdir. Onların başka başka görülmesi, onlara bakanların yapı bütünlüğünün başkalığından ileri gelir.
Önde gitmek; insanların alışılagelmiş hareketlerine benzemeyen bir hareketi yapmak çoğunluğunun gücünü aşan bir işe girişmekle tabiata karşı işlenen HYBRİS’in ödenmesi, yüksek bir değerin yok olmasıyla ödenmesi gerektiğinden, böyle bir işe girişen kişinin trajik bir duruma düşmesi kaçınılmazdır.
Nietzsche bu durumu çok net bir ifadeyle şöyle anlatıyor:”aksiyon tabiata karşı bir suçtur.”
Kadim dünya değerlerine dönerek yolumuza devam edersek mezmurlara o’nun için kulak vermemiz gerekecek.
“ Ey tanrı, sensin benim tanrım, seni çok özlüyorum, canım sana susamış, kurak yorucu susuz bir diyarda, bütün varlığımla seni arıyorum. Kutsal yerde baktım sana, gücünü görkemini görmek için, senin sevgin yaşamdan iyidir, bu yüzden dudaklarım seni yücaltir, ömrümce sana övgüler sunacağım, senin adınla ellerimi kaldıracağım, zengin yiyeceklere doyarcasına doyacağım sana, şakıyan dudaklarla ağzım sana övgüler sunacak, yatağıma uzanınca seni anarım, gece boyunca derin derin seni düşünürüm, çünkü sen ban yardımcı oldun, kanatlarının gölgesinde sevincimi dile getiririm, canım sana sımsıkı sarılır, sağ elin bana destek olur.”
Hareket koordinatımızı böylece belirttikten sonra Mehmet Emin Darendeli için sözlerimize başlayabiliriz.
O ruhumun diğer parçası.
Dostlukta paylaşılması gereken bütün erdemleri o’nunla yaşadım gün oldu adını hatırıma getirmek bile beni sonsuz mutluluklara gark etti.
Şeyh galip diliyle söyleyecek olursak:
“Zat-ı şerifi âleme bir yadgar idi
Fakru fena vu aşk u hüner ber-karar idi
Her şeb misal-i şem benimle yanar idi
Saye gibi yanımda enis-i Nehar idi
Hakka tamam aşık idi yar-ı gar idi”
( yüce zatı âleme bir yadigârdı. Varlıktan geçiş, yokluğa eriş, aşk, hüner, hepsi de onda vardı. Her gece benimle mum gibi yanardı; gündüzde gölge gibi bana eş dost olurdu. Gerçekten tam bir âşıktı, en sıkıntılı demde, mağarada bile eşti dosttu.)
Sütçü imam lisesinin mezunlarından, okulda zirveyi yakalama başarısını gösterenlerdendi. Tabiatı, sevecenliğiyle öğretmenlerinin ilgisini çekmiş bazı değişik referanslarla hayat mecrasına başlamıştı.
Yol doğalmıydı buna verilecek cevabın bugün için bir anlamı yok!
Rahmetli Esat Çoşan’ın üzerine titrediği insanlardandı Emin. Kutlu Pir Emini sırlı yolda hakikatle bezemek istemiş bunun inceliklerini O’na mahrem vakitlerde anlatmıştı. Mehmet’in evi Esat Çoşan’ın misafir kaldığı mekânlardandı.
Ezelden ebede devam eden bu Kutlu Yol eğer sistemli yapısıyla kurum ve kuruluşlarıyla ortada olmuş olsaydı Emin o yolun insan güzellerinin ta başında gelir O’na büyük teveccühler gösterilirdi.
Maraş’ta bir vakit Vakıf Başkanlığı teklif edildiğinde benimle paylaştıklarını unutmadım.
Konya’nın ikliminin soğuk olması, kapalı havalar, yüzünü göstermeyen güneş bu ayaz bizim gibi Akdeniz çocuklarını yatağa düşürmek için bire birdi Emin bundanda nasibini aldı.
Konya’da çok beraberliğim oldu Emin’le. Hukuk Fakültesinde okuyor bulunduğu topluluklarda bireysel özellikleriyle hep öne çıkartılıyordu.
Amele pazarı yâda Muhacir Pazarı derler bir yerde derme çatma binalardan oluşan Hukuk Fakültesinde umduğunu bulup hayata atıldığında çok ender insanlarda var olan bir özelliğide ortaya çıkmıştı: GİRİŞİMCİLİK. Eminin yapıp ettiklerinde duyguları, aklı, sosyo kültürel birikimleri hep ön plana çıktı.
Hukuk öğrencileri arasında yaşayan bir Lider’di.
Genç yaşına bakmaksızın Konya’da bulunduğu yıllarda hep sorumluluklar aldı ve görevlerin üstesinden de başarıyla çıktı.
Arkadaşları oldu beraber yaşadığı kişiler HAKYOL vakfının güzide insanlarıydı. Konya da KÖŞK adı verilen mekânda içsel zenginliğini artırmak adına bin bir çilelere soyundu.
Mehmet’in yanında kibar arkadaşlar vardı okurken bunu gördüm. Türkiye’de insanların sosyal kategorilere ayrıldığını yaşayarak öğrendim başta hukuk olmak üzere bazı önemli üniversiteye gidenler ülkemizin elit kemsini oluşturuyor sözüm ona öğretmenlik hocalık gibi mesleklere girenlerse genellikle yatılı olmayan bozkır çocukları oluyor, onlarında hayatı ebbek şebbek fingila fos mevzularla gelip geçiyor.
Hukuk tahsili sosyal sınıf göstergesi olarak bu günde önemini koruyor.
Hukuk fakültesinin devam zorunluluğunun olmaması Emin’e Türkiye’nin her karış yerini gezme tanıma fırsatını verdi sıkça İstanbul’a giden Emin oraya gidip geldikçe “ Nasibi”ni biraz daha kavileştirdi ve pusatlandı.
Ah Konya! Ah Meram’ın karlı tepeleri o soğuk kış günlerinde Eminle beraber bata çıka yürüdüğümüz karlı yollar dile gelinde söyleyin hele o konuşmaları o dostlukları!
Mehmet Emin’i olgunlaştıran şeylerin başında reaksiyonlar zinciri ve onun bireysel yetenekleri ön plandadır. Hukuk tahsili ve olaylara yönetici, yönlendirici gözle bakması Emin’i bütün işlerin başında olmaya sevk etmiş o yaptığı işlerin hem motoru hemde direksiyonu olmuştur. Darendeli eğer ABD de yaşamış olsaydı girişimcilik faaliyetleri lisans düzeyinde araştırmalara konu olurdu.
1980 öncesi Türkiye’de ve dünyada olan olaylar son yüzyıllardan beklenmeyen alternatiflerle devreye girmiş, din düşüncesinin toplumsal projelere referans olması kitlelerde heyecanlara yol açmıştı. Ekonomi, sanat, siyaset, ülkü değerleri dinle buluşmuş Türkiye sanki “ can suyu” na kavuşmuşçasına devinime başlamıştı tabiî ki sonuçta binlerce genç anadolunun kara bağrına tül gibi sarılmış geride bıraktıkları eserler üzerinde yeni düşünceler üretilmişti işte Mehmet’i anlamak için bunları bilmek şart.
Mehmet iyi insanlarla yaşamak için hep çevresinde yer alan kişileri de kalkındırmak istedi ama onların vasıfsızlıkları çoğu zaman ayağına engel oldu. Türkiye de kitlesel başarı aslında başarısızlıkla eş manaya gelir çünkü çoğu insan cibilliyeti gereği iyi olmaya sağlıklı huzurlu ve mutlu yaşamaya layık değildir.
Makul hedeflerle bu gün yoluna devam eden Emin’in hayatı zenginleştirme çabaları, gerçek değeri zamanla kendini gösterecek, tecrübeleri bilgi birikimi hikmet ve cesaretiyle başkalarına umut verecektir.
Emin bilgisini artırmaya çalışıyor bunu da potansiyelini geliştirme adına yapıyor çünkü o biliyor ki yaşadığı dem sonsuz zaman aralığının kendisidir dün, bugün ve yarın aynı zamanda kesişmiştir.
Paris i gören bir Maraşlı
Hukuk bilgileri üzerinde yoğunlaştığın da muazzam bir güce sahip olduğunu anlayan Mehmet Emin’i günlük olguların sıradanlığı üzmekte an meselesi olan hakikat bazen ondan çok ötelere gitmektedir.
Merkezde Mehmet Emin olmalıdır bir başkasını diğerini odak noktasına getirmek için harcadığı enerjiyle yorulan Emin bir gün şöyle diyecektir.
Maksadın bey’u şira rıbhuhasret değile
Kerem’in beste –i ser-rişte-i illet değile
Bi-garez lutfun ümid etme kabahat değile
Müstaid kul yoğısa lütfuna istidadım
Sana güçtikmü var ey şah-ı kerem mutadım
(Maksadın alıp satmak , kar,ziyan etmek değil ya. Lütfunu garezsiz , ivasız karşılıksız ummak suç değilya. Lutfuna nail olmaya istidadım yoksa istidad sahibi et beni ; ey kerem ve ihsan etmeyi adet edinmiş padişahım, sana güçlükmü var.)

Milcan

Nefes

Nefes

tomurcuk gül kanarsa
sızım sızım sızlarsa
dertli bülbül ağlarsa
yayladan şah’a giderim

madem kimse okumaz
dert kapısı açılmaz
didem dolu yaş kesilmez
yayladan şah’a giderim

maralın boynu bükük
öksüzün kanadı kırık
yürek yaralı buruk
yayladan şah’a giderim

dağladı olunmaz yarayı
kerbela nın fidanları
şah ali nin durmaz avazı
yayaladan şah’a giderim

EJDER POLAT

Köroğlu Hikayesi

Hacı Ali ÖZTURAN

-Kim yaptı baba!
Diye haykırdı.
Deli Yusuf o denli ağır, o denli soğuk kanlı bir cevap verdi ki, Ali de şaşırdı, ötekiler de:
-Sonra anlatırım oğlum. Acele etme.
Ali, babasının başına gelenlerden dolayı çılgına dönmüş, kabına sığmaz olmuştu. Onbeş yaşın deliliğiyle yeniden kükredi:
-Kim yaptı baba, söyle bana! Eğer bunun acısını almazsam, yediğim ekmek haram olsun!
Deli Yusuf tâne tâne konuştu:
-Acele işe şeytan karışır. Her işin vakti saati var. Şimdi beni eve götür.
Ali babasının bu kararlı tutumu karşısında direnemedi. Babasını avludan içeriye aldı.
Deli Yusuf üstündeki tozları bile silkelemeden:
-Bir mahsere kazanı su kaynat! dedi.
Ali, babasının yıkanacağını, temizleneceğini sandı. Avluya mahsere kazanını çatıp içini suyla doldurdu. Altını yaktı. Yusuf ise atı ve tayları ahıra çekti. El yordamıyla onlara yem hazırladı, su verdi. Görmeyen gözleriyle dolaşırken kolunu, bacağını, kafasını duvara direğe çarpıyor; her çarpışında Lala Hüseyin Paşaya lânet okuyor ve sabırla dişlerini sıkıyordu.
-Su hazır baba. İyice kaynadı.
-İyi. İki kalıp sabun getir.
-Suyu hamamlığa taşıyayım mı?
-Niye?
-Orada yıkanmayacak mısın?
-Yok oğlum, yok. Ben yıkanmayacağım. Tayları yıkayacağım. Haydi, sabunları getir. Bir de kulplu tas getir.
Ali sabunları getirdi. Deli Yusuf kollarını sıvadı. Tayın birini tuttu.
-Dök bakalım.
Ali kulplu tasla su döküyor, Yusuf ise sıcak su taya zarar vermesin diye, elini suyun altına tutuyor, bir yandan da sabunla tayı yıkıyordu. Koca bir kalıp sabun erirken tay da üzerindeki katran, gübre, toprak, saman ne varsa hepsinden arınmıştı. Sonra bir havlu ile iyice kuruladı. Daha sonra öteki tayı alıp onu da bir kalıp sabun eriyinceye dek yıkadı.
-Tayların rengi belli oldu baba, dedi Ali. Biri al, biri doruymuş.
-Bu renklere aldanma oğlum, dedi Yusuf. Bir bebek doğduğunda gözünün rengi nasıl değişebilirse, bu tayların rengi de öyle değişebilir. Bu tayların anası süt beyazı. Babası da deniz aygırı. Bizim varımız yoğumuz bu taylar. Bu tayların üzerine bindiğimiz zaman öcümüzü alabiliriz. Şimdi duvarın şurasına yan yana iki sıra oyuk aç.
Ali, Deli Yusufun istediği gibi oyukları açtı. Sonra Aliyi çarşıya gönderdi:
-Git bana keçe al. Duvarda iğne ucu kadar bir delik kalmayıncaya dek her tarafı keçe ile kapatacaksın. Ahır kapısının iki yanına da keçeden birer kapı daha yapacaksın. Bu ahıra gün ışığı girmeyecek.
Ali babasının söylediklerini yaptı.
Deli Yusuf iyice yorulmuştu:
-Şimdi bana da iki tas su ısıt, ben de yıkanayım.
-Peki baba. Hamamlığa hazırlarım.
-Yok oğlum, yok. Bundan böyle benim yerim bu tayların yanıdır. Yatağımı yemeğimi buraya getir. Benim işim bu tayları yetiştirmek. Onun için sıcak suyu buraya getir. Şurada yıkanırım.
Deli Yusuf yıkandı. Yattı. Ertesi gün erkenden kalktı. Aliyi uyandırdı. Tayların bağlı olduğu duvarın dibini diz boyu eştirdi. Eşilen yere iki direk diktirdi. Direklerin ön yüzüne dörder parmak ara ile çiviler çaktırdı. Ali sordu:
-N’olacak baba bu çiviler?
-Oğlum, bu direklerdeki çivilere tayların yem torbalarını asacağım. Taylar o yüksekliğe alıştığında torbayı bir üstteki çiviye; ona alıştığında bir üstteki çiviye asacağım. Birkaç ay sonra bu taylar şaha kalkmış durumda yem yiyecekler. Sonra yem torbalarını birer çivi birer çivi aşağıya asacağım. Öyle bir zaman gelecek ki, torba yer seviyesinde olacak; daha sonra yemlerini şu açtığın hendeğin içine koyacağım, bu kez de taylar yemlerini ön ayaklarını bükerek yiyecekler. Bu şekilde birkaç kez yemlerini yukarıya aşağıya yer değiştirirsem bu taylar büyüdüklerinde en yüksek engellerden şahin gibi aşar, en küçük deliklerden kirpi gibi yumulup geçer. İşte bunun için yapıyorum bunları. Anladın mı?
-Anladım baba.
-Bizim varımız yoğumuz bu taylar. Umudumuz bu taylar. Sen doğmadan önce ben bu dağlarda çok gezdim. Dağları bilirim. Yiğit atın yoksa, hiç dağa çıkma. Otur nalbantlık yap. Yok günün birinde dağa çıkar da babamın öcünü alırım dersen, sana kırk yiğitten önce bu taylar gerek. Ben bu tayları yetiştireceğim, sen kendini yetiştireceksin. Benim anlattığım gibi eğitim yapacaksın. Senin işin yiğit olmak. Bileği kuvvetli olmayan, yanaşma olur, buyruk dinler. Senin işin yiğit olmak. Yiğitlik yürekle olur, bilekle olur, düzenle olur. Yalnız yürekli olan, gerçek yiğit olamaz. Yalnız bileği güçlü olan da gerçek yiğit olamaz. Yiğitlik için hem bilek, hem yürek gerek. Bir de düzen gerek. Düzen için akıl gerek, kurnazlık gerek. Yürekli olmayan kılıç çekemez. Çekse de kelle kesemez. Kılıcı elinde titrer durur. Yiğidin bileği pazusu sağlam olmazsa kavga edemez. Bir adamda yürek varsa; pazusu bileği sağlamsa, o yiğit olur. Ama akılsız yiğit baş olmaz, ayak olur. Bu dediğimin üçü de sende olmalı. Git benim kılıcımı al. O kılıç Kirman ustalarının yaptığı bir kılıçtır. Ona kancık katır sidiğinden su verilmiştir. (*) Sağlamdır, ne kırılır ne körelir. Bu Kirmânî kılıcı al. Ucuna elma büyüklüğünde bir demir bağla. Eğitimini onunla yap. Önce çok ağır gelecektir, aldırma. Kolların buna alıştığında, ucundaki demiri çıkardığın zaman, kılıç sana tüy gibi gelecektir. Külünge, gürze de böyle ağırlıklar bağla, öyle çalış. Haydi bakalım. Yılmak yok. Çocukluk yok. Öcümü almak istiyorsan, sabırlı olacaksın, çalışkan olacaksın, akıllı olacaksın, güçlü olacaksın.
Ali eğitimlere başladı. Zaman zaman yine de babasının sözlerinin dışına çıkıyor, sokaktaki çocuklarla oynuyor, güçlü kuvvetli bir çocuk olduğu için, öteki çocukları dövüyordu. Yine bir komşusu Aliyi şikâyete gelmişti. Deli Yusuf komşusundan özür diledi. Oğluna kızacağını, darılacağını, gerekirse döveceğini söyleyerek komşusunu gönderdi. Sonra Aliyi çağırıp kızdı. Ali kendini savundu:
-Baba onlar da benim kafamı yardılar…
Deli Yusuf yine tane tane konuştu.
-Yarmazsan yarmazlar…
……………………………………………………………………….
(*)Kancık katır sidiğinden su vermek: Bıçak, kılıç, hançer gibi kesici aletlere kancık katır sidiğinden su verildiğinde aletler keskinliklerini daha uzun zaman koruyabilmektedir. Bu kültürün metallürjik açılımı, nitrürasyon (azotlandırma) işlemidir. Metallere azotlu sıvılarla su verildiğinde birkaç mikron derinliğe dek yüzey kısmı aşırı bir sertlik kazanır. Eskiden dişi katırların arka ayaklarındaki nallar eskidiğinde bunlardan kılıç, kama, bıçak yapılırmış.

Ali giderek büyüyor, ele avuca sığmaz bir delikanlı oluyordu. Birgün babası helaya gittiğinde ahıra girdi. Sevmek için al tayı tutmaya çalışırken tay arkasını dönüp Aliye çifteyle vurunca devirdi. Ali delikanlılığın verdiği kızgınlıkla yerden bir taş alıp al taya vurunca öldürdü. Az sonra babası gelince sordu:
-Oğlum tayın biri hiç kımıldamıyor, niye? diye sordu.
-Beni tekmeledi, taşla vurup öldürdüm.
Deli Yusuf:
-Eyvah! dedi. Ne yaptın oğlum? Bizim umudumuz bu taylar demedim mi sana? Hiç olmazsa doru tayı elde tutalım. Bundan sonra ahıra girmeyeceksin. Bu ahıra benden başka hiç kimse girmeyecek.

KIRAT

Aradan iki yıldan fazla bir zaman geçti. Ali büyüdü, onsekizine bastı, yiğit oldu. Tay büyüdü, üç yaşına bastı, at oldu.
Günlerden birgün Deli Yusuf ahırdan seslendi:
-Aliii!
-Buyur baba.
-Şunun rengi ne?
Deli Yusuf kapıyı araladı. Taylardan ilk kopardığı tüylerden, son kopardığı tüylere doğru sırayla getirmeye başladı. Kolunu avluya uzattı. Elindeki bir tutam tüyü Aliye uzattı. Ali baktı:
-Doru ama çok kirli, dedi.
-Uzun mu?
-Uzun …
Deli Yusuf bir başka tutam tüy getirdi:
-Bu nasıl?
-Rengi biraz açılmış. Tüylerin boyu biraz kısalmış.
Deli Yusuf bir başka tutam tüy getirip sordu. Ali:
-Dorudan beyaza dönmüş, dedi. Tüylerin boyu daha da kısalmış.
Deli Yusuf bir tutam tüy daha getirip sordu:
-Bunlar nasıl?
-Daha da beyaz olmuş. Arada tekten tükten siyah tüyler de var. Tüyler iyice kısalmış.
Deli Yusuf bir avuç tüy daha getirdi:
-Bunlar nasıl?
-Süt gibi bembeyaz olmuş. Aralarında çok az siyah tüyler var. Tüyler de iyice kısalmış.
-Tüyleri parlıyor mu?
-Yıldır yıldır yanıyor baba.
Atımız şimdi bu renkte oğlum. Böyle ata beyaz at demezler, kırat derler. Bundan sonra bunun adı Kırat olsun. Bakımlı atın tüyleri kısa olur, parlak olur. Oğlum demek ki bizim atımız hazır. Şimdi sıra bizde. Gel bakalım.
Ali ahıra girdi. Gözleri karanlığa alışıp Kıratı görünce sevinçten iki basıp bir sıçramaya başladı. Üzerine binmek için sabırsızlanıyordu.
Kırat Aliyi hiç görmediği için, huysuzlanmış, kişnemeye başlamıştı. Durumu anlayan Deli Yusuf, elindeki bastonunu saz misâli aldı.
Görelim Kırata ne söyledi:

(Devam Edecek)

Varidât

Şeyh Bedreddin

Allah daha iyi bilir, sıradan kişilerin ibdeti bir alışkanlıktır; henüz yolun başlangıcında olanların ibadeti ise, bir korku ve temennidir; yolunu ortasındakilerin ise, yüce makamlara ve kerametlere erişmektir. Yolun sonuna varmış olanlara gelince, onlarınki şeriatın sınırlarını korumaktır. Allah’a varmak için sarfedilen çaba ve çalışmalarla ona yönelmenin sonu yoktur. Zira Allah’a dair bilgilerin ve Allah yolunda yürümenin sonu gelmez ve o yolda yürümenin de sonu yoktur. Daha önce söylenenler Allah yolundaki çaba ve uğraşılara dair değildi. O söylenenler sadece bazı ibadetler ve lüzumsuz işler için geçerlidir. Sırf Allah’a yönelmek, zihin açıldığı ve düşünmeyi gerektirir. İnsanlar Allah’ı tam anlamıyla bilselerdi, ona sadece sayılı kişiler ibadet etmezdi. Fakat Allah gönüllerini mühürledi, onlar da kendi istek ve tahayyüllerine göre nesnelere ibadet ettiler. Aslında gerçek bu değildir; fakat bunda bir hikmet vardır ve böyle olması gerekir. Savm-i visül (hiç iftar etmeden birkaç gün oruç tutmak) mekruh değildir; yasaklanması ise, haram olmasından ileri gelmemiştir; fakat bu yasaklama bir yumuşatma ve koruma içindir. Bu yasak lehimizedir, aleyhimize değildir. Böylece yasak, haram değil; ama insanları korumayı amaçlamaktadır. Fıkıh usulünde de belirtildiği gibi, bu oruç tutulabilir ve bırakilabilir. Zorlama yoktur. Allah buyurmuştur ki, “İçinizden adalet sahibi kişileri şahit gösterin. Fakat bununla kesin bir emir yoktur; sadece korumak ve şefkat anlamını taşır. Şahit göstermeyen kişi ne suç işlemiş sayılır, ne de Allah’ın emrine karşı gelmiş olarak gösterilir. Savm-i visül da böyledir; tutan kişi için mekruh sayılmaz. Müslim, Enes ibn Malik’ten aktardığı hadis-i şerifte de bu hususu belirtilir. Allah’ın selamı ona olsun Peygamber’e, bazı Müslümanların İbn Malik gibi Ramazan bittiği halde oruçlarma devam ettikleri haberi gelmiş; o da, bunun üzerine “Ramazan uzasaydı da, iftar etmeyip oruçlarım uzatan kişiler bundan vazgeçseydiler; diye buyurmuştur. Bu da fazla orucun haram veya mekruh olmadığını gösterir. Zira eğer böyle bir durum olsaydı, Peygamber bunu yasaklardı ve hoş karşılamazdı. Peygamberin yasaklamayışı, bu orucun tutulabileceğini gösterir. Kendisinde bu orucu tutabilecek güç bulan kişi tutabilir ve sevap elde eder. Nitekim Hazret-i Ebu Bekr’in altı gün, Abdullah bin Ez-Zübeyr’in yedi gün, geçmişteki salih kişilerin kimisi üç, kimisi yirmi beş ve kimisi de kırk gün iftar etmeden oruç tuttukları söylenmiştir. Kırk gün aralıksız oruç tutanlar için, melekut aleminden bir güç onlara görünür ve bazı ilahi sinan keşfeden demişler.
İnsan şayet Hazret-i Peygamber’i rüyasında görürse, kendi ruhunu peygamber görüntüsüne bürünmüş olarak görüyor demektir. Bu olay, o sırada rüya gören insanın peygamberle bir ilgisi olduğundan gerçekleşir. Bu durum rüyada kişinin gördüğü insan ve diğer nesneler için de geçerlidir. İnsanın gördüğü rüya, belli bir durumu veya gördüğü kendisine ait bir olayı ortaya çıkarabilir. Arifle arif olmayan kişi arasındaki farklardan biri şudur; Arif olan Allah’tan sonra görür, arif olmayan ise, Allah’tan önce görür. Aslında ilk görüş Allah’a aittir.
Kıyametin gerçeğinde insanla hayvan arasında hiç bir fark yoktur. Bir gece sırtımı dayamışken, ruhumun içimde coştuğunu gördüm ve ondan, yanan bir odundan çıkan alevin sesi gibi bir ses duydum. Ayrıca karşımda ala yakın beyaz bir renk gördüm. Kendime geldiğimde, yanımdaki ocakta odunun tıpkı gördüğüm gibi yandığını, alev saldığını ve rüyamda gördüğüm şekilde ses çıkardığını farkettim. Şunu anladım ki, meydana gelen olay içimdekinin aynısıdır ve gönlümün varlık birliğinin etkisiyle tahakkuk ettiğini anladım. Böylece o benim; ben de, o olmuşum; sesi sesim, sesim de onun sesi ve coşkularım onun coşkusu, onun da coşkuları benim coşkum halini almıştır. Gördüğüm renk de, alevin rengi imiş. Hazret-i Ebu Bekr Es-Sıddık, “Hiç bir şey görmedim ki, onda Allah’ı görmeyeyim’, demiştir. Diğer bir deyişle gönlünde ve nefsinin içindeki her görüntünün Allah’ın görüntüsü olduğu ve herşeyden önce nefsini gördüğünü belirtir. Böylece herşeyden önce Allah’ı gördüğünü belirtmesi doğrudur. Zira Allah onun görüşü ve bütün gücü olmuştur ve söylenenler haktır. Hazret-i Osman (R.A.) “Ben bir nesneyi gördüğümde, ondan sonra muhakkak Allah’ı görürüm,” demiştir. Birgün ikindiye yakın evimde oturuyordum; güneş de yoktu, birdenbire aklıma ikindi ezanı okunacak ve onu duyacağım fikri aklıma geldi. Daha sonra bu düşünce birkaç kez aklımdan yine geçti ve gönlüme yerleşti. Bunun gerçekleşeceğini anladım ve o anda ben daha bunu düşünürken, ezanın sesini duydum. Gaybı (bilinmeyeni) ancak Allah bilir. Bazı anlarda hızlı (güçlü) yürüyüş yapmak içime doğar, yürüyorum gibi gelir bana ve bu durumu hem dokunma hem de işitme duyumla öğrenmeye çalışırım. Sadece işitmeyle yetinmem.