Merhaba

Merhaba

Kış geldi
Maraş daha bir ıssız sokaklar tenha,üşüyor,dalgın yalnız ve kimsesiz kuytularda dolaşıp duruyoruz.Düne göre hayatımız iyi Demokrasi aşısı Türk toplumunda tutacak başka çare yok.
Karlı Tanrı dağlarında gökyüzlü bozkurtların haykırışları duyuluyor.Roma’nın meydanına üç hilal dikip gülbank çekmedikten sonra yaşamın sırları bize açılmayacak.
Kızıl elma ülküsü harlı bir yol elimizde kancık katır sidiğinden suyu verilmiş Zülfikar dilimizde Haydar’ın adı olduktan sonra ne gam!

ALİ BÜYÜKÇAPAR

ASAF HALET ÇELEBİ

ASAF HALET ÇELEBİ

(1907-1958)

Cumhuriyet devrinin psikolojik konular üzerindeki şiirleriyle tanınmış simalarından olan Asaf Halet Çelebi, hayal, masal ve rüya unsurlarını şiirde çok fazla kullanan bir şairimizdir. Şiirlerinde dıştan ziyade içe dönük görüş ve davranış şekillerini yansıtan şair, ilk bakışta çok farklı bir ruh yapısı içinde görülür Bu farklılık, onun şiiriyle aşinalık nisbetinde ünsiyete dönüşür.
“Asaf Halet, yeniliği gariplikte görmeyen ve Sanatta eskimeyen şeye talib olan ve bu tavrını bütün eserlerinde özellikle de şiirlerinde ortaya koyan bir şairdir. Yaşadığı hayatı ve dünyayı mistik temayüllerle ifade ederken İslam kültürünün süzgecinden geçiriyor ve tasavvufun kaynaklarından edindiği ihsaslara da şiirinde önemli yer veriyordu. Bu anlamda onun dile getirdiği hayret ve doğurduğu şaşkınlık, geçici ve bir çeşit suni tuhaflık değil, varlık ve yaratılış hikmetimize bağlı, büyük velilerin bakışında ifadeye kavuşan hayret ve şaşkınlıktır.”
Om Mani Padme Hum adlı şiir kitabının arka kapağındaki şu ifadeler Asaf Halet Çelebi’nin kişiliğini ve sanat anlayışını yansıtması bakımından çok manidardır: “1940larda Türk şiiri büyük bir atılım içindeyken, köklü bir değişmenin kavgası verilirken, şaşırtıcı davranışları, şiirlerinin Doğu kültürüne dayalı ama gerçek üstü görünümüyle, edebiyat dünyasının ilgiyle izlenen şairleri arasında yer alıyordu. Doludizgin Batı’ya yönelinen bir dönemde “Doğulu’ bir yenilikçi olabilmenin sırrına ermiştir.”

l. SAF ŞİİR

Musıkide notanın, resimde boyanın, mimaride taşın hammadde olduğunu belirten Asaf Halet, şiirin hammaddesinin de kelime olduğunu şöyle ifade ediyor:
‘Alim nasıl bu görünen, maddeden ibaret sandığı kainatın açılabilen sırlarını izaha çalışıyorsa, sanatkar da kendi zaviyesinden ideal bir kainatın izahını yapmak sevdasındadır. Bu ideal inşada: bestekarın kullandığı iptidai madde nota; ressamın boya; mimarın taş olduğu gibi şiirin iptidai maddesi de kelimedir”
Genel anlamda şiire ve şiirdeki güzelliğe kelimeleri tertip etmekle ulaşılabileceğini savunan şair, şiire bir inşa olayı olarak bakmaktadır. Gerçek şiirin yapısında kelimeler yeni anlam kazanır ve asıl şiiri oluşturan bu mana diyarı, şiir için çok önemlidir. ‘Kelimede ses unsurunu ve medlulünü seçebiliyoruz. Bu medlul ya düşünce, ahlak, keder, aşk vesaire gibi mücerred bir mefhumdur veyahut kuş, mehtap, saki, kiremit gibi maddi bir varlıktır. Şiir; bir tarafdan bu ses unsurlarının yani ahengin, diğer tarafdan da mana denilen mücerred elemanların ve tasavvuru mümkün olan medlüllerin, yani hayallerin bir araya gelmesinden hasıl olan bir şeydir.”
Saf şiiri bir bütünlük içinde kabul eden ve şiirde kelime kelime mana aramanın gereksiz olduğunu belirten Asaf Halet, şiiri parçalanamayan bir bütün olarak ele almaktadır: “Saf şiir parçalanamayan bir tek kelime halinde olunca ona ne bir şey ilave edebilmeğe, ne de ondan bir şey eksiltmeğe imkan olamaz. Şiirde bazı kelimelerin manalarını aramak da bence lüzumsuzdur. Çünkü şiir kelimelerin bir araya gelmesinden hasıl olan büyük bir kelimeden başka bir şey değildir, Bir tek kelime hecelere ayrıldığı zaman nasıl heceler başlı başına bir mana ifade etmezse şiirde de teker teker kelimelerin manalarıyla uğraşmak beyhudedir. Şiirde gazete havadisini andıran bir mısra da bulunabilir. Fakat şiiri bütün olarak mütala etmeyenler bu parçayı tek başına alıp ondan şiiriyet özelliği beklerse çıkmaza saplanmış olurlar. Bugünkü saf şiir küçük kristallerden ziyade büyük bir mücevher halinde ışıklanmaktadır.”

II.ŞIIRDE VIJZUI-l

Anlamak kişiden kişiye değişir. Şiir anlaşılmak için yazılmadığı halde bazı insanlar şiirden birşeyler anlamak ister, halbuki şiirde mana aramak abestir:
“Anlamak izafi bir mefhumdur. Bir gazete havadisini bir riyaziyye meselesini, bir insanın hislerini anlamak büsbütün başka şeylerdir. Ammenin dilinde anlamak ve anlatılmak (hülasa edilebilmek) kelimesiyle müteradifdir. Böyle bir anlayış elbette gazete havadisi için kafi gelir. Olaya aynı şekilde bakan bir yarı münevverin okuduğu bir şiir, anlatılmaya yani hülasa edilmeye müsaid değilse, o yarı münevver şiirin şekline, daha doğrusu en sathi kısmına sarılmak mecburiyetinde kalır.”
Şiirde, manadan ziyade his ve heyecan halinin hakim olması gerektiğine inanan şair, bu konuda şunları söylemektedir: “Eski şiire aşina olan birisi Nefi’yi kafiyeleri zengin olduğu için veya Fuzuli’nin bir şiirini tasavvuf ilmine uygun bulduğundan veya bir kelime oyunu yaptığından tebrik edecektir, “anladım” dediği zaman sanatkarı değil cambazı anlamıştır. Şiir ise cambazlığı afaroz ettiği için yarı münevverin ondan bir heyecan duymasına lüzum kalmaz.”
Asaf Halef, şiirin olay ve tasvir yazısından çok uzak olduğunu, şiirin bir duyuş halinden başka kışırlar taşımadığını belirtir: “İnsan hadiseleri süzerek ve kalabalık taraflarını atarak alır. Ancak dışarıdan aldığı intibaları yoğuran, çizerek, şekillendirerek, pişirerek ortaya güzel bir şey çıkaran sanatkarın eseri sanat eseri olabilir. O halde şiirde bu intibaın dışında kalan kısımlarına da lüzum yoktur.”
Şair, şiirin sırlı dünyasına ulaşmak için tasavvur melekesini işletmeyi ve şiirin kendine has olan duyuşu sezmeyi şart koşar: “Şuuraltındaki birikintiler şairin şuurlu müdahalesiyle ve zekanın idaresiyle şekle bürünür ve şahsiyetin kalite ve kıymetine göre sanat kıymeti taşır. Şiir bazı nadir ruh anlarımızdır ve şiir bu anların tespiti demektir. İşte şiirin sathında kalmayıp asıl kıymeti yapan gizli mantığa iki yolla ulaşılır:
a) Her mısraı gazete okur gibi değil, fakat tasavvur ederek okumak.
b)Mukayese etmek, şiirin kendisine has olan ruh haletine girmek mana ve hayaller arasındaki müşterek ifadeyi sezmek.”
Şiirin anlaşılmasında okuyucunun kültür seviyesinin ve şiire olan yakınlığının önemli olduğunu belirten şair, bu konuda en küçük ayrıntıların bile okuyucuya birşeyler verebileceği kanaatindedir: “Şiirin anlaşılması en ufak hayallerin düşünülmesine bağlıdır. Yine aynı mana, şairin kudretine bağlı olduğu kadar okuyucusunun da ruh imkanlarına,irfanına ve hüsn-i niyetine bağlı bir keyfiyettir.”

III.ŞURDE ŞEKİL:

Şiirdeki şeklin şiirdeki umumi havayı vermesi gerektiğini belirten şair “Her şiirin şekli, sedalarının arabeski o şiirin vermek istediği umumi havayı en mükemmel şekilde temin edecek olandır.
Asaf Halet, vezin ve kafiyeyi kudretsiz şairlerin teselli aracı olarak görür.”Vezin ve kafiye her şiir için yeni bir şekil meydana getirme kudretini kendinde göremeyenlerin tesellisidir. Muhtevanın bu kadar çoğaldığı bugünkü şiiri basma kalıp tek şekil tatmin edemez.”
Şiirde şeklin, şairin hizmetinde olması gerektiğini savunan şair, sanatçının şeklin dar kalıplarına sıkışıp kalmasına karşıdır. ‘Şekiller bizleri içlerine alıp dar mahbeslerine sokacaklarına, bizim bu şekilleri istediğimiz gibi yoğurmamız ve şiirin muhitine uygun bir halde icad etmemiz elbette daha muvafık hareket olur
Şiirde harici güzelliğe de önem veren Asaf Halet, her şiirin kendine has bir kompozisyonu olacağını ifade eder: “Şiirde şekil denince sadece ses ahengi değil, şiirin kompozisyonu da anlaşılmalıdır. Ses arabeskleri cihetinden oldukça çeşitlilik ve zenginlik arzeden bir şiir bazan kompozisyon bakımından çok ilkel (iptidai) ve şematik kalabilir.”
Asaf Halet, serbest şiirin sanıldığı gibi nizamsızlık olmadığını, bilakis kendine has bazı ölçüleri olduğunu belirtir. “Serbest nazım da isminin işaret ettiği gibi nizamsızlık değildir. Ancak kendine has muayyen şekillerle kayıt altına alınmıştır. Vezin ve kafiye kati surette lüzumlu değildir. Bugün, muayyen harici şekillerden kurtulan şiir, hissin her tahavvülüne yeni bir nüansla iştirak edebilen bir nazma muhtaçtır. Bunun için de hece ve aruz kalıplarına bağlanmadan, hece sayıları ve hecelerin uzunluk ve kısalığından mümkün olduğu kadar yararlanılmalıdır. Bunu yaparken içi musiki dolu kelimeler seçilmelidir.”

IV.ŞiiRDE RİTİM:

Asaf Halet Çelebi, şiirde ritmi imaleler ve kendi ifadesiyle “formüller” dediği kelime ve kelime gruplarıyla yakalamaya çalişır.
A.İmaleler: Şiirde imalelerin belli bir kalıba uymak için değil ahengi yakalamak için kullanılabilineceğini teklif eden şair kendi şiirlerinde bu yolu takip etmiştir. “Ritimleri belirtmek için bazı kelimelerde imaleler yapmışımdır. Fakat buradaki imalelere bir kalıba uymak için değil şiirin ahenk mantığında zaruri görüldükleri için ihtiyaç his solunmuştur: Ferhd, İbrahim Koyan kim, Selim-i salis, Süz-i dilara, Mara, Bahtiyar.”
B.Formüller: Asaf Halet, ritim için kendi ifadesiyle “Formüller” dediği, farklı kültürleri yansıtan kelime ve kelime gruplarını kullanmıştır. O, bu kelime ve kelime gruplarından anlamdan çok ses yönüyle faydalanmıştır. Bu formüllerin manaları şiirin diğer taraflarında vuzuha kavuşturulmuştur. “Ben de bazı sada arabesklerini manalarımdan tecrid edip teşhir ediyorum. Nerede kaldı ki bir atmosfer vücuda getirmelerine rağmen manasız da değildirler. Ben bu formülleri yarı münevverleri şaşırtmak için şiirlerime sokmuş değilim ancak bir hava vermek için kullandığım muhakkaktır:

Halakassemavat-i vel-ard (Sema’i Mevlana)
Om mani Padme hum (Siddharta)
Ammon ra’ Hotep veya tafnit (Mısr-ı Kadim)
Evloimeni i Vasiliyya tu patros (Kilise)

C Musiki Dozu: Şiire en yakın sanatın musiki olduğunu kabul eden A. Halet bu konuda şunları söylemektedir. ‘Şiir bütün varlığını musikiye borçlu olmamakla beraber komşu sanatlar arasında bünyesine en uygun olanın yine musiki olduğuna inanmaktayım. İşi çıkmaza sokan musikinin şiirde aldığı yerdir. Şiiri vezin ve kafiyeden azat ettikten sora tamamıyla musikiden kurtulduğunu zannetmek hatadır. Çünkü vezinsiz ve kafiyesiz kelimelerle musiki yapılabilir. Önemli olan dozunu ayarlamaktır”

V. AHENK UNSURLARI:

A. Tekrarlar: A. Halet tekrarlamaların yerinde olmak şartıyla ahenk unsurlarından birini teşkil edeceğini belirtir. Eski edebiyatta şiire hamle, hareket ve dinamizm katan tekrarlar, onun şiirinde durgunluk, tembellik ve salıntı vermek için kullanılmıştır. “Kelimelerin son hecelerin aynı sesi vermesi tamim edilmiş kafiye olması, yani tekrarı demek olur (Tekrir) eski edebiyatta çok kullanılan bir edebi sanattı. Fakat eskiler bunu şiire hamle, hareket, dinamizm vermek için kullanırlardı. Hâlbuki ben bilakis durgunluk, tembellik ve salıntı vermek için ihtiyar ediyorum.
Renkler güneşter çıktılar
Renkler güneşe girdiler
Renkler güneşsiz öldüler
Ne renksizlik (Mansur)

Uyanık yollar yürüyorum
Uykuda yollar yürüyorum
Uykuda insanlar görüyorum
Niçin gördüğümü bilmiyorum (Uyanıklık)

B. Aliterasyonlar: Bir mısradaki bir çok hecelerin benzeşmelerini aliterasyon diye tarif eden A. Halet, ahenk unsuru olarak bunu çok kullanır. “Alliteration’lar, birbirine benzeyen iki hece demek olan assonance (yaram kafiye) mefhumunu daha genişletir ve bir mısradaki birçok hecelerin benzeşmeleri haline sokarsak buna alliteration denir. Ben bu alliteration’ları fazla kullandığımı zannediyorum.
Üsküdar’da üsküpüler dokusa gerek kumrular (Cami odalar)(kü,ku)sesleri
Kilimimde namaz kılmaya gelen ayaklar (nedircik Yavruları)(m)sesleri
Meryem anaya mum yakıyorum(kilise)(m,y)’ler dua sesleri
Bir vardım
Bir yoktum
Ben doğdum
Uyudum
Büyüdüm
Annem sustu
Babam küstü(Nurusiyah)
(eda bakımından benzeşmeler)”

VI.MÜCERRET ŞİİR:
Mücerret şiirin varlığını iki unsura bağlayan A.Halet bunları şu şekilde izah eder.
A.Müşahhas Malzeme: şiirde müşahhas malzeme mücerred hayallere yol açar. A.Halet müşahhas malzemenin mücerred alemler meydana getirmek için kullanabileceğini söyler. Sanatkarı taklit eden değil hayatı yeni baştan inşa eden, kendi bünyesine göre yoğuran, mücerred bir alem meydana getiren bir mucid olarak görür. “Mücerred şiir, mücerred mefhumlu kelimelerden mümkün mertebe soyunmuş olan ve toplu bir halde mücerred bir mana anlatan ve bize o ihsası veren ruh anının ifadesini taşıyan şiirdir.”
“ Hayatta bize mücerred fikri veren aslında müşahhas olan şeylerdir.Yani esasen harici alem,müşahhas şeylerden mürekkep olduğu halde bizim kafamızda bir takım mücerred hayaller vücuda getirebilmiştir. Bu mefhumun kafamızda doğabilmesi için sayısız defalar gözlerimizin önünden geçip gitmesi lazım gelmiştir. Bir çok tekrarlardan sonradır ki mücerred ortaya çıkabilmiştir. Muayyen hadiselere göre de tesir ve kıymetlerini değiştirirler.”
“Müşahhas kelimelerin arkasında arzu ettiğimiz hayali canlandırdığımıza kani olabilirsel veya mücerred mefhumlu kelimeyi müşahhas bir hale sokabilirsek bu hal şiir mantığına pekala uygun gelebilir. Mesela Nur-i siyah şiirinde:
“Sebepsiz hüzün hocamdı
Loş odalar mektebinde
Harem ağaları lalaydı
Kara sevdama”
Burada hüznün mualim şekline girmesi ve kara sevdanın harem ağlarından lalası olan bir çocuk olması bu mefhumları gözümüzde canlandırmamıza imkan vermektedir.
B.Teşbih Lüzumsuzluğu: şiirde teşbihi lüzumsuz gören A.H.Çelebi varlıkları olduğu gibi değerlendirmeyi esas alır ve eşyayı vasıta olarak görür. Kavramları ve eşyayı olduğu şekliyle vermeye bunları benzetmeler yaparak ifade etmeye gerek yoktur. Eskilerin ele aldıkları nesneden ziyade onun etrafındakileri teşbih etmekle meşkul olup asıl insanın benliğine inemedikleri görüşünü ortaya atan şair bugünün insanının böyle şeylere iltifat etmediğini söyler. Esasen bugünün adamı her şeyi başka bir şeye benzetmek deliliğinden de usanmış ve bıkmıştır. Lisanlar kelimeler, mütemadiyen kısalıyor. Uzun sözler artık canımızı sıkıyor
Bir şeyin adını süslediğimiz zaman onu hata ve tahayyül edilmeyecek kadar gabi insanlar varsa biz bunlara laf anlatmak için mi şiir yazıyoruz? Şuurumuzu boş yere yormaktan başka bir şeye yaranmayan teşbih ve istiareler artık bizi yoruyor ve zevk de veremiyor .

VII.ŞİİRDE RUH ANI:

A Halete göre her şiirde şairin o andaki hakim olan ruhu sezilir.Yani şairin şahsiyetini yapan şuuraltındakiler bütün şiirlerinde hissedilir. Bununla beraber bir şairin her şiirini birbirinden ayıran özellik şiirin tesbit edildiği andaki ruh haletinin farklı ifadesinden kaynaklanır “Şairin asıl sanatı ruh anlarını ifade etmek hususundaki kabiliyetidir. Herhangi bir şiirin mevzuu bir hikaye, bir itiraf değil, fakat şuuraltının, muayyen bir ruh haletinin yeniden keşfi demektir.
A.Halet, şiirde ruh anlarını oluşturan mana elemanlarını şu şekilde sınıflandırır:
A.Çocukluk: Çocukluk yıllarındaki eşyaya bakış ve eşyayla bütünleşme insanın şuuraltına yerleşir. Bunlar ileriki yaşlarda içinden çıkılamayan mevzularda malzeme olarak kullanılır:
Kilimim de namaz kılmaya gelen ayaklar
ve en küçük parmakları
beni görmeden üstüme hasarlar
şaşarım beni işleyene
Veya içinden çıkılamayan ölüm karşısında şuuraltı, insanı çocukluk yıllarındaki masal diyarına götürür:
bana aynada bir suret göründü
benden başkası
bilmem memleket-i Çinden midir
ya maçinden mi
sordum kimsin diye
bir kahkaha atıp
ben Çin padişahının kızı
çoktandır aşıkınım
dedi.
ancak bir gün
hayalin gibi seni de
bu aynanın içine alıp
kaybolacağım. (Ayna)
B.Buluğ İnsiyakları: Çocukluk sonrasında buluğ insiyakları denilen arzu ve ihsaslar doğar Bu dönemde şuuraltında çoğu kere acı bir yakarış, bir keşmekeş ve emniyetsizlik ifadesi vardır:
seni bir kere tanıdıktan sonra
yaşamak acısını da tanıdım
bu acıyı beraber tadalım
mara (Mara)
C.Ruh Haletleri: Bazen ruh haletleri şuuraltına galebe eder, ruh haletine göre şiirler yazılabilir:
uykuda insanlar görüyorum
niçin gördüğümü bilemiyorum
D.Sırf İntiba Şiirleri: intiba
intibaın içinde gizlenir:
Üsküdar da
üsküpüler dokusa gerek
kumrular
camları parıldıyor
Üsküdarın evlerinin
akşam üstleri
camlı odalarda
ne olsa gerek İstanbul’a bakıp da
beni görmeyen çocuklar
camlı odalardan,.. (Camlı Odalar)

VllI.ŞİİRDE MİSTİKLİK:

A.Halet, mistikliği, var olmak şuurunu eriterek, ruhun bedenden sıyrılarak zaman ve mekanın ötesine geçmesidir diye tarif eder. Nirvana’ya ulaşmak için muhitini unutan şair, önce kendini kaybeder, sonra zaman mefhumunun ötesine geçer ve daha sonra ruh anının hakim olduğu bir zeminde mücerred formüllere ulaşır. Muhitini unutmak:
“acaba ot gibi yerden mi bittim” (Mısır-ı Kadim) Kendini kaybetmek:
“ben başka yerdeyim” (Cüneyd)
“bahçe oluyorum
insanlığımdan çıkarak” (Mısır-ı Kadim)
Zaman mefhumunun ötesine geçmek:
“zamanı nasıl unutmaktayım’ (Mısır-ı Kadim)
“zaman nedir unutarak” (Trilobit)
Eşya ile bütünleşip bir ruh olmak:
“zaman nedir unutarak açıp ağzımı bütün denizleri içtim” (Trilobit)
KAYNAKLAR
ÇELEBİ, Asaf Halet, 1954-A, Saf Şiir. İstanbul, 9:15-16, İSTANBUL.
ÇELEBİ, Asaf Halet, 1954-B. Şiirde Vuzuh. İstanbul, 10:18-19, İSTANBUL
ÇELEBİ, Asaf Halet, 1954-C. Şiirde Şekil. İstanbul, 11:20-22, İSTANBUL.
ÇELEBİ, Asaf Halet, 1954-D. Mücerred Şiir. İstanbul, 12:19-20. ISTANBUL.
ÇELEBİ, Asaf Halet, 1954-E. Şiirde Ruh Anı. İstanbul, 13:25-27, İSTANBUL.
ÇELEBİ, Asaf Halet, 1954-F. Şiirlerimde Mistisizm Temayülü. İstanbul, 14:24-25,
İSTANBUL.
MİYASOĞLU, Mustafa, 1994. Asaf Halet Çelebi.
(Uyanıklık) şiirleri sesle yapılan bir resimdir.

Hurşit AKBAŞ
Akademi Çerçeve Dergisi

İrşad:Hasan Basri Tapdık Baba

TA’BİRAT

Talib zuhuratında kelb ve ayı görse tabiatında gazab ve hiddetin kendisine galib olduğuna işaretdir. Maymun görse kendini beğenmek ve şerirlikdir, ve gıybet galebesine delildir. Arslan ve kaplan kibirlidir. Kurd haseddir. Karınca hırsdır. Fare buhuldür (hasislik). Tilki hile ve mekr ve tezvirdir, tavşan gafletdir. Sığır benlikdir. Kendini beğenip kimsenin sözünü dinlememekdir ve çok yemeğe dahi işaretdir. Deve kendine hücüm eder görürse kine delalet eder. Eğer durduğunda kendisine muti olursa aşka ve muhabbete dalaletdir. Zira devede itaat ve muhabbet vardır. Çekirge, keçi, eşekarısı havatır-ı şeytaniye ve fesadiyedir. Hınzır şehvet-i ferciyedir ve muhabbet-i dünyadır. Katır dahi şehvet-i ferciyedir. Kedi şehvet-i batn, çok kediler görürse evham ve hayalatın galebesine işaretdir. Kurbağa, yeşilkertenkele şu sıfata işaretdir ki halk ondan nefret eder.
Müşrik ve münafık görmek nefsin kemal-i tuğyanına işaretdir. Kendini çjrkin görürse hubb-i dünyadır. Necaset dahi süret-i dünya. Talib esbabının ve a’zasının kirlenmiş olduğunu görürse meyl-i dünyadır. Ahü görmek sıfat-ı nefisdir. “Deniz canavarları” görmek zahiri ni’metlerin süretidir. Bilmediği kuşlar görürse sıfat-ı melikedir. At sineği de haseddir. Yırtıcı kuşlar görmek, şeriati hor görmekdir. Horoz, bülbül, güvercin ve bunlar gibi sedası olan kuşlar sıfat-ı rüh-i insanidir. Suda yüzen kuşlar sıfat-ı ilimdir. Yarasa görse inaddır. Örümcek görmek maskaralıkdır. Kendini pazara varır görse, tabiatın hükmünü icra ediyor demekdir. Eğer çıplak, ağaçsız, meyvesiz bir dağda kendini görse, Hakdan gafil olduğuna işaretdir. Kendini ma’betde görse, halvetde ise, kimse yoksa cem’ iyet-i havatırdır. Anasmı görse kendi nefsine işaretdir. Baykuş sıfatı, alem nazarında iyi, Hak nazarında müra’i manasınadır. Baba kabilesi de öyledir. Eğer salik kendini yalın ayak yahud esvabi çalınmış ve yahud kendisine mahsus giydiği şeylerden bir şey noksan görürse yolunda tehlike vardır. Güzel elbiseleri giyinmek tahsil-i ilmi zilhirdir. Cübbe ve gömlek ve elbise kendi vücudundan kinayedir. Alet-i cariha görmek tabanca ve kılıç gibi nefis ile mucahede ettiğine delaletdir. Yalnız kılıç görmek doğruluğa delalet eder. Kıymetli taşları görmek elmas, pırlanta gibi bidayetde dünyadır, nihayetde ilm-i ledünnidir. Pişmiş et ve yemek gıda-yı rüha işaretdir. Süt görmek fitrat-ı asliye-i imaniyedir. Şarab ve sair meşrubat bidayetde cezbe, nihayetde ahval-ı şerifedir. Fıstık, ceviz, badem kabuğundan ayrı olduğu halde terakkiye, kabuğu olursa ulum-i resmiyedir. Bunların yağı görülürse esrar-ı marifetdir. Çiçekler görmek maksüde yaklaşmağa delaletdir. Gül suyu ve gül yağı görmek esrar-ı mariftır. Tarla ve çemenzar ve akar sular taravet-i iman ve ihsana, amel-i salihaya işaretdir.
Fi beyan-ı Makam-ı Kalb
Gökleri ve yıldızlan görmek, envarın kalbe sirayet etdiğine işaretdir. Mesacid ve bilad ki ma’ mur ve müzeyyen ola, tasfiye-i kalbe işaretdir. Havuzlar, pınarlar, denizler, vasi’ sahralar, dağlar, akar sular, huri, gılman, cennet-i melaike ve kandil çerağlar cümlesi makam-ı kalbe işaretdir. Deniz üzerinde kendini yürür görürse ve yahud havalarda uçar görse nür-i zikrin kuvvetine işaretdir. Hamama girip tathir-ı beden etmek sıfat-ı kalbe işaretdir. Eğer kendi hanesini süpürür görürse kendi kalbini tathir ettiğine delildir. Eğer görse bir gemiye binmiş denizde gider, şeriata binmiş tarikatta seyr ettiğine işareıdir. Dehliz ve kuyular kendi vücüdundan kinayedir. Salah ve fesdla tabir olunur. Ulemayı görmek, meşayıhi görmek kuvvet-i akiledir. Asker, hizmetkarlar ki kendisine muti olduğu halde görürse nefsin kemal-i derece zebün olduğuna işaretdir. Güzel süretli kadınların kendisine hizmet ettiğini görürse nefsin tabiatına işaretdir. Bu dairede Tevhid-i efal kemal bulur.
Şeyhin dervişde hakkı: Emrine imtisal, Hakkın ta’zim, snrını ketm(gizlemek)
Dervişin şeyhde hakkı: Başlangıcda, tarike kabul, nihayetde tebliğ ve hıfz
Şart-ı tarikat beştir.
1 .Uluvv-i himet
2.Hüsn-i hizmet
3.Tasavvur-i ma’rifet
4.Hifz-ı hörmet
5.Ta’zim-i nasihat

Hasan Basri Tapdık Baba

Okunacak Kitap

OKUNACAK KİTAP



Üç bin yıldır mekan tutulan Maraş’ın saklı güzelliklerine vakıf olabilmek için çokça çaba göstermek gerekiyor.
İsmi bile dile geldiğinde yürekleri titreten Maraş’ın dünden bu güne hangi aşamalardan geçip bu güne geldiği ehline malumken artık bu bilgileri her insan okuyabilecek.
Maraş’ta olup bitenlerle ilgilenmek Türkiye gerçeğini ortaya çıkartacak düzeydedir.
Devlet olmak sırrı!
Alman Genel Kurmay Başkanı da Maraş’ta gelenlerden hitapta Helmuth Von Moltke’nin anıları şöyle başlıyor; “Dün yüksek dağlar üzerinden çok çetin bir yolculuk yaptık.Kar ve yağmur yağıyordu akşamüzeri geniş,muhteşem Maraş ovasına indiğimiz zaman sahne değişti söğütlerin ilk yaprakları sürüyor,özlü bir yeşil içlerinden gümüşten iki nehrin kıvrıla kıvrıla aktığı saatlerce genişlikteki tarlalar ve çayırları kaplıyor…”devamı kitapta.
Emeği geçenleri kutluyorum.

MİLCAN

Merhaba

Merhaba

Güz Mevsimindeyiz
Kış kapıda, Maraş’ta havalar soğumaya başladı.
Ahırdağ’ı puslu sarı tona boyanmış zirvelerine düşecek karı bekliyor.
Bertiz kabarcığı enfes, Mahrabaşı hetifleri gayet leziz, alıçlar göz alıcı, Hacı Hamza armudu harika, Şor derseniz kallavi. Maraş’ta söz tırahali söylenir Allahın saftirik kılları o laflara inanır alır başını ötelere gider.
Ne var he konuşsak!
Ülkemiz var,milletimiz,dinimiz,ülkümüz,Kızılelma’mız, alınterimiz her geçen daha iyi yaşadığımız Maraşımız var.
Demokratiklik mi o bir külfet!
Türk milletinin demokrasi hayali.
Atlantisin varlığına benziyor kim söyleyecekte biz inanacağız.
Peki gerçekten demokrasi şart mı?
Rovsseav adlı Gavur: “Tam bir demokrasi hiçbir zaman olmamıştır ve olmayacaktır” derken ne demek istemiştir? Başka bir gavur olan P.Jaks Mesuliyet ve Kültür adlı kitabında şöyle söylüyor: “demokrasi vatandaşlara haklarını vererek başlar ,onları bırakır .Vatandaşlar bu inkişafa Muaffak olamazlarsa o zaman demokrasinin sonu felakettir.
Sözü verende ziyade alan derler Maraş’ta.
Cumhuriyet,yönetimi onun niteliği felsefesi gibi mevzular bizlerin elinde doksan dokuzluk tesbih çekelim görelim ne olur ne biter.
Kış geldi gelecek!
Gök gözlü Bozkurtlar karlı Tanrı dağlarında özgürlük sayhaları yüreklerimizi dağlıyor bize görevimizi hatırlatıyor.
Türk Milletinin ülküsü Roma’nın göbeğini üç hilali dikmek onun gölgesinde gülbank çekip Hu nidalarıyla Maverayı titretmek olmalıdır.
Çelik irade, pısırık yürekleri toplayıp ateşten cehennemlere atacak bize de Zülfikarı taşımak onuru yetecektir.

DÜNYA YUVARLAKTIR

DÜNYA YUVARLAKTIR

Yapacak işi olmayan, evli de olmayan, artık çocukları ve bir işi de olmayan bir adam bütün vaktini bildiği herşeyi bir kez daha düşünmekle geçiriyordu.
Bir isminin olması onu mutlu etmeye yeterli değildi. Bu isme niçin ve nereden sahip Olduğunu bilmek istiyordu. İşte bu nedenle eski kitapları ismini buluncaya kadar karıştırdı. Sonra bildiği herşeyi bir araya topladı, bizim bildiğimizin aynısını biliyordu. Dişlerin temizlenmesi gerektiğini biliyordu. Boğa- ların kırmızı renge saldırdıklarını ve İspanya’da torero denilen boğa güreşçilerinin Olduğunu biliyordu.
Ayın dünya etrafında döndüğünü ve ayın yüzü olmadığını, o (görülen) şeylerin göz ve burun değil, krater ve dağlar Olduğunu biliyordu.
Nefesli sazlar, yaylı sazlar ve vurgulu sazlar olduğunu biliyordu.
Mektuplara pul yapıştırılması, arabaların sağdan sürülmesi, yaya kaldırımlarının kullanılması, hayvanlara eziyet edilmemesi gerektiğini biliyordu. Selamlamak için elin uzatıldığını, selamlama sırasında şapkanın çıkarılacağını biliyordu. Şapkasının keçeden yapıldığını, tüylerinin devetüyü olduğunu, bir hörgüçlü develer olduğunu, bir hörgüçlülere dromedare denildiğini develerin sahrada yaşadığını ve sahrada kum olduğunu biliyordu.
Bu şeyleri okumuştu, bunlar ona anlatılmıştı ve bunları sinemada görmüştü.
Biliyordu ki sahrada kum vardı. Gerçi kendisi orada hiç bulunmamıştı, fakat bunu kitaplardan okumuştu ve Kolombo, dünyanın yuvarlak olduğuna inandığı için Amerika’yı keşfetti, bunu da biliyordu.
Dünya yuvarlaktır, bunu o biliyordu.
Bu bilindiğinden beri dünya bir küre şeklindedir ve daima aynı yönde gidilecek olursa başlanılan yere geri dönülür.
Ne var ki dünyanın yuvarlak olduğu görülmez, bu yüzden insanlar uzun süre buna inanmak istemediler, çünkü ona bakıldığında düz olarak görülür veya inişli yokuşludur. Üzerine ağaçlar dikilmiş ve evler inşa edilmiştir ve hiçbir yerde yuvarlaklaşmaz ve yuvarlaklaşabileceği yer yani denizde ise deniz bir çizgiyle son bulur, denizin ve yerin nasıl büküldüğü görülmez. Güneş sabahları sanki denizin içinden çıkıp yükseliyor ve akşamları denizin içine batıyormuş gibi görünür. Fakat biz bunun böyle olmadığını biliyoruz, çünkü güneş yerinde kalıyor ve yalnız dünya, evet yuvarlak dünya, her gün bir kere olmak üzere, dönüşünü tamamlıyor. Bunu hepimiz biliyoruz ve adam bunu da biliyordu. Adam, daima aynı doğrultuda gidilirse, günler, haftalar, aylar ve yıllardan sonra aynı yere geri gelineceğini biliyordu; şimdi masasından kalksa ve gitse, daha sonra karşı taraftan tekrar masasına geri dönerdi. Bu böyledir ve bilinen bir şeydir.
Adam «biliyorum, daima aynı yönde gitsem, bu masaya geri dönerim» dedi. «Bunu biliyorum, fakat buna inanmıyorum ve bunun için denemem gerek» diye ilave etti.
Yapacak hiçbir işi olmayan adam «dosdoğru gideceğim» diye bağırdı, zira yapacak işi olmayan kişi pekMa dosdoğru gidebilir
Fakat en basit görünen şeyler en güç şeylerdir. Belki adam bunu biliyordu, fakat hiçbir şey belli etmedi ve bir küre satın
Aldı. Bunun üzerinde bir yerden başlayıp yine aynı yere dönerek yuvarlak bir çizgi çizdi. Sonra masadan kalktı, evinin önüne çıktı, gitmek istediği yöne dikkatle baktı ve orada başka bir ev gördü. Yolu tam bu evin üzerinden geçiyordu ve evin etrafından dolaşmaması gerekiyordu, aksi halde bu sırada yönünü kaybedebilirdi. Bu nedenle yolculuk hemen başlayamadı. Masasına döndü, bir sayfa kâğıt aldı ve «büyük bir merdivene ihtiyacım var» diye yazdı. Sonra, evin arkasında ormanın başladığını düşündü, tam yolunun ortasında birkaç ağaç vardı. Bunlara tırmanmak mecburiyetindeydi, bunun için pusulasının üzerine şunları yazdı. «Bir halata ve ayaklarım için tırmanma demirine ihtiyacım var».
İnsan tırmanırken yaralanabilir.
«Bir ecza çantasına ihtiyacım var» diye adam yazdı. «Bir yağmurluğa, dağ ayakkabılarına ve yürüyüş ayakkabılarına, çizmelere ve kışlık ve yazlık elbiselere ihtiyacım var. Merdiven, ip, tırmanma çengelleri, ecza çantası, dağ ayakkabıları, yürüyüş ayakkabıları, kışlık elbiseler, yazlık elbiseler için bir arabaya ihtiyacım var».
Doğrusu şimdi herşeye sahipti; fakat ormanın arkasında nehir vardı, gerçi üzerinden bir köprü geçiyordu, fakat bu köprü kendi yolunun üzerinde değildi. «Bir gemiye ihtiyacım var ve gemi için bir arabaya ve her iki araba için ikinci bir gemiye ve ikinci gemi için üçüncü bir arabaya ihtiyacım var» diye yazdı. Fakat adam yalnız bir araba çekebildiğinden diğer arabaları çekebilecek daha iki adama ihtiyacı vardı ve bu iki adamın da ayakkabı ve elbiselere ve bunlar için bir arabaya ve bu arabayı çekecek birisine ihtiyacı vardı.
Bir kere herşeyden önce arabaların evin üzerinden öbür tarafa geçirilmesi gerekiyordu; bunun için bir vince ve vinci süren bir adama ve vinç için bir gemiye gemi için bir arabaya ve vinci taşıyan geminin yüklendiği arabayı çeken bir adama
İhtiyacı vardı ve bu adamın elbiseleri için bir arabaya ve bu arabayı çeken birisine ihtiyacı vardı.
«Şimdi nihayet herşeye sahibim, şimdi yolculuk başlayabilir» diye söyledi ve bir vinci olduğu için artık merdivene, ipe ve demir tırmanma çengellerine ihtiyacı olmayışına sevindi.
Daha az şeye ihtiyacı vardı: Sadece bir ecza çantasına, bir yağmurluğa, dağ ayakkabılarına, yürüyüş ayakkabılarına, çizme ve elbiselere, bir arabaya, bir gemiye, gemi için bir arabaya ve arabalar için bir gemiye ve arabaları olan gemi için bir arabaya, iki adama ve adamların elbiseleri için bir arabaya ve arabayı çeken bir adama, bir vince ve vinç için bir adama ve vinç için bir gemiye ve gemi için bir arabaya ve gemili arabayı vinçle çeken bir adama ve bu adamın elbiseleri için bir arabaya ve bu arabayı çeken bir adama ihtiyacı vardı. Adam kendi elbiselerini de ve hatta vinç sürücüsünün elbiselerini de bu arabaya koyabilirdi; çünkü adam yanına mümkün olduğu kadar az araba almak istiyordu.
Şimdi, sadece vinci evlerin üzerinden çekecek ikinci, yani daha büyük bir vince, bunun için vinç sürücüsüne ve bir vinç gemisine ve bir vinç gemi arabasına ve bir vinç gemisi arabasını çeken adama, bir vinç gemisini, arabasını çeken adamın elbiseleri için ve bir vinç gemisi arabasını çeken adamın elbiselerini taşıyan arabayı çeken adama ihtiyacı vardı, bu adam kendi elbiselerini de ve vinç sürücüsünün elbiselerini de, çok fazla arabaya gerek olmasın diye aynı arabaya yükleyebilirdi. 0 halde iki vince, sekiz araba, dört gemi ve dokuz adama ihtiyacı vardı.
İlk gemiye küçük vinç yüklenecekti. İkinci gemiye büyük vinç, üçüncü gemiye birinci ve ikinci araba, dördüncü gemiye üçüncü ve dördüncü araba gelecekti. Buna göre beşinci ve altıncı araba için bir gemiye daha ve yedinci ve sekizinci arabalar için bir gemiye daha ihtiyaç vardı.

Ve iki araba, bu gemiler için.
Ve bir gemi bu arabalar için.
Ve bir araba bu gemi için.
Ve üç araba çeken adam.
Ve bir araba, çekenlerin elbiseleri için.
Ve bir araba çekenin elbiselerinin arabası için.
Ve sonra elbise arabası üzerinde ancak bir arabanın durabileceği bir arabaya yüklenebilir.
Adam ikinci büyük vinç için daha büyük bir üçüncüye, üçüncü için bir dördüncüye, bir beşinciye, bir altıncıya ihtiyacı olduğunu hiç düşünmedi. Gemileri dağların üzerinden geçirmek gerekiyordu. Çünkü dağdan sonra bir göl geliyor ve gemileri taşıyan adamlara, adamları gölden geçiren gemilere ve bu gemileri taşıyan adamlara ve adamların elbiselerini taşımak için arabalara ve yine bu adamların elbiselerini taşıyan arabalar için gemilere ihtiyacı vardı.
Ve şimdi ikinci bir yaprak kâğıda ihtiyacı vardı.
Bunun üzerine sayıları yazdı. Bir cep eczanesinin fiyatı 7 Frank 20 Rappen, bir yağmurluk 52 Frank, dağ ayakkabıları 74 Frank, yürüyüş ayakkabıları 43 Frank yapar, çizme ve elbiselere de para lazım.
Bir araba bu saydıklarından daha pahalı, bir gemi çok para ediyor ve bir vincin fiyatı bir evinkinden fazla ve vinci çekecek geminin çok büyük olması gerek ve büyük gemiler küçüklerden daha pahalı ve büyük bir gemiyi alacak bir arabanın çok, ama çok büyük bir araba olması gerek ve çok büyük arabalar çok pahalı idi. Ve adamlar kendi mesleklerinden para kazanmak istiyorlardı onları aramak gerekti ve bulmak da çok güçtü.
Bütün bunlar adamı kederlendirdi, çünkü bu arada 80 yaşına geldi ve ölümünden önce geri dönmek isterse acele

Etmesi gerekiyordu. 0 zaman yine de büyük bir merdivenden başka bir şey satın almadı, merdiveni omzuna yükledi ve yavaş yavaş yola çıktı. Diğer eve gitti, merdiveni dayadı, sağ- 1am durup durmadığını kontrol etti ve sonra yavaş yavaş merdivenden çıkmaya başladı. Ancak o zaman bu seyahat işini ciddi. diye aldığını anladım ve arkasından bağırdım. «Durun geri geliniz, bu saçma bir şey». Fakat artık beni işitmedi, çoktan çatıya çıkmıştı ve merdiveni yukarı çekiyordu, bin bir zahmetle çatı nın tepesine sürükledi öbür taraftan aşağı sarkıttı. Bin bir güçlükle çatının tepesine çıkıp kayboluncaya kadar bir kere bile arkasına bakmadı. Ondan sonra onu hiç görmedim. Bu olay 10 sene evvel oldu ve o vakitler 80 yaşında idi.
Şimdi 90 yaşında olmalıydı. Gerçeği kavradı ve daha Çin’e varmadan yolculuğundan vazgeçti... Belki de ölmüştür.
Fakat bazen evinin önünden geçerim ve batıya doğru bakarım, şayet günün birinde yorgun ve yavaş yavaş, fakat gülümseyerek ormandan çıksa ve bana doğru gelse: «Şimdi inanıyorum, dünya yuvarlaktır» dese çok sevinirdim.

İrşad:Hasan Basri Tapdık Baba

İRŞAD

Şeriatde ibadet emri gösterilir. Tarikatde sırr-ı ibadet gösterilir. Cami cennet pazarlığı mahalli, meydan Cemalullah pazarlığı mahallidir. Camide, taştan mihrab vardır, meydanda, nürdan elest vardır. Camide imam ve müezzin var, meydanda mürşid ve rehber var. Camide Fatiha okunarak el yüze sürülür, meydanda Fatiha görülerek yüz yüze sürülür. Camide, selamla namazdan çıkılır, meydanda Hü Dost ile tevhidde kalınır. Ehl-i Cami “li-ya’budün” halindedir, ehİ-i meydan “li-ya’rifün” sırrındadır. Camide cehennemden korkularak cennet istirham olunur, meydanda her ikisinden azade olarak rıza ve cemalüllah aranır. Camide teveccüh ile kıble var, meydanda mukabil bil-kıble vardır.
Ehl-i vahdet indinde vücüd-i ademiyeden eşref bir şey yokdur. Eğer olsaydı, Ademinin rücüu ona olurdu. Efrad-ı mevcüdatdan cemi-i mahlükat seyr ve seferdedir. Ta ki kendi hakikatlerine erişinceye kadar.Kendi hakikatini bilip ahılak-ı hamide ile mütehallık olup, İnsan-ı Kamil oldukdan sonra devre karışmaz ve daima süret-i insaniyede haşr olur. Şeriat ve tarikat icadına sebep ahlak-ı hasenedir. Mesela bir veli ile bir fasıkın beyninde hilkatce ahlak-ı haseneden gayri hiçbir fark yokdur. Eğer bu fasık, bu şaki ahlak-ı zemimesini, ahlak-i hamideye tebdil etmiş olsaydı o dahi anın gibi veli olurdu.
Ey aşık!...Çok kimseler vardır ki, kendi zatını bilir. Amma ahlak-i hamide tahsil edemediğinden nakısdır. Ve nice kimseler dahi vardır ki ahlak-ı hasene tahsil etmiş amma kendini bilmemişdir. Yani nereden gelüp ve nereye gideceğinden gafildir. Bu dahi nakısdır. “İnsan-ı kamil” zatını bilip ve ahlak-ı hasene ile mütehallik olmakdır. Evlerimizi türlü türlü ziynetlerle tezyin ettiğimiz halde ruhlarımızı eşedd-i ihtiyac ile muhtac oldukları hüsn-i ahlak ve hakkaniyet gibi ziynetlerden mahrüm bırakırız. Aceba hanelerimiz canlarımızdan daha kıymetli midir? Cesedin sebatı gıda ile rühun sebfitı ise hüsn-i ahlak iledir. Cismi esir eden şehvet, rühu esir eden sü-i ahlakdır.
Malum olaki besmele-i şerifde üç isim vardır. Biri ism-i cemaldir ki “Allah” ism-i zatdır. Ve bir ism-i kemaldir ki “Er- rahman” ism-i sifatdır. Ve bir ism-i cemaldir ki “er-Rahim” ism-i ef’aldir. Bundan malüm olduki besmele ism-i zat, sıfat ve ef’al ile alem-i vücüda gelerek mevcüd oldu. Zat ve sifat ve ef’al olmayınca bir şey vücüda gelmez. Ef’al, sıfat mazharıdır ve sıfat, zat mazharıdır.
Ey aşık-ı dünya ve ahiret, berhudar olmak istersen bil ve agah olki, gönül bir şehristan gibidir. Ol şehirde iki padişah vardır. Her biri kendi işine hakimdir. Bunlardan hangisi galib olsa hüküm onundur. O iki padişahrn birisi “akhndır”. Biri dahi “tabiatındır”. Tab’atın bir adı da “şeytandır”. Akl Cemale mazhardır. Tabi’at Celale mazhardır, adı “nefs-i emmaredir” ve “şeytandır”. Eğer, iklim-i vücüdda Celal icra-yı ahkam ederse ki sıfaları bunlardır, tama’, hırs, cehi, kibir, kin, ucb, buhl, hased, gazab, adavet, gıybet, hezl, kizb, inkar, gaflet. Bu sıfatlarla muttasıf olanlar behaimden ma’düd ve hayvandan aşağıdır.Sıfat-ı Cemale mazhar olan zevatın libas-i fahri İlm, hilm, tevazu, sabr, sehavet, şefkat, ıkrar, tevekkül, huzur-i kalb, hürmet ve sıdk, mürüvvet ve kerem, aşk-ı İlahi ve gerçeklikdir. Bunlar daima iklim-i vücüdda daimi muharebededirler. Gözün aç. Fena huylarını iyi huylara tebdil et. Ebedi uyku gelmeden kalini hal eyle vesselam.
İşbu derdin bulmak istersen dermanını
Mürşide var tuta gör damanını.

Hasan Basri Tapdık Baba

OKUNACAK KİTAP


OKUNACAK KİTAP



Maraş kitaplarından biride Aşık Mustafa Zülkadiroğlu’na ait.
1927–1994 yılları arasında yaşayan Mustafa Zülkadiroğlu Aşık geleneğinin temsilcilerinden.
Memurdur, Çete Bayramlarında sunucudur,
İlk kitabını 1964 ‘de çıkartır.1967 yılında Bomboş adlı kitabı yayınlar. TRT temsilciliğini de yapan Zülkadiroğlu duyarlı yanıyla Maraş’ta yaşamanın zorluklarını dile getirir.
Kitabın içindekiler bölümüne baktığımızda şu başlıkları görüyoruz; Maraş ve dolayları, asker mektupları, bomboş, dergi ve gazetelerden.
Kitabın şu dizeleri yazarak bu kitabı okumanızı hatırlatıyorum.
“Dermanım kalmadı artık yoruldum
Ceyhan köprüsünde ismen soruldum
Üngütü geçince birden duruldum
Tabire muhtaçtır düşü Maraşın”

Merhaba

MERHABA

Eylül’ü ne kadar ihmal ettik. Ramazan’dı Oruç’tu bayram’dı dedik ah Eylül bu mevsim senin hakkın veremedik, af dilerim senden ey gizemli ay.
Ekim’le sizleri selamlıyorum.
Maraş’ta havalar soğudu sıcaklık 20 santigratta. Gök yüzünde öbek, öbek beyaz bulutlar ara sıra geçip giden göçmen kuşlarının avazların duyuyorum çevremdeki insanlara o sesleri soruyorum “ Hangi sesler” diye bana cevap veriyorlar.
Ah ki Ah
“Zahid o mehveş bir nurdur kim
Büttür demezsin iman edersin
Madam uçarsın gözlerde amma
Ruyun perives pinhan edersin
Tabl-ı tehiden gümdür su hanler
Bi-hude galip Efkan edersin”
Yolumuzun piri Şeyh Galip olmasaydı ne yapardım! Demokrasinin karşılığı için hangi bedelleri vereceğiz.
Türklük sevdamızın karşılığı ülkü değerimizdir.
Gök gözlü bozkurtların sayhalarında karlıtanrı dağlarından Kızıl Elma’ya ulaşacağız. Roma’nın putperes meydanlarında tevhit sedalarıyla üç hilali dalgalandırıp Kürşatların, Blade’lerin ruhlarını şad eyleyeceğiz.
Ötüken diyarının meltemleri dünyanın dört bir yanına yayılacak bunda Maraş türkülerinin ülküleri yüreklerde muştu olacaktır.
Zülfikar elimizden Haydarın duası dilimizden üç hilalin gölgesi üstümüzden eksik olmasın Çalabım.
Yolunuz çılgın cehennemlerden geçsin dostlarım!

Nefes

NEFES

İmam Ali’dir can içinde
Şah Hüseyin’im onun yolunda
Hasan Zeynel Abidin’le
Bakır salar aleme avazı

Caferi Sadık tuta alemi
Musa Kazımın al sancağı
İmam Rıza Hak’kın nefesi
Taki oldu pirin otağı

İmam Nakiye can feda
Askeriye göründü hüda
Gelecek Mehti bu çağa
Hidayetle olur sefa

Kara donlu Beytullah’a
Aşkı dokur sırrı hüda
Kalem divit okka yaza
Ehli beyt oldu ehli aba

Muhammet akşam güneşi
Sırlarla açıldı gök kapısı
Şah Ali onun divanesi
Medet pirlerin ankası.

Ejder Polat

SERKAN TARİFÇİ



SERKAN TARİFÇİ

Güzel bir insan. Işıltılarıyla ufuklar ötesini saran gözlerini gördüm. Delişmen arzularına gem vuran duygularının gök kuşaklarından Mavera’ya yol bulan ezel ebet sevdalısı.
Hz. Mevlana’nın diliyle şöyle demişti yıllar önce Maraş’ta: “ Kusuruma bakmayın benim, dostlar, bağışlayın beni. Ben davullara, bayraklara aldırmayan bir padişahın yoluna düşmüşüm. Deli divane olmuşum. Çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben, çok uzaklardan geçen bir hayal gibi. Ama yokta sayılmam hani, var olan bir şeyim ben.”
Aslen Konyalı. Muhacir pazarına yakın bir yerde mukim dedesi. Tarifçi soy adının onlarla bir ilgisi var.
Ailesini Havzandan tanıdım.
Battı çıktının hemen ötesinde meram yeni yoldaki evlerinde misafir oldum kahvelerini içtim.
Serkan Tarifçi.
İstanbul sevdasında yaşama ülküsünü Polatlarından bir dost. Konya’dan İstanbul’a varıp o kentin büyüsünde kendini bulan bunun içinde gayretler gösteren Fatih.
İstanbul’da “Fizik” okudu.
Kütle ile ağırlık arasındaki nüansı bilir. Üçgenin iç açılılarının derecelerinden haberdar, suyun kaldırma gücüne aşina, ateşin kavurucuculuğuna hayran, E = m.c2’nin sırlarına vakıf.
Maraş’a geldi.
Mercimek tepede bulunan Kahramankent kolejini ilk öğretmenlerinden. Fizik okuttu orada, Maraş’ı yaşamanın Fizik bilgisini öğretmekten daha çok önemli olduğunu anladığında dostluk eşiğimizde hazır ve nazır idi.
O gün Serkan’a şunları dedim:
“Bu ne güzel koku böyle
Bu ne güzel koku
Gül bahçesinden yoksa gelen omu?
Bu ne güzel koku böyle
Bu ne güzel koku.
O pazardan tezcicik yoksa o mu geliyor
Yoksa güzelimiz gerimi geliyor ne?
Bu nasıl yüz böyle
Bu nasıl ışık
Bu nasıl ay beyle, bu nasıl güneş
Mağaradan mı çıktı, dağdan mı iniyor
O yalnızlığın, o dost?
Boş yere arama şarap testisini sen
Koklama onun ibriğini sen boş yere
Şu meyhaneciden mi geliyor sandım onu
Dostum, onu sen kendin girip belleme
Yolda o yapa yalnızsa ne olur
Başında sarık yoksa ne çıkar
Ne bundan güneşe leke olur
Ne ayın gösterişine zarar olur
Bu gece uyuma dostum, uyuma
Bir kolayına getir onu bul
Sarhoşlar meclisine hep böyle
Geceleyin gelir o
Bu gece uyuma dostum, uyuma
Biz duvarda asılı duran resimleriz
Bizi yapan ressamın varlık şavkı
Duvarın üzerine bir vurdu mu
Bakarsın o anda canlanıvermiş, kımıldamışız
Onun Selvi boyu bir göründü mü
Bakarsın dünya güllük gülistanlık.
Kalktı bir salındı, kendini bir gösterdi mi
Bakarsın kıymet koptu gitti
Bakarsın calınus gibi
Hastalar ülkesindedir o
Bakarsın hayret yurdunda
Dolaşır hastalar gibi
Sustum artık ben,
Sustum artık.
Böyle başladı arkadaşlık, geldi Maraş’ı dolaştık, dilimizde İstanbul oldu, Acemlide yürüdük Laleli dedik, Yahudi mahallesinde adımladık, Vezneciler dedik, çocukbahçesine vardık Sultan Ahmet dedik dahası Serkan’la hep İstanbul konuştuk İstanbul masalına dalıp esenliklere gark olduk.
O Maraş’ı sevdi, Ahır Dağına baktı, Musa gibi Turu Sina da ki ilhamlara nazar etti, çayını yudumladı ve derken İstanbul onu tekrar çağırdı.
Maraş’tan ayrılırken beraberliğimizin sırrını sordu O’na şunları dedim: “Kaplana silahsız saldıranı, nehri kayıksız geçmeye çalışanı ve ölmekten yana hiçbir endişe duymayanı yanıma almam. Benimle beraber gelecek kişi, sorumluluğu anlayan ve hazırladığı planları seve seve yerine getirebilen kişidir.”
Yirmi yıl geride kaldı.
Nice insan suretinde yaşayanlarla birlikte yürüdüm yüzlerine baktığımda hiçlik gördüm. Benim görmek istediğim kişiler kutsal insanlar değildir. Görmek istediklerim büyük ve üstün insanlardır. İşte istediğim budur. İyi insanlar, benim görmek istediğim kişiler değildir. ilgi duyduğum kişiler ölümsüzlüğü kazanmış insanlardır! İşte istediğim budur.
Serkan’ bunları gördüm.
Günler geçtikçe Serkan neleri kazandığını anladım, aylar ilerledikçe neyi kazandığını unutmadı ve öğrenmeyi gerçekten sevdi. Ecnebiler onun bu yaptıklarına Felsefe diyorlardı.
Büyük ve üstün insan her zaman memnun ve rahattır. Küçük insan ise her zaman üzüntü ve telaş içindedir.
Serkan’ın hayatında var olan temalar şunlardır: Dürüstlük, gerçeklik, hakikat, iyilik, güzellik, bütünlük, birleşim, bütünleşme ikilemi aşma, canlılık, teklik, mükemmellik, tamlık, adalet düzeni, simetri, ritim, sadelik, zenginlik, kolaylık, evecenlik, kaygı, neşe, kendine yeterlik, seyahat buldukça derinleşme arzusu, gark olma, ütopya, fısıltılar, dağ doruk özlemi.
Bu mücevher işlenecek ortaya hakikatin bin bir yüzünden en güzeli çıkacak!


Ali Büyükçapar

İSTANBUL’UM

İSTANBUL’UM
‘O ŞEHRE’

Kaç sevdanın yorgunuyum
Öpüp ellerini hoyrat zamanın
Beklemek yedeğimde
Bilmiyorum bir gün
Omuzlarıma değecek İstanbul’un

Martılar asınca duvarı
Konunca omuzuma o sis o duman
Yargılayınca o parmak izimi
Hiç görmediğim
Hiç öpmediğim şelale

Nergizler toplar ki ellerim
Elimde değilsin
Sürmen gelmez hayale

Dillenir mercek
Açarsın vakitsiz perdelerde sen
Yürek taşıyla yumuşar bir su
Küllenir serzeniş gülünde
Kah sağaltıp çağrımı
Kah budayıp ufkumu öpülen belde

SERKAN TARİFÇİ

İRŞAD : Hasan Basri Tapdık Baba

Ey aşık!.. Eğer nerden geldin ve nereye gideceksin, bunu bilmek istersen şunu bil ki; ihtiyarlıktan mukaddem, vasat bir yaşda idin. Andan mukaddem civan idin. Ve ondan mukaddem çocuk idin, ve ondan mukaddem rahimde cenin idin. Ve ondan mukaddem mudga idin. Yani, bir lokma et parçasıydın. Ve ondan mukaddem alaka olmuş idin (çamur halinde
bir kan). Ve ondan mukaddem rahimde nutfe-i müctemia idin. Ve ondan mukaddem sulb-i pederde ve sine-i maderde meni idin. Ve ondan mukaddem uruk(damar) içerisinde dem idin. Ve ondan mukaddem gıda-i peder ve maderde idin.Ve ondan mukaddem hayvan idin. Ve ondan mukaddem nebat olmuş idin. Ve ondan mukaddem ecza-yı anasına mümtezichal
idin. Ve ha.kden mukaddem cism-i mutlak idin. Ve ondan mukaddem Tabiat-ı külliye idin. Ve ondan mukaddem cevher-i mücerred idin.
Eğer bir kimse hal ile bu makama gelirse ol kimse nefsini anlayıp bilmişdir. Ve mevlasını tanımış ve bulmuşdur. Ve nereden gelüp nereye gideceğini bilip arif ve vasıl olmuştur. Ve bu mirac-ı rühani ile her müşkili hal olup ve her muradı hastı olmuştur. Saadet-i hakiki, ba’de’l-mevt vaki’ olacak ahvali burada müşahede etmekdir. Şakavet kendi vücüdunun varlığına giriftar olmak ve Hak’dan gafil olmakdır.
Mazhar-ı sırr-olmak vakıf-ı kelam olmağa mutevakkıftir. Adem bir isimdir. Üç harf iledir. Bu üç harf, halet-i cem‘de bir ismi isbat eder. Nokta-i farkda ayndırlar. Cem’ etdiğinde Adem okunur. Tefrik olundukda elif, dal, mim, okunur. Vahdet içinde kesret ve kesret içinde vahdet. Vahdet, kesretle zahir olur. Kesret zahiri isbat eder. “el-fark bilacem”. ya’ni ma’nası: cem’siz fark”, ilhad. “Vel-cem’ bilafark”: “farksız cem” ma’nasmı ifade eder, bu da “şirkdir”. El-cem’ maal-fark, “farkla beraber cem” ma’nasını ifade eder, asıl tevhid ise budur.
Vahy üçdür. Zahir, batın, sırt.
Vahy-i zahit şeriattır. Avama mahsustur.
Vahy-i batın tarikattır. Hasa mahsustur.
Vahy-i sırt ma’rifetullahtır. Ehassü’l-havassa mahsustur,
Ehl-i şeri’at: (eş-şeriat{i-akvali) Şeriat: Benim anlatdıklarım ile kildir.
Ehl-i tarikat: (et-tarikatü ef’ali): Tarikat Benim yapdıklarım ile amildir. Zahit vücuddur. Batın ruhdur, İbadet-i şeri’-i zahiri vazife-i vucuddur. İbadet-i tarik-ı batini gıda-i ruhdur. İbadet-i şer’i lazıme-i şeriattır. Niyaz-ı tank bir Müfe-i beya’t, secde-i şükr mi’rac, cilve-i vuslattır. Şeri’at alem-i nasut, tarikat alem-i melekut, ma’rifet alem-i ceberut, hakikat alem-i lahutdur. Şeriat ibadeti, cismani namazı talim eder. Tarikat ibadeti ruhani niyazı tefhim eder. Namaz isbat-ı ubudiyet içindir. Niyaz isbat-ı vahdaniyet içindir. Şeriat risalet-i Muhammediyeyi, tarikat hakikat-ı Muhammediyeyi gösterir. Şeriat iman-ı gaybiyi ilmel-yakın, tarikat iman-ı şuhudiyi aynel-yakın isbat eder. Mahall-i icra-yı ibadet-i zahiri camidir. Makam-ı icra-yı ayin-i cem’ ve erkan meydandır. Sırr-ı ihrami taallukdan tecerrüddür.
Kademe-i meydan dörtdür. Makam-ı evvel bab-ı şeriat; akval-i zahire-i Muhammediyedir ki sahib-i şeriatdır. Makam-ı sani bab-ı tarikat; efa’l-i batine-i Muhammedi’dir ki, pir-i tarikattır. Kademe-i salis ki bab-ı velayetdir; insan-ı kamildir. Makam-ı rabi’ bab-ı hakikatdır ki; esrar-ı rububiyetdir. Leyle-i bey’at, yevm-i hilkatdır.
Anesinden iki kere doğmayan
Oldu “Basri” onun hali çok yaman
Adem, halifetullahdır. Yevm-i hilkat, hazreti Adem’de cari olan ahval-i lazıme-i imtisaldir. Bu hilkat-ı hakikiyye nümune-i hilkat-ı ezeliyedir. Ahval-i ezel ef’al-i temeldir. Meydan ziyaret-i beyti mukaddesdir. Güzergahdır. Cami niyetdir, sıfata tabidir. Meydan leyldir. Zata mazhardır. Cami neharen mekşuf, leylen mestur ve mahcubdur. Meydan neha-ren mestur ve mahcub ve leylen mekşuf ve meftuh. Cami Alem-ı sıfatdır. Meydan sırr-ı zatdır. Camide ibadet borcu ödemek içindir. Meydanda niyaz mi’raca varmak içindir. (esselatü mi’racü’1-mü’min) “Namaz mü’minin mi’racıdır” sırrı sabit olur.

Merhaba

MERHABA

Güz eşikte, sararan yapraklara merhaba.
Bal gibi incir, kırmızı hetifli üzüm, puslu seherler, gittikçe soğuyan su sana da merhaba.
Haziranda verdiğimiz molayı bitirdik.
Ömür halkası bir yazı daha kayıt etti.
Diri, delişmen ruhumuzda börtü böceği selamladık yaz da kış hazırlıkları yaptık. Tarhana aldık, ceviz siparişi verdik, incir kuruttuk, kış peteğini esrük türkülerle doldurmak için bu demleri bekledik.
Şimdi ötüken diyarında Karlı Tanrı Dağlarında gövşen gözlü Bozkurtların yoldaşlığında üç hilalin gölgesinde Kızıl Elmaya doğru koşma vakitleri Devlet biz, millet biz, ülkü biz peki biz kim: TÜRK MİLLETİ!
Olup bitenler millet olmanın bedelidir.
Duru göller ülkensin de Nilüferler olmaz. Çiçekler aşkın kor ateşinde dağlanan yüreklerde yeşerir.
TÜRK; sevdasıyla, çektiği zülfikarıyla ifrit düğümlerini parçalayacak, Haydarın aşkıyla ROMA nın burçlarında İslam’ın Tevhit sancağını dalgalandıracaktır.
Yakarışımız ise hep daim Assisi’li Fransua’nın şu dizelerindeki gibi olacaktır:

Yaratıklar Ezgisi


Yücelerden yüce, her şeye gücü yeten Tanrım
senindir övgüler, yücelikler, şan ve şerefler
yücelik, kutsallık sana yaraşır ancak.
kimse layık değildir adını anmaya.
Tüm yaratıkların için,
özellikle de bize ışık veren, günü getiren;
göz kamaştırıcı parlaklığıyla ışıldayan,
yücelerden yücesi seni simgeleyen
güzel kardeş senyör güneş için
övgüler olsun sana, Tanrım.
Ay ve yıldız kızkardeşler için,
gökte onları ışıklı, değerli ve güzel oluşturdu ğun için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Rüzgar kardeş için,
bize bağışladığın hava ve bulutlar,
durgun ve fırtınalı havalar için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Çok yararlı ve gösteri şsiz,
çok değerli ve çok temiz
su kızkardeş için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Sayesinde gecelerimizi aydınlattığın,
güzel ve neşeli olan
güçlü ve dizginlenemez ateş kardeş için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Bizi bağrına basan ve besleyen,
çeşitli meyve ve rengarenk çiçekler ile
ağaçlar veren toprak ana için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Sana karşı besledikleri sevgiden dolayı
düşmanlarını bağışlayanlar;
felaketlere ve hastalıklara katlananlar için,
övgüler olsun sana, Tanrım.
Ne mutlu barış içinde yaşayanlara,
çünkü yücelerden yüce Tanrım,
sen onları taçlandıracaksın.
övgüler olsun sana, Tanrım,
canlı hiçbir insanın kurtulamadığı
ölüm kardeş için.
Oldürücü günah içinde ölenlere ne yazık,
senin iradeni yerine getirirken
ona yakalananlara ne mutlu,
çünkü ikinci ölüm onlara zarar vermeyecektir.
Rabbimi yüceltin ve ona hamdedin.
Ona şükredin ve ona alçakgönüllülükle kulluk edin!

Biyografi:Yusuf Pazarlı








Yüz Türk Büyüğü Seri On
Yusuf PAZARLI

Çok eski zamanlardı. Gözlerimizde aşk pırıltıları, yüreğimizde ezel ebed sevdalarının sayhaları vardır. değişim, dönüşüm, inkilab, devrim sosyal olgular değil hayatımızın varoluş gerçekleriydi.
Bilgi meftunu gençlerdik.
Hikmet yiğitimizdi bizler onu bulmanın delisi, divanesi olmuş, Mecnuncasına Leyla’nın ateşiyle özümüzü dağlamıştı.
Şeyh galip bizim için şunları söylemişti. “Gören ser-geştelikte gird-bad-ı eşt zanneyler fena ender fenayım her ne varım varsa sendendir” ( öylesine başım dönüyor, öylesine dönüp duruyorum ki gören, çölün kasırgası sanır; kokum, yokluk içinde yokluk kesilmişim; her ne varım varsa ancak sendendir)
Yirmi beş yıl önceydi.
Sanki dünya Nuh tufanından çıkmış ana karalarda yaşam yeniden başlamıştı. O ve ben belki biz özümüzde var olan Tanrı’nın ışığının meftunu gençlerdir. Din bizim için can suyu, hayat iksiri, alameti farika, var oluş nişanesiydi.
Kutsal İncil kitabında bu vasıflar söyle dile gelmişti: “ İnsan yalnız ekmekle değil, Tanrının ağzından çıkan her sözle yaşar.”
Aynı evi paylaştık. Konya da Doktor Baybal’ın himayesinde açılan evde o’nu tanıdım. Türbeye hemen yakın, İstanbul caddesine paralel alan o daracık evde ne günler geçirdik. Evin kapısı küçük, yola bakan odası çıkmalı, damı topraktı. Ev gözümüzde yoktu biz “sultan”a yakın olmanın hazzının meftunuyduk.
Nakşi geleneğinin Konya da temsilcileri olan insanlar, dervişlerle beraberdik. Hayattan beklenti gibi iğvalardan uzak “Yiğit Cenneti” bulmuş şanslı, Allahın bahtiyar kullarıydık.
Sohbetlerin halkalarında yer aldık neyin ne manaya geldiğini bilmediğimiz pastel vakitleri uzunca bir dönem yaşadık.
Hayatın sisi etrafımızı nasıl sarmış Alamut Fedaileri yüreğimizi dağlamış, bizi kuşatan objeleri olduğundan olabildiğinden farklı anlamış büyünün sabahına hiç mi hiç varamamıştık. Ağaç, ağaç değil, yol, yol değil, kalem, kalem değil hiçbir şey olduğu gibi değil olması gerektiği gibiydi seksen dörtlü yıllarda.
Çeken piyâleyi pâ -der rikab olup gidiyor
Gelen bu meclise mestü harâb olup gidiyor.
(Kadehi çeken, ayağını üzengiye basıp gidiyor; bu meclise gelen sarhoş oluyor, yıkılıp gidiyor) diyordu Şeyh Galip.
Arı, tertemiz bir insandı o.
Portakal çiçeğinden haberdar, limon ağaçlarının kokusuna müptela, elleri toprak, sözleri ıtır, reyhan, bakışı mor sümbül, hareketleri duru göllerin Nilüferi, umutları yedi veren, özüyle diri, umutlarıyla dağa düşen bir cemreydi, Yusuf Pazarlı.
Tekbir ülküsü vardı oda; bilgilenmek.
Dilinden Hasan Harkaninin şu dizeleri hiç düşmezdi
“Esrarı ezelden ne sen ağah ne de ben
Bir bilmece ki ne sen bilirsin nede ben
Bir perde var onda ne konuşsak sen ben
Çün perde iner ne sen kalırsın ne de ben”
Yusuf Pazarlı Aydın ilinin Türklerinden. Sultan hisarın hemen bitişiğinde ki Türkmen Kahvenin ötesinde bulunan Eski Hisar Köyünden. Yörük Türküleri. Efe, Zeybek masallarının içinden Atca’nın yanı başından, Madran’nın karşısından. Konya bozkır, Yusuf’un geldiği yer Cennetin yer yüzündeki izdüşümü.
İlahiyat fakültesine kaydını yaptıran garip bir yeryüzü ermişi. Ne bilsin ki ilahiyat fakülteleri onu alacak, kuşatacak, sarıp sarmalayacak bilmediği ifrit dünyaların içine atacak. Meram yeni yolda bulunan İlahiyat fakültesinin bir şeyler öğrenme sevdasındaki bu insana vereceği ne olacaktı ki? Bilgimi yok, yok sadece ezel ebet sevdaya düşmüş aziz bir dost!
Okul ilk yıllardan sonra onun için pandoranın kutusuna dönüştü. İlahiyat fakültesinin sosyal çevresi o aziz insanı kırdı un ufak etti yaşadığı her gün hayatla dop dolu olan bu insan güzeli eridi, azaldı bilgi ve irfan çıtalarını kırdı olanlara, yaşadıklarına o bile inanamadı.
Ne oluyordu?
Hayatla ilahiyat tahsili arasındaki tezat neye mal oluyordu. Matruşka bebeği gibi her köşeden çıkan yeni zombilere ne demeliydi dahası bu hayat nasıl bir zemine yükünü bırakmış o naif insandan kaldırmasını istiyordu.
Aydın’a her gidip gelişinde dudakları uçuklar, yüzünde yaralar çıkar, Konya’nın havasına alışıncaya kadar nefes alıp vermede zorlanır, hastalanır dahası kendinden geçer, kaybolurdu. Geldiği yerde bahar çiçekleri açarken O Konya’ya vasıl olduğunda Zemherinin vurgununu yer dağılır zerrelere ayrılırdı.
Nuri Kiraz da ev arkadaşıydı.
Onunda hikayesi uzunca yazılacak ama biz üç kişiydik Dergahın kapısında duruyor içeri girip yolumuza devam etmenin erdemini büyütüyorduk. Ehil insanlar tarafından arı, duru yol korunmuş olsaydı Yusuf bu dünyanın görebileceği nadir Süfilerinden olurdu nede olsa o Kenan muştusunun sevdalısıydı.
Derken Yusuf ateşle yüreğini dağladı.
Kendine anlatılanlardan, hurafelerden, bidatlerden, irfandan, bilgiden, konjoktürden, alfabeden, yazdan, kıştan, yemeden içmeden, sevmek sevilmekten uzaklaştı terki terk etti ve eski garaj civarında bir göz evde yaşamaya başladı.

Bi-yu barım hasreti hattında hak olsam yine sihhatim ruh-ı lebindendir helak olsam yine
Tig-ı gamzemden kesilmem çak çak olsam yine hasılı bihvde cevretme bana sevdim seni

(Kaşının, gözünün, saçının hasretiyle toprak olam bile tozum yok. Sıhhatim, helak olsam bile gene dudağının ruhuyladır. Paramparça olsam da bakışının kılıncından ayrılmam, gene de sevdim seni; cevretme, cefa etme) ifadelerini Şeyh Galip Yusuf için yazmıştı.
Onu artık okulda da görmüyordum.
Karlı kış günü akşam yaklaşırken bir göz odada oturan Yusufu görmek için yürüdüm. Cebimdeki son parayla yüz gram Turist çayından aldım kapısını çalıp içeriye girdim. Kumtel elektrik sobasının ısıttığı odada el kadar bir kaset çalar, duvarlara yerleştirilmiş dev kolonlarda “Pink Floyd” dinliyor ta derinlerine çektiği sigarasını odanın uzaklarına üflüyordu. Zayıflamış, bakışları donuklaşmış, sözleri kurşundan dahada ağırlaşmış bir o kadarda ıssızlaşmıştı.
İçtiğimiz sigaralar filitresizdi.
Çay bitti gece yirmi üç sularına geldi dışarı çıktık az ilerideki kahveye vardık bir köşeye sığındık ta ötelerden gelen buğulu sesle kendimizden geçip ibadet huzuruyla çalan kaseti dinledik, türkünün kime ait olduğunu sorduk derken Hüseyin Altın’la nirvanaya gark olduk.
Ne gariptir ki sofulasan biz dünyevileşenler onlar olduğu halde terk edilenler bizler oluyorduk.Dünyada var olmanın erdemini bir ulu sancak misali taşımak varken softalık adına bize biçilen deli gömleklerini yırtıp atıyor bütün dergahlardan Hakkın dergahına iltica ediyorduk.
Yusuf ulu bir Yemin sevdalısı.
Ondan şu hakikati duymuş yüreğimi o kelimelerle dağlamıştım.
“İnsanın bekası bir hak değildir. Olsa olsa kişisel çaba ve mücadele ile elde edilebilecek bir fazilet olabilir.”
Var oluşun ontolojisini Yusuf bilir. Epistemolojik metinleri özümsemiş, ahlaki değerlerin çilesini yudumlamıştır.
Sevginin bütün tonlarını Yusuf ta gördüm ; bilgi sevgisi, ahlak sevgisi, vatan sevgisi, millet sevgisi, aşk sevgisi, Allah sevgisi, erenler sevgisi börtü böcek sevgisi dahası sevginin Ece sevdası.
Saymadığım zamanlarda “Bohem” bir hayat yaşadım. Tanık olarak Yusuf yeter o ve ben sırların sırrını aralayıp karşılıklı konuşmalarla yeryüzü zulmetini nura çevirdik.
“Kıyam bi nefsihi” olamamanın vücudumuzdaki dahası ruhumuzdaki tahrifatını tedavi etmek için tekrar kitaplara sarıldık aşk derecesinde okuduk. KAZANCAKİS’in ruhu şad olsun. Kutsal kitap her daim var olsun. Ham softa kaba yobazları dünyamızdan dışarı çıkarttık Şeyh Galip gibi şöyle söyledik.
“Aşk bir şem-i ilahidir benim peruanesi
Şevk bir zincirdir gönlüm anın kaşanesi”
Yusuf Konya da kaldı. İlahiyatı bitirip Maraş’a döndüğüm o demlerde tren garından koşarak gözyaşlarıyla beni uğurladı.
Ayrılık araya girdi. Doğan her gün o aziz insandan izler getirdi. Gurbet içinde gurbet yaşadı Portakal çiçeğinin açtığı dağların da köz patlattığı Nisa harabeleri hep onun şarkısı oldu.
İnsan olarak başladığı hatta adam oldu Müslüman’ca yaşayarak Pirler, Erenler defterine adını kutsal kelimelerle yazdırdı.
Daha ne diyeyim?

İRŞAD : Hasan Basri Tapdık Baba

İRŞAD

Ey talib-i Hak ve mürid-i mutlak, hakikatte ma’rifet-i ilahiyeye talib isen mürid-i mutlak ol. Zira mürid üç türlüdür:
1.Mürid-i mutlak
2.Mürid-i mecziİ
3.Mürd-i mürted’dir.
Mürid-i mutlak oldur ki; her türlü halde, mürşide inkıyad edüp zahiren ve bâtınen itirazdan beri olup ef’âl-i mürşidi ef’âl-i Hak bilmektir.
Mürid-i meczi oldur ki; zühirde mürşid dileğinde
olup, kendi dileğinde olmaktır.
Mürid-i mürted oldur ki; mürşidinde bir fena hal gördükte bu caiz değildir deyip yüz çevire.
Mürid-i mutlak olarak muhabbetullah mertebesine vâsıl olmak talebinde isen bu sıfât-ı mezmümeden teberrâ et ki bunlardır: Hased, kibir, buğz, adâvet, kin, küdüret ve ucub, enâniyet ve efkâr-ı füside. Bu ahlak-ı rediyeden halas olan kimse cemi mevcüdata ibret ve hikmetle nazar edip cümleyi dost ittihz eyleyip herkesle ülfet eylemişdir ve herkesi dost bilmişdir. Yukarda zikr ve tâdâd olunan sıfât-ı rediyeden ne- cât bulmak için meşayih-i selef hazerâtı usül-i esmü, erbain ve halvetle sâliki makam-ı temkine getirirlerdi. Bu da tâlibin kabiliyet ve istidâdına göre kimi üç, kimi yedi ve kimi on beş ve daha ziyade senelerde tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalbe muvaffak olurlardı.
Sonradan gelen meşâyih buyururlar ki:
Abd, devri tamam etti nübüvvetle temaşayı
Velayet devridir zahid, olur müşrik diyen “la”yı
Kesad buldu zühd ü halvet gerekmez çille-i esma
Heman ikrar ile hizmet açar vech-i müsemmayı.

Allah’a giden tarik halâikm nefesleri sayısıncadır. Velâkin her hangi mahalle gitmek murad ettiği takdirde gideceği mahallin en kestirme yolunu intihab ettiği gibi, Hakka giden yolun da en kısasmı intihab etmesi lazımdır ki yorulmasın. Bu böyle olduğu takdirde Hakk’a giden yolun da en kestir mesini sorup anlayıp kestirme yoldan gitmek icâb eder ki yorulmasın. Dolambaçlı yollardan gitmek, kalıbı yorduğu gibi esmâ, halvet ve erbain ile Hakk’a vuslat kalbi ve ruhu yorar. Şuüra halel getirir. Ey talib-i Hak! Hakikatte talib-i Mevlü isen, tarik-i aşkı ihtiyar et ki, yorulmayasm.
Tarik-i aşkı ihtiyar ettiğin takdirde, ehlini bulup ol “Adem-i mâ’nâ”ya intisâb edip ve ba’del- intisab ol zatın talim ve telkinine ez-dil ü cân inkıyad ve her emrine itaat ve tedric ile onun ahlaki ile ahlaklanmak ve onu öyle sevmek gerekdir ki dünya ve müfihâ’yı verseler ondan dönmemek ve nazarını ondan bir an ayırmamak ve sen “ol” oluncaya kadar mücadele etmek ve efendinin hakkında zerre kadar şübhe geldiği takdirde nakz-ı ahd etmiş ve abdest-i batını bozmuş olursun. Şeriatın cunübunu su temizler, hakikatin cünübunu yedi derya temizlemez. Ol vakit makümından düşer ve esfele karışırsın. İşte yukarıda zikri geçen şerâiti yaptınsa Hakkı anlarsın ve illa anlayamazsın. (Hazretin):
Ölmezden evvel öl, dediği mü’na bu ma’nüdır. Yani sen, sen değilsin.
Taayyünde bugün kim kaldı manbüs
Düşüp hâke oluser külli me’yüs.
Ey talib-i Hak! Sözüm mutlak. Gönülden gayrıyı bırak. Olma Hakk’a irak. Yedi cehennemde yanmadıkça ve sekiz cenneti geçmedikçe ve Hızır elinden ab-ı hayatı içmedikçe hayat-ı ebediyye’nin ne olduğunu bilemez ve anlayamazsın. Sahra-yı heyhatda nâlân ve zâr u giryân gezersin.
Hayat-ı cavidanı şeyh-i kamilden sual ettim.
“Ölmeden evvel ölmekdir.” Deyince intikal ettim. Ölmezden evvel ölüp kabre girip Münkir ve Nekirin suallerine ahsen cevab verip İnsan-ı kamil zümresine dahil olmağa sa’yet. İsbât-ı ayniyyet için lazım olan şart: Fikrini zikre ve zikrini kalbe ve kalbini mürşide ayine edip Hakka rabıta etmek lazımdır.
Şuhüd-i kalb, ademi şekden halâs eder. Bir kimse ne kadar ilm-i zhirle mükemmel olsa cehlin giderir, şekkin gideremez, belki ziyade eder. Makam-ı ayniyyete varamayan salike ihtiraz lazımdır.
Nefsini makam-ı aczde tutup yokluğu sermaye edenler, Hakk varlığına vasıl olurlar. Sözde kalanlar özden mahrüm olurlar. Ehl-i söz satırda ve ehl-i öz sadırdadır. İnsan, basiret ve manadan ibaret bir neş’edir. Nazar-ı hayvân, ancak süret görür. Süret ise gölgeden ibarettir, devamı olmaz.
Ey talib! Halk ile Hakk arasmda hicab, zemin ü suman değildir. Senin, senliğin ve benliğin hicabdır. Eğer bunu mürşidin vasıtasiyle ortadan kaldırırsan Hakk’a erersin. Zira Cenab-ı Hakk, zatiyle, sıfatiyle ve ef’al ve âsâriyle bilinmek istedi, ve kendi kendisini görmek diledi. Sıfatmı zatına, yani bu cismi rüha ve yokluğu varlığa ayine edip kendi kendini temaşa eder ki bakan, bakılan, gören ve görünen “Ol”dur.

Hasan Basri Tapdık Baba

Köroğlu Hikayesi

Hacı Ali ÖZTURAN

(Geçen Sayıdan Devam)


-İşte mal canın yongası olduğu için verirler. Buna, onu verip dokuzu kurtarmak denir. Şöyle… Senin ünün şanın artınca ününü duyanlar yanına gelir, kanadının altına sığınır. Onlara baş olursun, ağa olursun. Askerlerin çoğalıp, ünün cihanı tutunca bir mühür kazdıracaksın. Ondalığını aldığın kervana mühürlü bir kâğıt vereceksin. “Ben bu kervandan ondalığımı aldım, bu kervanı hiç kimse soymasın!” diye belge vereceksin. Eğer sen soyduktan sonra başkaları da soyarsa,s oyanlardan hesap soracaksın. Yâni, bir kervan-dan bir kez ondalık alınacak. O kervan bilecek ki, “Ben bu adama ondalığı verirsem, beni başka hiç kimse soyamaz.” Ama dediğim gibi, ondalık aldı-ğın kervanı soyan olursa hesap soracaksın. Anladın değil mi?
-Anladım baba.
-Ama bu sonraki iş… Şimdi senin yapacağın şu: Silahlarını kuşanacak-sın. Kırata binip Bozgediğe çıkacaksın. Gelen kervanlardan ondalığını ala-caksın.
Ali, “Peki Baba.” dedi ama, dediğine kendisi de inanmadı. Onsekiz ya-şındaki bir çocuk, koca kervana ne yapabilirdi ki… Bunlar büyük işlerdi. Bu işlerin altından kalkmak kolay değildi.
Yemekten sonra Deli Yusuf sazı aldı. Görelim ne söyledi:
Yücesinde namlu namlu kar yatar
Bizim eller Çamlıbeller bu beller
1/53 Etrafında soğuk pınarlar akar
Bizim eller Çamlıbeller bu beller

Dolandık da geldik bu güzel yurda
Bundan sonra durağımızdır bura
1/54 Fırsat verme hem çakala hem kurda
Bizim eller Çamlıbeller bu beller

Deli Yusuf der ki bu dağlar yüce
1/55 Gözlerim görmüyor tarifim nice
Bu dağlarda olur aslanlar hoca
Bizim eller Çamlıbeller bu beller
-Şimdi vakit geç oldu, yatalım oğlum.
Maşlahlarını yorgan gibi üstlerine aldılar; poşularını dürdüler, yastık gi-bi başlarının altına aldılar. Yatıp uyudular.
Gece olup da yaban hayvanları ulumaya başlayınca Alinin içine korku düştü. Korkudan iyice babasına sokuldu. Deli Yusuf içinden, “Eyvah!” dedi. “Şu çocuk mu benim öcümü alacak ?Kurttan çakaldan korkan şu çocuk mu Hüseyin Paşayı cezalandıracak? Eyvah ki eyvah! Vay benim talihim.”
Deli Yusufu uyku tutmadı. Saatlerce sağa sola döndü, durdu. Tanrıya yalvardı .
-Tanrım, atsa yetiştirdim. Yiğitse yetiştirdim. Bu zalim Paşadan öcümü almak için sen yardım et! İşimizi rast getir Tanrım.
-Ertesi gün Deli Yusuf erkenden kalktı. Çamlıbelden aşağı akan suda elini yüzünü yıkadı. Sonra Aliyi uyandırdı:
-Kalk oğlum, kalk. Erken kalkanın rızkını Tanrı verir. Kırata bin, yuka-rılara çık. Elma, taşlı armut, alıç, muşmula, kiraz, böğürtlen, ne bulursan topla. Okunu yayını al, belki tavşandan kuştan bir av vurursun. Unutma! Bundan sonra bizim mekânımız Bozgedik.
Deli Yusuf oturdu. Sazını kucağına aldı. Bakalım ne söyledi. Aldı Deli Yusuf:
Akar ab-ı hayat, biter yemişler
Aslan gibi bu yerlerde kalmalı
1/56 Yürü oğlum burda aslanlar yatar
Aslan yatağında aslan olmalı

Bu dağlarda türlü meyveler biter
1/57 Dallarında şeyda bülbüller öter
Bu dağlarda âsi aslanlar yatar
Aslanın başına aslan olmalı

Yarın burdan kalkıp inmeli düze
Allah yardım eder bu işte bize
1/58 Basmalı kervanı çıkmalı yüze
Bu dağlarda mesken tutup kalmalı

Topuzu çekmeli yola durmalı
Sonunu düşünme n’olup n’olmalı
1/59 Bezirgân bozmalı çerçi vurmalı
Aslan gibi olup nara salmalı

Deli Yusuf derler benim adıma
1/60 Rahmetme her kulun asla dâdına
İşte nasihatım budur zatına
Zalimi kesmeli kervan basmalı
Ruşen Ali, babasının zaman zaman söylediği öğütleri dinliyor, kafasında evirip çevirerek doğruluğunu kabul ediyordu. Böylece Alinin kafasında na-sıl bir yol tutması, nasıl bir yiğit olması gerektiğinin sınırları çiziliyordu.
Ali silahlarını kuşandı. Kırata bindi. Çamlıbele doğru tırmanmaya baş-ladı. Yabanıl meyveler topluyordu. Küçük bir kaynak gördü. Küçük büngültülerle su yerden çıkıyor, aşağıya doğru akıyordu. Köpük köpük bir kaynaktı. Kıratı kaynağa sürdü, suladı. Kırat biraz içti. Kişneyerek geri çe-kildi. Ali şaşırdı. Her içişte bir helke su içen Kırat, nasıl olur da bu suyu içmez ya da içemezdi. Attan indi. İki avucunu birleştirip su doldurdu. Üze-rinde beyaz bir köpük vardı. İçti… Damarlarına kımıl kımıl bir canlılık ya-yıldı. Değişik bir lezzeti vardı suyun. Bir avuç daha aldı. Bu kez de suyun üzerinde sarı bir köpük vardı. İçti… İçtikçe damarlarına dek bir sıcaklık, bir ürperti dağıldı. Bir avuç daha aldı. Bu kez de suyun üzerinde mavi bir köpük vardı. İçti... İçtikçe damarlarına mercan közler dağıldı.
Yeterince meyve toplayan Ali Bozgediğe doğru inmeye başladı. Birden babasını gördü. Çarpına çarpına yukarı doğru tırmanıyordu. Ali şaşkınlıkla sordu:
-Baba nereye?
-Yukarıda küçük bir kaynak gördün mü?
-Gördüm… Kıratla biz içtik. Değişik bir tadı var.
-Aman oğlum, beni hemen oraya götür.
Ali eğildi. Babasının kolundan tutup atın terkine attı. Kıratın yönünü kaynağa çevirdi. Kırat durumun önemini kavramıştı. Ön ayaklarını kısalt-mış, arka ayaklarını uzatmıştı. Böylece binicilerini yormuyordu. Çalıların arasından kaplan gibi sıyrılıp geçiyordu. Kaynak yerine geldiklerinde Ali şaşırdı: Su yoktu… Az önce büngüldeyerek akan köpüklü su yoktu.
Deli Yusuf heyecanla sordu:
-Geldik mi?
-Geldik ama su kurumuş baba.
-Çamuru da mı yok?
-Kupkuru olmuş baba. Çamuru da yok.
-Eyvah! Yetişemedik .
-Ne oldu baba?
Deli Yusuf açıkladı :
-Oğlum, sen gittikten sonra uyumuşum. Düşümde ak saçlı, ak sakallı, ak sarıklı, ak cübbeli, ak gömlekli, ak tesbihli yaşlı bir adam gördüm. “Yusuf, kalk oğlum, uyan!” dedi. “Senin gözüne merhem olacak bir su var. Çamlıbelde akıyor. O suyla üç kez yüzünü yıkarsan gözlerin açılır.” Yaşlı adam öyle dedi ama yetişemedik. Yazgı böyle. Ne desek, ne yapsak boş. Eninde sonunda ulu Tanrının dediği oluyor.
Kırata binip Bozgediğe doğru inmeye başladılar. Yusuf üzgündü. Ali üzgündü, Kırat üzgündü. Cenazeden döner gibiydiler. Birden Deli Yusuf canlandı:
-Siz içtiniz mi o sudan?
-İçtik baba. Kırat da içti, ben de içtim. Değişik bir suydu. Köpük köpük-tü. Bir avuç aldım, üzerinde beyaz bir köpük vardı.
-İçtin mi?
-İçtim.
-Beyaz köpük ölmezlik verir oğlum. O su ab-ı hayattır. Bundan sonra sana ölüm yoktur. Eee?
-Bir avuç daha aldım. Üzerinde sarı bir köpük vardı.
Deli Yusuf heyecanla sordu:
-İçtin mi?
-İçtim.
-Sarı köpük yüreklilik verir oğlum. Seni artık hiç kimse korkutamaz. Eee?
-Bir avuç daha aldım. Bu kez de üzerinde mavi bir köpük vardı.
-İçtin mi?
-İçtim.
-Mavi köpük âşıklık verir. Bundan gayrı sana bir de saz gerek. İster tel-den, ister dilden söyle, artık sözler ağzına Hakk tarafından dürülür gelir. Amma oğlum, sana baba öğüdü, bu yeteneklerini kötüye kullanma! Kimse-nin malında, namusunda gözün olmasın. Gücünü kullanarak zayıfları ezme.




SİFTAH VE DELİ HOYLU


Bozgediğe varınca Deli Yusuf sazını aldı.Aliye söyledi. Bakalım ne de-di:
Var oğlum soyun meydana
Vay bu er neci desinler
1/61 At kişnesin kana kana
Vay bu at neci desinler

Çelik çeliğe değmeli
Zoryiğitler baş eğmeli
1/62 Yaya koyup gözlemeli
Vay bu ok neci desinler

Kırat rüzgar gibi essin
Yerin damarını kessin
1/63 Bozgedikten toz yükselsin
Vay bu yer neci desinler

Top kumaşlar arşın arşın
Baharatlar kimyon tarçın
1/64 Yol pacını yola saçın
Vay bu zer neci desinler

Yusuf der çoğa güvenme
Körün oğlusun yerinme
1/65 Sorarlarsa de çekinme
Vay körünoğlu desinler
Deyip bağladı. Sonra oğluna dilden söyledi :
-Artık Bozgediğe çık. Gelenden geçenden ondalığını iste. “Kimsin, neci-sin?” derlerse “Körünoğluyum!” de. Unutma, Kırat kırk yiğitten iyidir. Var işin rast gelsin.

Okunacak Kitap: KÖROĞLU


Köroğlu Kitabı

Köroğlu kitap olarak yayınlandı.
Maraş kültür hayatında bundan daha büyük bir toy olamaz.
Köroğlu hemen yanımızda, yüreğimizde dilimizde, özümüzde dahası masamızın hemen üstünde.
Doğdu Köroğlu!
Kitabın yayınlanacağı müjdesini alınca sevinmiş, kitaplaşıp elime alınca üç defa öpüp başıma koymuştum.
Ezberlemek lazım bu destanı, hafıza buna müsait. Dil iyi ne duruyoruz öyleyse. Kitabın doğumu kutlu Ramazan ayına denk geldi bu kitap artık bu şerbetle kıyameti bulur.
Niye Köroğlu?
Türkçemiz için, anlatım zenginliği için, imge için, ütopyalar için velhasıl yaşamak için Köroğlu.
Yaza, güze, kışa bahara Köroğlu okuyacağım bundan sonra.
Hoş geldim Beyim, Reyhan Arap, Köse Kenan, Selamuvermez, Ecelalmaz, Sopayadoymaz, Kabresığmaz, Canıcebinde, Zincirkıran, Dağdeviren, Darıdeğmez, Postalpatlatır, Ayvaz, Dellek Deli Hasan sizde hoş geldiniz.

Merhaba

Merhaba

Yazın kavurucu demlerine gark olun.

Güneş ruhunuzu yaksın vücudunuz güneşin ateşiyle dağlansın, özünüzdeki harla tabiattaki cevelan sizi aynı potada eritsin.

Gel ey güneş kavur varlığımı!

Demokrasi yalanlarına inanan zavallı zangoçlar gidin, gidin bu şehit kanıyla sulanmış Anadolu’dan. Ah bu topraklar vatanım, Ötükenim, karlı Tanrı Dağlarım, uzun yaylam, Maraş’ım, evim barkım.
Kürşat ve onun kırk yoldaşı demokrasi oyununun neresine düşer edelerim! Gök gözlü Bozkurtlar, elimizde kancık katır sidiğinden suyu verilmiş Zülfikar, yüreğimizde Türklük sevdası olduktan sonra ne tasa ne gam!
Kürt sorunu, teknoloji, temsilde adalet, hoşgörü, cıfıtların bilimsel dükalıkları, esersiz çilesiz entelektüellere yuf!
Maraş insanı Türklük yolunun sevdalısı büyük davaların Şahmeranıdır. Demokrasinin dar çemberine sığdırılmak istenen ulu Türk milleti elbet onlara kayıtsız kalmayacaktır.
Yaz geldi bizde zahire telaşı için güze kadar sır olacağız.

Ali Büyükçapar

Nefes

Nefes

Mustafa Bekerecioğlu'na

Neylerim baharı sensiz
Boynumdan aşar cürmüm
Ellerim tutmada çiçeği
Yazgımda var aşk yangını

Pazarlarda malım yok satmaya
Titreyen yüreğim tezgahta
Gelirsin sen dört yandan
Nazar kul sultanım biçarene

Bir iz ararım yollarda
Gülü sümbül reyhanla
Kırlangıçlar getirir avazını
Kalmışım kıyıda köşede

Bir fısıltı sadece senden
Duysam irkilirim öylece
Nazarınla doğar güneşler
Bense öylesine biçare

Toplandı baharın gülleri
Hamaylımda kor bir ateş
Şah Ali eşleğinde kıtmıri
Ezelden ebede sevdalısı.

Ejder Polat

Köroğlu Hikayesi

Hacı Ali ÖZTURAN

(Geçen Sayıdan Devam)

-Atının rengi ne?
-Yağız …
-Eyvah kalmadı bende beniz! Çünkü yok burada deniz! Binicisi kim?
-Atı gibi kapkara bir adam.
-Ona Reyhan Arap derler oğlum. Kıratın yükü ağır olmasa hiçbir atlı ye-tişemez. Ah burada deniz olsaydı, su olsaydı, işimiz kolaydı. Vururduk Kı-ratı suya, yağız kalır biz giderdik. Neredeyiz şimdi?
-Sünbüllü Pınardayız.
-İn aşağı, bana bir alama ver.
Ali indi, kuzu kerpiç misâli bir taş bulup getirdi. Deli Yusuf eyere otur-du, Aliyi terkine aldı. Deli Yusuf taşı abasının eteğinin altına sakladı. Deli Yusuf Kıratın solunu Reyhan Araptan yana getirdi.
-Oğlum sen şimdilik karışma. Bu işi ben çözeceğim, dedi. Ben çöze-mezsem iş senin bileğine kalır.
Bu sırada Reyhan Arap da yaklaşıp nârasını atmıştı.
-Heeyyt! Kaçırır mıyım ulan sizi! Reyhan Arapın elinden uçan kaçan kurtulur mu?
Deli Yusuf alttan aldı. Kıratın dizginlerini saz misali tutarak kısa ma-kamdan Reyhan Araba söyledi, görelim ne söyledi:

Yiğit olan olmaz densiz
Meydanlar olur mu ersiz
1/47 Kılıç vurulmaz kalkansız
Kıyma bize Araboğlu

Deli Yusufun kulakları, Reyhan Arabın kendisine ne denli yaklaştığını izliyordu.
Aldı Reyhan Arap:

Satın almadım ünvanı
Ersiz koydum çok meydanı
1/48 Gürzle yırtarım kalkanı
Kıyarım size Eroğlu

Deli Yusuf, Reyhan Arabın iyice yaklaşmasını bekliyordu. Bir daha al-dı:

Arap sana neler oldu
Sana emir bu mu oldu
1/49 Kırat gözüme maloldu
Kıyma bize Araboğlu

Aldı Reyhan Arap:

Ne oldu ki ne olacak
Ne vardı böyle kaçacak
1/50 Kırata paşam binecek
Kıyarım size Eroğlu

Deli Yusuf bağladı:

Deli Yusuf yaşlı pîrdir
Cümlemizi alan yerdir
1/51 İyilik kötülük birdir
Kıyma bize Araboğlu

Aldı Reyhan Arap:

Reyhan Arap yeter gayri
Doğru konuş otur eğri
1/52 İyi kötü ayrı ayrı
Kıyarım size Eroğlu

Deli Yusuf bu kez de dilden söyleyerek Reyhan Arabı oyaladı:
-Reyhan Arap, sen yiğit adamsın. Benim gibi bir körle, şuncacık çocu-ğun peşine düşmek erliğe sığar mı? Bırak bizi gidelim.
-Bırakmam sizi Deli Yusuf. Paşaya karşı gelemem. Ben de emir kulu-yum.
Deli Yusuf üsteledi:
-Yetişemedim dersin ...
-Şanıma gölge düşer. Karakuş kanatlı, korkunç suratlı Reyhan Arabın elinden şimdiye dek hiç kimse kaçamamıştır. Siz kaçarsanız şanıma leke düşer.
Reyhan Arap, Deli Yusufun taş menziline girmişti. Deli Yusuf taşı kap-tı, üzengilerin üzerinde yekindikten sonra hengeyledi, hüngeyledi, Reyhan Arapın alnının çatı şurada deyip hıngeyledi. ”Körün taşı berk değer…” der-ler, Deli Yusufun taşı Reyhan Arapın alnının çatına değdi. Reyhan Arap, tiyeğinde yetmiş tevriz kabağı gibi “Paat!” diye düştü. Deli Yusuf patırtıyı duyunca dirseğiyle Alinin böğrüne dürttü:
-Durma oğlum, in! Yılanın başını ezmenin zamanı! Reyhan Arabın kel-lesini kes!
Ali indi. Kuşağının arasından yılan dili eğri hançerini çekti. Varıp Rey-han Arabın döşüne oturdu. Ali yiğitti, gözü kara bir gençti, ama hiç kelle kesmemişti. Bir türlü eli varmadı. Bu sırada Reyhan Arap ayıldı. Bir de bak-tı ki, kendi yerde, göğsünde hançerli birisi oturuyor. İçinden, “Eyvah, şan derken candan olduk!” dedi. Can tatlıdır, bu kez de Reyhan Arap alttan aldı:
-Etme yiğit, kıyma bana!
Atın üzerinden Deli Yusuf bağırıyordu:
-Daha duruyor musun ulan? Kes kellesini, ileride geride karşına çıkar, başına bela olur!
Reyhan Arap:
-Sana yiğit sözü Ali, dedi. Bir daha yedi göbek sülalene kılıç çekmeye-ceğim. Yeter ki canımı bağışla.
Yusuf:
-Konuşturma Ali, kes! diye bağırıyordu.

Meddahımız,”Kıssa-i mâcerâmız şimdilik burada karar kılmakta…” di-yerek sandalyesinden indi. Başındaki şapkasını dinleyiciler arasında dolaş-tırarak her birinden yirmibeş kuruş, elli kuruş para topladıktan sonra yeni-den sandalyesine oturdu. Dinleyicilerin ilgisini sınamak için sordu:
-Nerde kalmıştık?
Dinleyiciler hep bir ağızdan bağırdılar:
-Ali Reyhan Arapın kellesini kesecek miydi, kesmeyecek miydi?
-Belî ağalar, kıssa-i mâcerâmız şol yerde kalmıştı ki, Reyhan Arapla adamları Lala Hüseyin Paşanın buyruğuyla Deli Yusufla oğlu Deli Alinin ardına düşmüş, Kıratı almak için kavgaya tutuşmuşlardı. Deli Yusuf taşla Reyhan Arabın alnının çatına vurunca dalında yetmiş güz kabağı gibi atın-dan düşürmüştü. Oğlu Aliye, ”Durma kellesini kes. Yılanın başını küçükken ezmeli.” demişti ama Ali hiç kelle kesmemiş ki…
Diye olayları özetledikten sonra kaldığı yerden anlatmasını sürdürdü:

Ali Deli Yusufla Reyhan Arap arasında bocaladı. Özü dövüp te Reyhan Arapı öldüremedi. Eliyle Reyhan Arapa “Sus!” diye işâret etti. İşaret par-mağını Reyhan Arapın alnından akan kana bulayıp, Sünbüllü Pınarın yalak taşına, kırmızı bir mühür gibi bastı. Böylece Reyhan Arapın, kendisinin yedi göbek sülalesine kılıç çekmeyeceği yeminine, pınarın yalak taşını tanık tut-tu.
Deli Yusuf:
-Kestin mi oğlum? diye sordu.
Ali yalan söyledi:
-Kestim baba.
-Bin öyleyse oğlum. Bu Reyhan Arap çok yiğit bir adam. İleride geride karşına çıkar, sana bir zarar verir diye korktum. Onun için kellesini kestir-dim. Şimdi bu belâdan kurtulduk. Sür bakalım dağlara.

DELİ YUSUFLA OĞLU ALİ
ÇAMLIBELE YERLEŞİYOR


Deli Yusufla Ruşen Ali, şu dağ senin bu yayla benim diyerek Sivas Da-ğına geldiler. Arabistandan, Gürcistandan, Dağıstandan, İrandan, Turandan, Hindistandan gelip İstanbula, Avrupaya giden kervanların geçtikleri en işlek yol buradan geçiyordu. Bu kervanlar ya buradan geçecekti, ya da yolu gün-lerce uzatarak Konyayı dolaşacaklardı.
Bu işlek yolun üzerinde gedik gibi ince bir davarcı yolu vardı. O ge-diğe konakladılar. Ali:
-Baba bu gediğin toprağı bomboz, dedi.
-Öyleyse bu gediğin adı Bozgedik olsun. Bundan sonra mekânımız bu-rası olacak. Bozgediğin yukarısı nasıl bir yer?
-Koca çamlar var. Geniş bir düzlük. Bir de su var. Suyun ayağı boz ge-dikten aşağı akıyor.
-Oraya da Çamlıbel diyelim. Bu ses neci oğlum?
-Üç tane kurt, bir köpeğe saldırıyor. Parçalayacaklar köpeği.
-Köpek ne yapıyor?
-Arkasını kalın bir ağaca dayamış kendini savunuyor.
-O halde korkma. Kurtlar o köpeğe hiçbir şey yapamaz.
Biraz sonra kurtlar köpeğe saldırmaktan vaz geçti. Savuşup gittiler.
Deli Yusuf dedi ki:
-Sonuca şaşırma oğlum. Sırtını sağlam yere dayadın mı, sana hiç kimse kötülük edemez. Savaşta da öyle, arkadaşlıkta da öyle… Kötü arkadaşa sır-tını güvenme, açığını verme. Bu köpekle kurtların dövüşünü hiç unutma.
Azıkları açıp yemeye başladılar. Deli Yusuf öğütlerine devam ediyordu:
-Oğlum bu yol çok işlek bir yol. Barhaneyi buraya çözeceksin. Gelen-den geçenden yol pacı olarak onda bir alacaksın. Buna ondalık derler, aslan payı derler, aç kurtların payı derler. Nâra vurup, ondalığını isteyeceksin. Hepsi o… Ya ondalığı verecekler, ya da yollarını günlerce uzatarak Konyayı dolaşacaklar.
Ali dedi ki:
-Her kervancı ondalık verir mi baba?
-Eğer dediklerimi yaparsan kervanlar ondalığını seve seve verirler.
-Seve seve ondalık verirler mi baba? Mal canın yongası demişler.

(Devamı Gelecek)

Okunacak Kitap:Varolmanın Boyutları

Varolmanın Boyutları

Tasavvuf ve Vahdetü’l-Vücûd Üstüne Yazılar

Eser: Kitabın başında varoluşun (vücûd) farklı boyutlarına gelmeden önce iki dünyanın (Batı ve İslam Dünyası) bakış acılarının farklılığını ortaya koymak için yapılan karşılaştırmalı bir kavramlar bölümü diyebileceğimiz bir bölümle başlıyor. Varoluşla ilgili ve ona yaklaşırken kullandığımız kelime ve kavramların üzerinde durulurken varlıkların Allah’la olan ilişkileri çerçevesinde açıklamalar yapılıyor. Aynı zamanda bu konularda modern dünyanın durumu da gözler önüne seriliyor.

İnsanı kamil ve onun Allah’la olan ilişkisini varoluşa bakışını kitabın ilerleyen bölümlerinde bu işin zirveleri olan insanların bakışından anlamaya çalışıyoruz. Vahdet-i vücûdun yani varoluşun birliğinin her şeyin O’nun bir tecelli ve tezahürü olmasının sırlarını aşk içinde mecazi bir dille anlatılmasını anlarken neden böyle anlatıldığını da anlıyoruz. Varolan her şeyin bâtıni bir tarafının olduğunu ve bunun duyularla anlaşılan zahiri anlamından farklı olarak bizlere varoluşumuzla irtibat kurduran manalar ihtiva ettiğini öğreniyoruz. Yolculuğumuzu İbn Arabi, Sadreddin Konevi, Mevlana, Hace Hord, Fergani, Ahmed Sem’ani ve diğer üstadların önderliğinde yapıyoruz.

Okuduğumuz metin aslında erbabı için bir aşk kitabı… Büyük aşıkların aşklarını anlatıkları metinlerin anlaşılması için bir kılavuz. Buradan bakınca aslında İslam dünyasının her bölgesini ve milletini kapsayan bir tek aşk mezhebinin etrafında tevhid olduğunu görürken kendine has incelmiş yüksek bir entellektüel faaliyetin yapıldığını fark ediyoruz.

Kitaptan birkaç cümle

-Tecelli asla tekrar etmez. İbn Arabi

-İslami bağlam bütünüyle cansız bir varoluşa izin vermez.

-Varlıklar varoluşun kokusunu bile duymamışlardır. İbn Arabi

-Bütün mesele Allah’ın gerçek vücûdu ile yaratıkların hakiki olmayan vücûdu arasında var olan ince ilişkiyi tanımlamaktır.

Tecelli ve tezahürler açısından baktığımızda varoluş devam etmektedir. Bu dünyadaki hayatımız varoluşun bir evresidir. Onu tamamlamaya yönelik bir hayat. Yaratılmış olmak tam varolduğumuz anlamına gelmez. Yaratılışımızı bu dünyada bize yardımcı olacak olan yaratılmışlarla birlikte tamamlamamız gerekir. Bunun çabası içinde gecen bir hayatın öncelenmesi söylenir bize. Nasıl ve hangi yolla yapılacağı ise önce peygamberler ve kutsal kitaplarda sonra velilerin bunun hikmetleriyle dolu hayatlarında ve eserlerinde gösterilmiştir.

Ölüm varoluşun bir safhasından başka bir safhasına geçiştir.


Varolmanın Boyutları

Tasavvuf ve Vahdetü’l-Vücûd Üstüne Yazılar

William Chittick

İnsan Yayınları


Yusuf Pazarlı

Varidât

Varidât

Şeyh Bedreddin

Gerçeği arayan kişi küfür aşamasına varıp, geçmezse, imanını tamamlamış sayılmaz. Şunun bilinmesi gerekir ki, küfür iki Müslümanlık arasında yer alan bir aşamadır ve bu aşamada duran kişi münafık olmuştur. Bu aşamada durmamak için Allah’a sığınırız. Allah’a hamd ve şükürler olsun ki, biz bir süre o aşamada kaldıktan sonra, geçmeyi başardık.
Bazı arkadaşlarımı üzüm bağımı kollamakla görevlendirmiştim. Onlardan birkaçı bana bir halk çocuğunun bağa girip, üzüm yemek istediğini, onlardan birinin çocuğu tokatladığını anlattı ve ilave etti ki, çocuk tokat’ı yiyince yere düşmedi, ancak kendisi tokat’ın etkisiyle yere düştü. O sırada kendisiyle çocuk arasında epey bir uzaklık varmış, ancak çocuk ona, gözünün aynası gibi görünmüş ve kendisi tokattan daha çok etkilenmiştir ve yere düşmüştür. Halbuki çocuğa hiç bir etki yapmamıştır. Bu çok tuhaf bir durum zira tokadı yiyen çocuk olduğu halde yere düşen, o kişi olmuştur.
Tüccar kesiminden bir genç ara sıra bize uğruyordu. Bu genç doğru insanları seviyordu. Bana şu olayı anlattı: Bir gece uyuyorken, bir erkek gelip, onu uyandırmış. Uyanınca adama bakmış, bir de ne görsün yüzü pırıl, pırıl bir ışık saçıyor ve bu ışık evi aydınlatıyor. Fakat saçtığı ışık lambadan çıkan ışıklara benzemediği gibi, diğer hiç bir enerji kaynağından çıkan ışıklara da benzemiyordu. Diğer ışıkların vermediği alışılagelmiş parıltısından ayrı bir tadı varmış. Adam bir süre hiç bir şey söylemeden beklemiş, daha sonra ortadan kaybolmuştur. Onun gidişiyle ev kapkaranlık olmuş. İkinci gece de gelip, uyandırmış. Daha sonra üçüncü gece gelip, uyandırdığında yanında tıpkı kendisi gibi ışık saçan diğer bir kişiyi de getirmiş. Bunun üzerine gördüklerini üçüncü günün ertesi gününde bazı arkadaşlarına anlatmış. Bundan sonra gözüne görünmez olmuş ve aradan iki üç gün geçtikten sonra hastalanmış. Hastalığı o kadar ağırmış ki öleceğini sanmış.
İnsanlarda bulunan anlayış, görüş ve fiiller, soyut varlıklarda ve bu varlıklardan daha üstün olanlarda da yoktur. İnsan aşamasındaki varlıkta görülen olgunluklar diğer aşamalarda gerçekleşmiyor. Çünkü insan yüce Allah’ın gördüğü aşamadır. Bundan dolayıdır ki, Allah şöyle buyurmuştur: ‘Sen olmasaydın gökleri yaratmaz ve meleklere insana secde edin emrini vermezdim. Akl-i külli, nefs-i külli ve onların üstündeki varlık aşamalarında, insanda bulunan anlayış bu şekilde görülmez. Ancak insan aşamasında görülür. Varlık esasında bütünden arındırılmıştır. İlimdeki olağanüstü işleri, görüş ve anlayışları idrak eden varlıktır. Fakat bu durum imkansız ve görünüşlerle tahakkuk ediyor. Sen de bunu anla ve kılavuz gibi izle.
Akıl, nefs, ruh ve gönlün varlık olduğunu bil. Bunlar aşamaları dolayısıyla varlığın birer aşamasıdır. Allah bu aşamalarda değişik şekillerde tecelli eder ve bir aşamadan diğerine geçer. Kimi zaman gök, kimi zaman melek, bazen öğe, bazen de maden, bitki, hayvan veya insan şekliyle ortaya çıkar. Bazen en aşağıdakilere kadar iner, bazen de en üsttekilere kadar çıkar. Öğeler şekline giren, daha sonra madenler şeklini alan ve sonra sırasıyla bitkiler, hayvan ile insan şekilde de bürünen odur (Allah’tır). Bütün bu şekilleri alan mutlak varlık olan Allah’tır. Farzı mahal şekil ortadan kalksa bile, yalnız varlık kalır (Allah kalır). Mesela insan keçiyi yiyince, keçi insan olur. Bütünü düzenleyen ve bütündeki nefs de odur. Şekilden şekil’e geçen odur. Buna dayanarak diğer bütün görünüşleri ölçebilirsin. Buna dair Allah’ım salat u selamı ona olsun ve Allah yüzünü şereflendirsin Hazret-i Ali ibn Ebi Talib şöyle buyurmuştur: “Levh benim, Kalem benim, arş ve kürsi ile diğerleri de benim.” Bugün de Allah, varlık şekline bürünüp, velilere görünebilir. Çünkü Allah kulun şeklini almaya muktedirdir. Bu hususa dair “Risaletü’l-Kuşeyriyye”’deki kerametler bölümünde iki sözün yer aldığı belirtilmiştir. Geceleyin otururken bir kelebek kandilin etrafımda dönmeye başladı ve daha sonra birkaç kez kendini kandilin ateşine çarptı; sonra yanmış gibi yere düştü ve cansız olarak öyle kaldı. Belli bir süre öyle izledim, fakat kelebekte hiç bir yaşantı belirtisi yoktu. Gönlüm öldüğüne karar kıldı. Ancak o andan Ebayezid’in nasıl bir karıncayı alıp, üfürerek dirilttiği aklıma geldi. Ben de kelebeği alıp, diriltmek üzere içimden gelen samimi bir şekilde üflemeye başladım. Kelebek üflemeden sonra anında dirildi ve tıpkı daha önce uçtuğu gibi uçmaya başladı, sanki hiç ateşe düşmemiş gibiydi.


Şeyh Bedreddin